7 - MÜBADELE

Yunanistan 1830’lardan itibaren Avrupa Devletleri’nin desteğiyle sürekli olarak Osmanlı aleyhine topraklarını genişletmiştir. Bu genişleme, Yunan ordusunun 1919’da Anadolu’yu işgali ile doruk noktasına ulaşmış, 1922 yılında Büyük Taarruz ile de son bulmuştur. Büyük Taarruz sonucu yaklaşık 1,2 milyon Rum Anadolu’dan Yunanistan’a göç etmiş, kalanların durumu ise Lozan Konferansı sırasında Türkiye ve Yunanistan arasında imzalanan Lozan antlaşması ile çözümlenmiştir. Bu antlaşmaya göre yaklaşık 456.720 Müslüman Türk ve yaklaşık 200.000 Hıristiyan Rum zorunlu göçe tabi tutulmuşlardır.

Resim 7-1 Saatli cami

Mübadele fikri ciddi anlamda ilk olarak Balkan Savaşlarının sonrasında ortaya çıkmıştır. İki Balkan savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’daki topraklarının %80’ine yakınını ve toplam nüfusun da yaklaşık %16’sını (4,2 milyon) kaybetmiştir. Savaşlar sonucu yaklaşık 400 bin Müslüman, Yunan, Sırp ve Bulgar katliamından kaçmak için göç etmişlerdir. Balkan savaşı sonrasında Meriç Nehri’nin batısında yer alan ve çoğunlukla Müslümanların yaşadığı Batı Trakya Yunanlılar da nüfusun üçte ikisi Yunan ve Bulgarlar dan oluşan Doğu Trakya ise Osmanlı’da kalmıştır. Savaş sırasında yaklaşık 50 bin Bulgar Bulgaristan’a göç ederken, hemen hemen aynı sayıda Müslüman da Osmanlı İmparatorluğuna sığınmıştır. Lozan Konferansı, Türk ve Yunan heyetlerinin 30 Ocak 1923’te imzaladığı Yunanistan’da yaşayan Müslüman nüfusla (Batı Trakya’dakiler hariç) Türkiye’de yaşayan Rum Ortodoks nüfusun (İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada’daki Rumlar hariç) mübadelesini şart koşan Sözleşme ve Protokol ile sonuçlandı. 1923 yılında Türk-Yunan Mübadele Sözleşmesi imzalanmadan önce, yaklaşık 1.200.000 Rum Ortodoks, Küçük Asya’dan Yunanistan’a göç etmek zorunda kaldı. Bu göç, 20. yüzyılın ve bu coğrafyanın tanık olduğu en büyük göç olaylarından biriydi. Yunanlılar, 1923 nüfus mübadelesini bir çeşit milli trajedi ve Küçük Asya felaketi olarak adlandırır. Yunan tarihçiler, mübadeleyi tamamen Anadolu Rumlarının ‘makus talihi’ çerçevesinde ele almışlardır. Diğer yandan Türk milliyetçi tarih yazımı ise mübadeleyi, Kurtuluş Savaşı’nın çoşkulu anlatısı içinde görmemeyi tercih eder. Türkiye’den Yunanistan’a giden Ortodoks Rumlar savaş sonunda kaçarak Yunanistan’a gittikleri için kendilerini mülteci olarak tanımlarken, Yunanistan’dan Türkiye’ye gelenler Lozan Antlaşması sonrası belli bir denetim altında geldikleri için kendilerini mübadil olarak tanımladılar. Mübadeleye konu olan toplam 456.720 müslüman muhacirin 314.520 adedi Girit, Kavala, Drama ve Selanik’ten 1924 Temmuz ortalarına kadar taşınabilir malları ve hayvanlarıyla birlikte gemilerle Türkiye’ye getirildi. Göçmen taşımada kullanılan gemilerin en büyüğü ‘Akdeniz’, en ünlüsünü ise ‘Gülcemal’ idi. Türkiye'de gemilerin mübadilleri indirecekleri iskelelerin yanına karantina[191] merkezleri oluşturuldu.

Resim 7-2 Anadolu’da yaşayan Rumların dağılımı (1910). Ege’de Rumca konuşanlar sarı ile, Pontuslu Rumlar turuncu ve Kapadokya Rumları yeşil renkte belirtilmiş[192].

Resim 7-3 İstanbul’daki Rum Ortodoks cemaatin yıllara ve toplam nüfusa göre dağılımı (1844–1994)[193]. 

Giritli Müslümanlar ve Nüfus Mübadelesi

Hiç kuşkusuz, nüfus mübadelesinden en çok etkilenen coğrafyalardan biri Girit Adası’dır. 1897 Girit İsyanı’ndan sonra Girit’te muhtariyet idaresi kuruldu ve Kasım 1898’de Osmanlı askerleri adayı terk ettiler. Ada, Balkan Savaşları’ndan sonra 1912’de Yunanistan ile birleşti. Bu süreçte birçok Giritli Müslüman, Osmanlı İmparatorluğu’nun farklı bölgelerine göç etmek durumunda kaldı. Ancak 1923 yılına kadar önemli sayıdaki Müslüman cemaat Girit’teki varlığını sürdürmüştür.

 

Toplam

Müslüman

Hıristiyan

Yahudi

1897

300.000

70.000

23%

1900

303.553

33.496

11%

269.319

88%

728

1%

1909

37.000

37.000

1911

27.852

27.852

Girit Nüfus Dağılımı

Mübadele kapsamında Kandiye’den 13.975 Hanya’dan 8.837 Giritli Müslüman Anadolu’ya gelmiş ve Ayvalık, Edremit, Mersin ve civarına yerleştirilmiştir. Bazıları ise Ada’da kalmayı tercih etmiştir. Lozan müzakerelerinde mübadeleye tabi tutulan nüfusun tespitinde ana ölçüt din idi. Osmanlı millet sisteminin etkisiyle, ülkedeki tüm Müslümanlar Türk olarak kabul ediliyordu. Türkiye’ye Rumca, Arnavutça, Bulgarca, Ladino, Ulah, Slav ve Roman dilleri konuşan çeşitli Müslüman topluluklar, Yunanistan’a ise Türkçe konuşan Rumlar ile Niğde, Nevşehir, Kayseri, Konya ve civarında yaşayan ve anadilleri Türkçe olan Rum Ortodokslar göç etmişti.

Mübadillerin Yerleştirilmesi

Resmi istatistiklere göre, Yunanistan’dan getirilen toplam göçmen sayısı 456.720 idi. Gelen aileye, geride bıraktıkları malların yüzde 17,5’na[194] karşılık gelecek şekilde, Rumların terk ettiği mallar veriyordu. Şehir merkezine yerleşecek olan aile reislerine, Rumların terk ettiği ev ve işyerleri, kırsal alana yerleşecek olanlara ise terk edilmiş tarlalar veriliyordu. Gelen mübadillerin iskanında en önemli sorun, terk edilmiş mülklerin durumuydu. Rum ve Ermeni evleri, mübadillerin gelişinden önce, çeşitli kişiler tarafından işgal edilmişti. Bunlar Türk-Yunan Savaşı sırasında evleri yananlar, Yunan işgalindeki bölgelerden İzmir’e göç edenler, ordu mensupları ve askerlerden oluşuyordu. Ayrıca mübadele kapsamında olmayan göçmenler de Rum evlerine yerleşmişlerdi. Bir diğer sorun da mübadillere yerleşim bölgelerinde dağıtılacak taşınmaz malların yetersiz kalmasıydı. Bu nedenle, bir bölgeye gönderilen göçmenlerin, oradaki terk edilmiş malların yetersizliği yüzünden başka bir yerleşim bölgesine gönderilmesi durumuyla karşı karşıya kalınmaktaydı. Örneğin, birçok tütüncü ailesi, dağlık bölgelere, serbest meslek sahipleri ise köylere yerleştiriliyordu. Kırsal kökenli bir aile, bir şehrin terk edilmiş bir evine, zeytincilikle uğraşan bir aile ise zeytin yetiştirme imkânı bulunmayan başka bir yere iskân ettiriliyordu. Mübadillerin %58’i Marmara Bölgesi’ne, %13’ü Ege Bölgesi’ne, %11’i Karadeniz Bölgesi’ne ve %10’u İç Anadolu Bölgesi’ne iskân edilmiştir.

Giritli Mübadiller ve Midillili Mübadiller

Yerli-mübadil çatışmasının yanı sıra mübadillerin kendi aralarında da çeşitli rekabetler ve çatışmalar söz konusuydu. Örneğin, Ayvalık’ta iskân edilen Giritli mübadiller ile Midilli’den gelen mübadiller çatışıyorlardı. Midillili mübadiller, Ayvalık’a Giritlilerden bir yıl önce gelmeye başlamış ve en güzel evleri ve zeytinlikleri almışlardı. Giritlilerle yaşadıkları çatışmalar hem ekonomik hem de kültürel kaynaklıydı. Giritliler, Adalıların[195] iyi yemek pişirmediklerini ve köylü olduklarını söyleyerek onlardan farklı olduklarını iddia ediyorlardı. Ne de olsa daha batıdan gelmişlerdi. Giritlilerin Yunanca konuşmaları, Rum adetlerini devam ettirmeleri, siyah kıyafetler giymeleri Midillili mübadiller tarafından yadırganıyor ve garipseniyordu.

Uyum sorunu Yunanistan’a göç eden Rumlar arasında daha şiddetli yaşanmış ve bu göçmenlerin çoğu Avrupa ve Amerika’ya göç etmek zorunda kalmışlardır. Ayrıca Anadolu’dan göç eden Rumlar, Yunanistan’da barınma problemleri ile karşılaşmışlar ve bu göçmenlerin beslenme, giyim ve bakım masrafları zaten kötü durumda olan Yunan ekonomisine ek bir yük bindirmiştir. Yunanistan’ı terk eden Müslümanlardan kalan yerlere sadece Rumların %40’ı yerleştirilebilmiş, bu durum da göçmenlerin hayat şartlarının daha da kötüleşmesine yol açmıştır. Yunanistan'ın farklı yerlerinden gelmiş olan mübadiller arasında bile çatışmalar yaşanmış, özellikle Girit mübadillerinin Türkçe bilmemeleri, Midilli mübadillerinin ise daha önce, hatta bir kısmının henüz Mübadele Sözleşmesi yapılmadan Ayvalık'a gelip yerleşmiş olmaları sorunların ana kaynağını oluşturmuştur. Adalı-Giritli ayrımı Ayvalık'ın bugünkü yerli halkı arasında hala gözle görülür biçimde nettir. Üstelik aynı adadan ya da şehirden gelmiş olsalar bile mübadillerin kendi içlerinde homojen bir grup oluşturdukları öne sürülemez. Örneğin özellikle Girit'ten gelen mübadiller arasında Afrika'dan kaçırılıp bu adalarda satılan köleler de bulunmaktadır. Zengin ailelerden bir kısmı kölelerini de beraberlerinde Ayvalık'a getirirken, bir kısmı onları azat etmiş, Türk hükümetinin toprak ve ev dağıttığını duyan ve hiçbir maddi geliri ve taşınmazı bulunmayan azat edilmiş köleler de çareyi mübadil olarak Türkiye'ye gelmekte bulmuşlardır. Genelde Adalı ve Giritli olmak üzere Ayvalık'a gelen iki farklı grubun dışında Balkan Savaşları sırasında gelmiş olan Boşnak muhacirlerinin varlığı da hesaba katılırsa, din dışında hemen hemen hiçbir ortak özelliği bulunmayan, birbirinden tamamen farklı bu üç grubun bir arada yaşarken sorunlar çıkmaması kaçınılmazdı. Yerli nüfusla göçmenler arasında olduğu gibi, farklı göçmen grupları arasındaki çekişmenin de başlıca nedeni ekonomiktir.

Midilli' den daha önce gelenler Türkçe konuşan bir Müslüman topluluğu olsa da Giritlilerle karşılaştırıldığında bunların pek azı siyasi arenada başarılı olabilmişlerdir. Bunun nedeni şüphesiz, her iki dili kullanan Giritlilerin son derece eğitimli olmaları ve Girit'te yaşarken siyasi çevrelerde kazandıkları becerileri yeni yerleşim yerlerinde kolayca hayata geçirebilmiş olmalarıdır. Sophia Koufopoulou'nun araştırmasına göre, Midillililer Türkiye'ye gelmeden önce Giritlilerden daha zengin olmalarına rağmen, yeni yerleşim yerinde Giritlilerin daha iyi bir yaşam standardına sahip oldukları ortaya çıkmıştır. Ayvalıklı mübadiller de ilk geldiklerinde Midillililerin ekonomik açıdan daha iyi durumda olduklarını ancak Giritliler daha tutumlu oldukları için zamanla kendilerinin daha zengin olduklarını ifade etmektedir. Adalılar, Giritli ailelerde anaerkil bir düzenin hâkim olduğunu hatta ‘Giritliden alacaksan damat al, gelin alma’ diye bir söz olduğunu da belirtmektedirler. Giritli mübadillerin aile içinde daha demokratik bir yapıya sahip olmaları da Ayvalık'ta Midillili mübadiller tarafından yadırganmıştır. Giritli kadınların cinsiyete dayalı eşitliği teşvik eden Türk hükümetlerini destekledikleri görülmektedir; bu yaklaşımları kadın ve erkeğin aile yaşamları hakkında ortak karar almaları gibi bir pratiğe de yansımıştır. Bu elbette gündelik yaşamda batılı normlarda cinsler arası tam bir eşitliğin var olduğu anlamına gelmez. Hala katı bir iş bölümü söz konusudur ve çoğu durumda erkek evin geçimini üstlenmiştir. Ancak yine de kendi etnik toplulukları içinde Giritli kadınların kadın olarak statüleri, diğer etnik gruplarla karşılaştırıldığında hayli yüksektir[196].,

İki mübadil grubun çekişmesinin gerisindeki bir diğer neden de Giritlilerin çoğunluğunun, bazı Hıristiyan adetlerini korumuş olmalarıdır. Örneğin Paskalya‘da Ortodoks Yunanlılar, yumurtaları İsa'nın kanını temsil eden kırmızı renge boyarlar ve tsoureki denilen özel bir tatlı ekmek yaparlar. Cundalı Giritliler de Hıdırellez kutlamalarında İlyas Peygamber için aynı şeyi yaparlar ve dahası, bu adeti Hıristiyan Rumlardan aldıklarını da açıkça söylerler. Giritliler, Adalıların iyi yemek pişiremediklerini, evlerinin pis olduğunu, köylü olduklarını iddia ederken; Adalılar da Giritlilerin Rum adetlerini devam ettirdiklerini, Girit'te İdadi(Osmanlı döneminde lise) bulunmadığı için kültür seviyelerinin kendilerinden daha düşük olduğunu, Ayvalık'ta ilk yıllarda şehir kulübündeki üyelerin neredeyse tamamının Adalı olmasının da bunu gösterdiğini savunmaktadırlar. Bazı Giritliler de tam bunun tersi görüştedirler. Giritlilerin bir kısmının Türkçeyi hiç bilmemesi ya da çok az bilmesi, özellikle yaşlıların birbirleriyle Rumca konuşmayı tercih etmeleri, çocuklarına ve torunlarına da bu dili öğretmeleri, aileden biri öldüğünde geride kalan yakınların uzun süre siyah kıyafetler giymeleri ya da mezarlarının üzerini mermerle kaplatarak, halkın deyimiyle ‘Rum mezarı gibi’ yapmaları da Adalılar tarafından eleştirilen davranışlardandır. Midilli mübadilleri Ayvalık'a geldiklerinde Türkçeyi gayet iyi konuşabildikleri halde Girit mübadillerinin büyük bölümünün tek bir kelime bile Türkçe bilmemeleri nedeniyle Giritliler, diğer mübadiller tarafından ‘yarım gavur’ olarak adlandırılmış ve kahvede birlikte oturmamak, kendilerinden alışveriş etmemek ve kız alıp vermemek gibi uygulamalarla uzun süre dışlanmışlardır. Her ikisi de ada olmasına ve benzer koşullarda yaşamalarına rağmen Giritliler Türkçe bilmemekte, Midillilerin tamamı ise Türkçe konuşmakta, hatta içlerinde Rumcayı hiç bilmeyen ya da çok az bilenler de bulunmaktadır. Bunun başlıca nedeni Girit'in, Osmanlı topraklarına hemen hemen en son katılan ve hem idari dokusu hem de toplumsal yapı anlamında Osmanlı egemenliğinin en gevşek örüldüğü coğrafya olmasıdır. Girit Ada'sındaki Müslüman ve yerli Rum Ortodoks nüfus öylesine karışmıştır ki, Müslümanların kullandıkları isimler Rumca isimlerle birleşmiştir. Girit’te çok sayıda Müslümanın daha fetihten itibaren Rum kadınlarıyla evlilikler yaptığı bilinmektedir. Rum kadınlardan doğan çocuklara Rumca hitap edilmekte hatta Rumca isimler verilmektedir. Belgelerde Yanni Osman, Hasan Nikolaki veya Molla Mehmetaki gibi isimlere sıkça rastlanmaktadır. Hatta kimi zaman sadece Rumca isimlerle anılan Müslümanlara da rastlanır. Girit’te resmi yazım dilinin Türkçe olmasına ve Türkçe eğitim ile basın faaliyetlerine büyük önem verilmesine rağmen, halk arasında konuşulan dil Rumca idi. Rumca, sadece Rumlar ile Müslümanlar arasında değil; Müslümanların kendi aralarında da kullandıkları dil olmuştur.

Ayvalıklıların gündelik konuşma dilinde[197] dikkat çeken üç temel farklılık vardır.

  • Bunlardan birincisi hemen tüm kelimelerin sonuna -cik, -cık eki getirmeleridir. Bunun Yunancadaki -mu ekinin karşılığı olduğunu düşünülmektedir. ‘Çok da çirkinciktir’ gibi olumsuz anlam taşıyan kelimelerin sonuna bile bu ekin getirilmesi, onların eleştirilerini bile sevimli hale getirmektedir.
  • İkinci temel farklılık Ayvalıklıların tıpkı İstanbul Rumları gibi -mi, -mu soru ekini kullanmamalarıdır. ‘Gelirsin?’ [Geliyor musun?], ‘Gidersin?’ [Gidiyor musun?] örneklerinde olduğu gibi cümledeki soru anlamı kelimenin son hecesine yapılan vurguyla verilmektedir.
  • Son farklılık ise Yunanca ‘da sıkça kullanılan ‘vre’ nidasının Ayvalıklılarca ‘bre’ şeklinde değiştirilmiş olarak kullanılmasıdır. Çoğu zaman ‘bre’den önce ‘be’ de kullanılmaktadır: ‘Yok be bre’ örneğinde olduğu gibi. Uzun yıllar boyunca Rumca konuşmuş bu kimselerin, bu dilin bazı yapı taşlarının Türkçeye de taşımış olmaları son derece doğaldır.

Ayvalık lehçesine yönelik Ayvalıkların görüşleri:

Ayvalık'ın keşfe değer bir diğer yüzü de yöresel ağzı ya da Ayvalık şivesi. Ayvalık’ta yaşayanların hala kullandığı, ‘Ayvalık’ın az bilinen dili’ kentin mübadele ile şekillenen yaşamını da günümüze taşıyor. Ayvalık sokaklarında hala konuşulan ‘Ayvalıkça’, duyanlarda hafif tebessüme neden oluyor. Ayvalık'ın kültürel zenginliğinin bir parçası ve bu nedenle kıymetli olan şive gerek söyleniş biçimi gerekse bazı kelimeleriyle Rumca ile büyük benzerlik taşıyor.

Bu şiveyi kullanan Ayvalıklılar, güne ‘Merabayin’ (merhaba) diyerek başlıyor. Yeni tanıştığı kişinin nerede oturduğunu ‘Nerede durursun?’, ailesini ‘Kimlerdensin?’ diyerek soruyor. Kişiyi, ‘ge bura- bak bura’ diyerek çağırırken, ‘alkışım olsun’ diyerek teşekkür ediyor. ‘Aninem’ (amanın) diyerek tepki gösteriyor. Çocuklara, ‘Ah çocuğumu evladımı’ diye sesleniyor. Suya ‘sucağız’, testiye ‘kumnili’, üzüntüye ‘üzgüntü’ küreğe ‘faraş’, acıktım yerine ‘içim kıyıldı’ deniyor. Başka zaman yerine ‘sahi zaman’, seslenmek yerine ‘tınmak’, rahatsız etmek yerine ‘salerlik yapma’, ufak-küçük yerine ‘şimbil’, deprem yerine ‘zelzele’, tadı bozuk yerine ‘marık’, ziyan etme yerine ‘zebil etme’, güzel yerine ‘palüze’ çok sık kullanılan kelimeler olarak dikkat çekiyor.

Mübadil torunu olduğunu söyleyen Hikmet Zorlu, ‘Babam Midilli’den gelme, annem Selanik muhaciri. Konuşmalarda bazı kelimeler tuhafımıza[198] gidiyordu. Tuhafımıza gidiyordu ama ağzımız alışıyordu, konuşuyorduk bu kelimeleri’ diyor.

Midilli Sarlıcalı’dan gelen mübadil çocuğu Çetin İşten[199] ‘biz konuşurken her şeyi küçültürüz ağaççağızlar, kuşçagızlar, evlatçıklar gibi her şey minyatürize ederiz. Konuşmamız, özümüz bu şekilde’

Esnaf Refik Sal ise, ‘Ayvalık’ta doğdum büyüdüm. Giritli bir ailenin çocuğuyum. Göreneklerimizde, örflerimizde Girit kökenli olduğumuz için bazı kelimelerde Türkçe’ye çevrildiğinde ilaveler oluyor. Mesela, kapıcık pencerecik. Çoğu kelimenin sonunda cık ve cikler oluyor. Bazı cümleler devrik oluyor’

Midilli ve Girit Müslümanları Geliyor

Midilli Müslümanlarının oluşturduğu 1.400 kişilik ilk kafile Ekim 1923’de Ayvalık’a geldi. Ayvalık’ta mübadiller için 1.500 ev hazırlanmıştı. Mübadele protokolünün imzalanmasının ardından 8.000 Müslüman Türk Ayvalık’a getirildi. Aynı gemi buradan Samsun’a gidiyor ve o bölgedeki Rumları’da Yunanistan’a götürüyordu. Ayvalık’taki Rum halk 1922 Ağustos’unda, 1821 isyanın sonunda olanları hatırladıklarından kendi imkanlarıyla şehri terk edip Midilli ile Yunanistan’a gitmişlerdi. Ayvalık’a gelen mübadiller boşaltılmış bir şehir buldular. Girit’ten İlk gelen kafilede 955 kişi bulunuyordu. Vapurda doğan bir çocuğa Mustafa Kemal adı verildi. Ayrıca bu tarihler arasında Girit Resmo’dan gelenlerin de yerleşimi yapıldı.

Tarih

Geldiği Yer

Kişi sayısı

19-23 Ekim 1923

Midilli

8.000

24 Kasım 1923

Midilli

1.512

4 Aralık 1923

Midilli

1.027

8 Aralık 1923

Midilli

2.243

8 Nisan 1924

Resmo

1.500

18 Nisan 1924

Kandiye

1.150

28 Nisan 1924

Hanya

2.041

9 Mayıs 1924

Resmo

1.141

Böylece Nisan ayı içerisinde Girit’ten Ayvalık’a 5.832 kişinin getirilmesi planlandı. 1923 yılı aralık ayında Midilli ve Resmo’dan toplam 13.809 kişi iskân edildi. Daha sonra gelenler de eklendiğinde bu rakam 19.641 kişiye ulaştı. Sözleşme uyarınca mübadiller yanlarına 100 kilo eşya alabilecekler üstü için ücret ödeyeceklerdi. Zeytinyağı fabrikaları ile tabakhaneler misafirhane ve depo olarak kullanıldı. Gelenler buralarda 15 gün karantinaya tutuldular. Nüfus değişimi sonrasında Ayvalık’taki mevcut nüfusun %75’ini Midilli adasından, %20’sini Girit adasından ve %10’unu da diğer yerlerden gelenler oluşturdu. En önemli sorunlardan biri Ayvalık dışındaki köylerde Rumların evlerini yakarak gitmesiydi. Ayvalık dışında kullanılabilir ev bulmak zordu. Ayvalık’ta gelen ailelerin yerleşmesi için 4.622 hane ayrıldı. Yerleştirilmesi gereken ise 4.922 hanede toplam 21.807 kişiydi. 400 hane Cunda’ya yerleştirildi. Ayvalık’ta ciddi bir yerleşim sorunu olmadı.

Resim 7-4 Mübadilleri getiren gemi Ayvalık limanında.

 

MÜBADELE GEMİLERİ

Mübadele döneminde, hükümete bağlı olarak kamu görevi yapmakta olan Seyri Sefain İdaresi, Türk Vapurcular Birliği içindeki en güçlü taşıma filosuna sahip kuruluştu. Bu idarenin o dönemde tonajı 2.000’den fazla olan altı gemisi bulunmaktaydı. Diğer gemiler tonaj yönünden daha az hacme sahiplerdi. Vapurlar yaşlı ve sayıca azdı. Özel vapur işletmelerinin[200] ellerindeki gemiler göçmen taşıma sürecinde etkili oldular. Bunlardan Yeni Türkiye ve Mustafa Reşit Şirketi 1923 yılında kurulmuştu.

Mübadele taşımasında 45 gemi[201] görev almıştır. Bu gemilerin yanı sıra, zorunlu kılınmasından dolayı yabancı bandıralı gemilerle de göçmen getirildi. Yunan bandrollü Jenutu gemisi ise zengin Giritlileri Cunda’ya getirmiştir. Yabancı gemilerin önemli bir kısmı Yunanistan’a gidecek göçmenleri taşımak için Türkiye’ye gelirken Müslüman göçmenler yüklemişlerdi. Aynı şekilde, Türk gemilerinin de Yunanistan’a kısmen de olsa Rum göçmen götürdüğü oldu.

Gülcemal Gemisi

Anıları en çok süsleyen gemilerin başında hiç kuşkusuz, Gülcemal gelmektedir. 1874 yılında Kuzey İrlanda’nın Belfast kentindeki Harland and Wolff adlı gemi tezgâhlarında inşa edildi. Meşhur Titanik gemisi de bu tersanede inşa edilecektir. Gülcemal Belfast’ta, Germanic ismiyle denize indirildi. 5.071 kros tonluktu. 142 metre uzunluğunda, 14 metre genişliğindeydi. Gemi 3.825 beygir gücündeydi. Uzun yıllar Avrupa-Amerika hattında yolcu taşıdı. 1896 yılının ağustos ayında yenilenen kazanları ve makineleri ile Atlantik’i 6 gün, 21 saat, 38 dakikada kat ederek mavi kurdele sahibi oldu. 1899 yılında New York Limanı’nda kömür almak için beklerken çok soğuk ve şiddetli bir rüzgâr eşliğinde müthiş bir tipi geminin üzerinde kalın bir buz tabakası oluşturdu. Bu buzun üzerine durmadan kar yağıyordu. Saatler sonra gemi bunca ağırlığı kaldıramayarak dibe oturdu. Uzun ve yorucu bir uğraşın sonunda yüzdürüldü; ancak onarılması pek kolay olmadı. Belfast’a inşa edildiği tersaneye yollanarak onarımı yapıldı. 1902 yılında merkezi Liverpool’da olan Dominian Lines adlı vapur şirketine satıldı. Germanic adı Ottowa olarak değiştirildi. Yeni sahipleri Avrupalı göçmenleri Amerika’ya bu gemi ile taşıdılar. Amerika seyahatiyle tanınan Ubeydullah Efendi anılarında gemide çiçek yetiştirilen bir bahçe olduğundan bile söz eder. 1910 yılında 15.000 altın karşılığında Osmanlı Seyri Sefain İdaresi tarafından satın alındı. Gemi satın alınınca gemiye o dönemin Osmanlı padişahı olan Sultan Reşat’ın annesinin adı verildi: Gülcemal. Anlamı ise ‘gül yüzlü’ demekti. Yolcuların çok sevdiği bu gemi özellikle düzenli posta seferleri yapmaya başladığı Karadeniz halkının sevgilisi oldu. 1914’ te Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından bir süre sonra asker ve askeri mühimmat taşıma işinde kullanıldı. Bir ara da hastane gemisi olarak da hizmet verdi.

1915 yılının 27 Şubat günü Ege’den Marmara’ya sızmış olan İngilizlere ait E-11 denizaltısı İstanbul’dan Çanakkale’ye asker taşımakta olan Gülcemal’i İmralı önlerinde torpilledi. Gülcemal pruvasından yaralanmıştı. Gemide kalan erleri ve malzemeyi kurtarmak için Şirketi Hayriye, o sıralar Kalender gemisinin kaptanı olan Cemal Kaptan’ı görevlendirdi. Gülcemal Kalender ve Sahilbent gemileriyle İstanbul’a çekildi. Yeniden hizmete girebilmesi için onarımı iki yıl kadar sürdü. 1917 yılında tekrar hizmete girdi. 1918-19 yılları arasında Yunanistan ve Mısır’daki esir kamplarında tutulmakta olan Alman askerlerini Wilhelmhaven ve Hamburg limanlarına taşıdı. Bu dönem mütareke dönemiydi. Osmanlı Devleti kayıtsız koşulsuz teslim olmuş; İstanbul’un yönetimi fiili olarak İngilizlerin eline geçmişti. 1920 yılında Gülcemal, Amerika seferi yapan ilk Türk yolcu gemisi olarak New York limanına yanaştığında Türk bayrağını da Birleşik Amerika’ya götüren ilk gemimiz oluyordu. 1924 yılında Türkiye ve Yunanistan arasında imzalanan Mübadele Sözleşmesi gereğince Yunanistan’dan Türkiye’ye gelecek mübadilleri Selanik Limanı’ndan İstanbul ve İzmir Limanlarına taşımıştır. Ancak, mübadilleri yalnızca Yunanistan’dan getirmekle kalmadı. Güvenlik için bir süre karantinalarda bekletilen göçmenleri, Karadeniz ve Ege limanlarına da taşıdı. İzmir postasına da çıkan Gülcemal’in bir posta seferi, bir İstanbul gazetesinde şöyle duyuruluyordu: ‘Gülcemal Vapuru, Teşrinievvelin/ Ekim on beşinci günü öyleden sonra saat ikide Galata Rıhtımından hareketle doğruca İzmir’e gidecektir. İzmir’de idaremizin diğer vapuruna aktarma edilmek üzere Güllük, Fethiye ve Antalya iskeleleri içinde yolcu ve ticaret eşyası alacaktır’.


Atatürk’ ün de birkaç kez bindiği bu gemi, 1937 yılında hizmet dışı bırakıldı. Bunca yıl ayakta kalmasını sağlam teknesine borçluydu. İkinci Dünya Savaşı’nın karanlık yıllarını Haliç’te bağlı olarak geçirdi. Haliç’in durgun sularında, kentin gürültüleri arasında, geçmişin anılarıyla baş başa kaldı. 1949 yılında gemi limanda depo hizmeti görmeye başladı. Ertesi yıl, yüzen otel haline getirileceğine dair söylentiler çıktı. Bu söylentilerin gerçek olmadığı kısa bir süre sonra anlaşıldı. Ve 75 yaşındaki bu emektar gemi, sayısız insanın anılarında kalarak sökülmek üzere İtalyan enkazcılara satıldı. Onca yılın haşmetli gemisi, onu satın alanlar tarafından çekilerek Marsilya’ya götürüldüğünde takvimler 1950 yılını gösteriyordu. Siyah renkli, çift bacalı, dört direkli gövdesiyle, denizde görüldüğünde yürek hoplatan bir hali vardı. İç donanımındaki muhteşem görüntüsünden dolayı Gülcemal halk tarafından ‘yüzen havuz’ olarak adlandırılıyordu. Başta Necati Cumalı olmak üzere, pek çok öykü, roman ve anı yazan ünlü kişilerin yapıtlarında yer aldı;

Orhan Veli’nin bu gemiyle ilgili ünlü şiiri hep kulaklarda kalmıştır:

Hangimiz bilir, benim kadar

Karpuzdan fener yapmasını

Sedefli hançerle, üstüne

Gülcemal resmi çizmesini

Bedri Rahmi de bir şiirinde Gülcemal’den şu dizelerle söz ediyor:

İstanbul deyince aklıma Gülcemal gelir,

Anadolu’da toprak damlı bir evde,

Gülcemal üstüne türküler söylenir…

Süt akar cümle musluklarından;

Direklerinde güller tomurcuklanır

Anadolu’da toprak damlı bir evde çocukluğum;

Gülcemal’le gider İstanbul’a,

Gülcemal’le gelir…

 

Akdeniz Gemisi

Göçmen taşıyan gemilerin en büyüğü Akdeniz’di. Üstelik en çok sefer yapan gemilerin başında Akdeniz geliyordu. Hem göçmenler açısından hem de göçmen getirme planlarında en çok dikkate alınan ve değer verilen gemiydi. Başta Selanik olmak üzere, büyük göçmen yığılmalarının olduğu iskelelere durumu uygun olduğu sürece bu gemi yönlendirildi. Çok sayıda göçmen alabiliyor; ambarları göçmenlere ait eşyaları taşıyabilmek için son derece uygun bulunuyordu. Özellikle koyun, keçi, sığır sürüleri olan göçmenleri taşımaya son derece uygundu. Osmanlı Seyri Sefain İdaresi’ne bağlı olan Akdeniz, 1890 yılında İskoçya’da yapılmıştı. Yolcu gemisi olarak tasarlanmış ve üretilmişti. 5.062 kros tonluktu. Uzunluğu 126 metre idi. 16,6 metre genişliği bulunuyordu. 2.550 beygir gücüne sahip olan geminin 49 birinci, 38 ikinci mevki kamarası vardı. O döneme göre lüks bir gemi sayılabilirdi. İngiltere’den Osmanlı Hükümeti tarafından 1911 yılında satın alınmıştı. Osmanlı sularına gelince bir süre hastane olarak kullanıldı. Göçmen taşıma sürecinde, başta Selanik limanı olmak üzere pek çok Yunanistan liman ve iskelesinden göçmen taşıdı. 1930 yılına kadar hizmette kaldı. Mübadele sürecinde bazı varlıklı Giritli göçmenler de devletin denetimine takılmadan, kendi paraları karşılığında bu gemiyle geliyordu. Mübadele süreci boyunca, normal bakımları dışında Akdeniz, Ege’nin iki kıyısı arasında sürekli olarak gitti geldi. Pek çok göçmenin anılarında yer alan Akdeniz, Türkiye’ye bir an önce gelmek isteyen mübadil göçmenlerin düş dünyalarında önemli bir mit halini aldı.  Akdeniz demek bir seferde koca bir kasabanın yüklenip, suyun öteki yanına atılması demekti.

 


Cumhuriyet Gemisi

Mübadele göçmenlerini taşıyan en önemli gemilerden bir tanesi de Cumhuriyet’tir. Yeni Türkiye’nin rejimiyle özdeşleşmiş olan ve rejimin adı verilen bu gemi, 1893 yılında Rusya adına İngiltere’de yaptırılmıştı. Cumhuriyet 4.179 kros tonluk büyük bir gemiydi. Zaten bu büyüklükte Türkiye’nin elinde bulunan birkaç gemiden bir tanesiydi. Gülcemal gibi istisnalar dışında büyük tonajlı yük ve yolcu gemisi hemen hemen yok gibiydi. Döneminin en büyük gemilerinden birisi sayılıyordu. 113 metre uzunluğunda, 13,7 metre genişliğindeydi. 3.580 beygir gücündeydi. Saatte 14 deniz mili hız yapabiliyordu. Geminin burnu bastonluydu. 1914 yılında gemiye Almanlar tarafından Karadeniz’de el konulmuştu. Bu dönemde bir süre Urla ve Olga adıyla çalışmıştı. Cumhuriyet rejiminin kurulmasından sonra gemiye Cumhuriyet adı verildi. Türkiye Seyri Sefain İdaresinde uzun süre yolcu gemisi olarak görev yaptı. Cumhuriyet 15 Ocak 1952 tarihine kadar hizmette kalmıştı.


Dumlupınar Gemisi

Göçmen taşıyan gemilerden birisi olan Dumlupınar 1888 tarihinde Almanya’da yapılmıştı. Önceleri Alpba sonra Croatia adıyla çalışmıştı. 1.991 kros tonluktu. Uzunluğu 96 metre, genişliği 12 metreydi. 1.100 beygir gücünde olan gemi, 10 mil hız yapabilmekteydi. Vapurculuk Sosyetesi T.A. Ş’nin elindeydi. İkinci Dünya Savaşı sırasında Yunanistan Almanlar tarafından işgale uğradığında, Türkiye komşu ülkede zor durumda olan insanlara yardım elini uzattı. Başta Kurtuluş gemisi olmak üzere, o dönemde Tunç, Konya, Güneysu ve Aksu gemileri Türkiye’den Pire’ye yardım taşımaya başladılar. Bunlardan bir tanesi de Dumlupınar’dı. Bu tarihlerde Yunanistan’da büyük bir açlık görülmüştü; çünkü işgalci Almanlar, Yunanistan’da temel tüketim maddelerine el koymuşlardı. Açlığı kış mevsiminde görülen şiddetli soğuk günler izledi; yeterince beslenemeyen, Yunan halkı arasında dizanteri ve tifo gibi salgın hastalıklar görüldü. Türkiye sırf insani amaçlarla Yunanistan’a yardım elini uzattı. Gemiler dolusu yiyecek ve temel gıda, sağlık, giyim kuşam maddelerini Yunanistan’a taşımaya başladı. Dumlupınar, mübadele sürecinde de pek çok sefer yaparak, mübadele kapsamına giren Müslümanları Türkiye limanlarına taşıdı. Böylesine önemli görevler üstlenmiş ve tarihte yerini almış olan Dumlupınar, 11 Ekim 1956’ya kadar Türk taşıma filosu arasında görev yapmıştı.

Sadıkzade Gemisi

Sadıkzade Biraderlere ait olan Sadıkzade isimli gemi de dönemin en önemli gemilerinden birisiydi. Gemi 1902 yılında Almanya’da yapılmıştı. 1.657 kros tonluktu. 83 metre uzunluğunda, 12 metre genişliğindeydi. 950 beygir gücünde olan gemi, Vapurculuk Sosyetesi’nin hizmetinde uzun süre çalışmıştı. 31 Mart 1939 yılında gemi fırtınaya tutuldu. Antalya iskelesinden İstanbul’a hareket etmişti. Aşırı fırtına nedeniyle karaya oturdu ve bu olaydan sonra gemi hizmetten çekildi.

Giresun Gemisi

Giresun, 106 metre boyunda bir gemiydi. 1910 yılında, Osmanlı Seyri Sefain idaresi tarafından satın alınmıştı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında mayın taşıma gemisi haline getirildi. Pek çok yerde mayın arama etkinliğine katıldı. Savaşın bitiminden sonra İstanbul, İngilizler tarafından işgal edilince, İngilizler gemiye İstanbul limanında el koydular. 22–26 Ocak 1918’de ünlü Yavuz gemisi bir manevra sırasında karaya oturunca, Yavuz gemisinin kurtarılmasında görev yaptı. Anadolu’da ulusal savaş başladığında, kaptanı tarafından kaçırılıp Trabzon’a götürüldü. Karadeniz’deki kıyı taşımacılığında kurtuluş savaşı yıllarında önemli bir rol oynadı. Zonguldak’tan uzun süre diğer Karadeniz limanlarına kömür taşıdı. 1921 yılı Haziran ayında, ünlü Fransız diplomat Franklin Bauillan Türkiye ve Fransa arasında bir anlaşma yapmak için Ankara’ya geldi. İki ülke arasında resmi görüşmeler başlamadan önce, Türk tarafına bir iyi niyet gösterisi olarak Fransız işgal güçleri Zonguldak’tan ayrıldılar. Osmanlı bandıralı Giresun gemisi 21 Haziran 1921 günü, 2 yıl, 3 ay ve 1 gün süren Fransız işgalcilerini Zonguldak’tan alıp, İstanbul’a götürdü. Bu hizmetleriyle Millî Mücadele’de son derece önemli görevler görmüş oldu.

Teşvikiye / Kurtuluş Gemisi

Teşvikiye, 1883 yılında İngiltere’nin Caird Purdic tersanelerinde buharlı yük gemisi olarak yapıldı. Geminin uzunluğu 76,5 metre, genişliği 10,67 metre boyu ise 6.43 metreydi. 2.735 groston kapasitesi bulunuyordu. Gemi ilk üretildiğinde adı ‘Euripides’ idi. İngiltere’de yapılışından sonra Brezilya, İtalya, Rusya, Yunanistan ve Sırbistan bandırası altında bu ülkeler adına görev yaptı. Birinci Dünya Savaşı boyunca, nakliye gemisi olarak Rus donanmasında yer aldı. 1924’de Kalkavanzade Biraderler tarafından Sırbistan’dan satın alındı. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk nakliye gemilerinden biri olarak ‘Teşvikiye’ ve ‘Bülent’ isimleriyle Türk karasularında hizmet verdi. 1934 yılında Tavilzade Biraderler Şirketi’ne satıldı. Bu tarihte adı ‘Kurtuluş’ oldu. Kurtuluş Gemisi, bu şirket tarafından 1941 yılında Yunanistan’a yapılacak gıda yardımını taşımak üzere Kızılay Cemiyeti tarafından kiralandı. O tarihlerde Alman işgali altındaki Yunanistan, Alman zulmü altında çok zor durumda kalmıştı. Gemi, 20 Şubat 1942 tarihinde Yunanistan’a yardım malzemesi götürmek üzere yola çıktığında şiddetli bir fırtınaya yakalandı. Bu onun, Yunanistan’a insani malzeme taşıma amaçlı beşinci seferiydi. Ambarları, gıda, sağlık ve giyim maddesi doluydu. Şiddetli dalgalara karşı uzun süre direndi. Marmara Adası Saraylar Köyü yakınlarında, günümüzde kendi adını verdiği Kurtuluş Burnu olarak bilinen bölgede kayalıklara çarparak sulara gömüldü. O zamana dek yaptığı dört sefer boyunca Yunanistan’a 7.100 ton yiyecek maddesi ulaştırmıştı. Yunanistan’da açlıktan perişan olmuş Yunanlılar için Kurtuluş’un özel bir önemi vardı. Talihsiz bir kaza sonrasında batan ve Yunanistan’a yaptığı bu yardımla ünlenen Kurtuluş (Teşvikiye) Yunanistan’dan göçmen getirme sürecinde en aktif gemilerden birisi olmuştu.

Sakarya Gemisi

Yolcu taşıyan en gözde gemilerden birisi de Sakarya’idi. 1888’de Almanya’da yapılmıştı. 1924 yılında, Sadıkoğlu Biraderler tarafından satın alınarak işletilmeye başlandı. Gemi daha sonra Vapurculuk Sosyetesi T.A.Ş tarafından satın alındı. Uzun yıllar Türk sularında seyreden Sakarya, en sık göçmen taşıyan gemilerden birisiydi. Mübadelenin başladığı ilk günlerden itibaren sürekli göçmen taşıdı. Hatta Yunanistan’a göçmen almak üzere giden ilk gemiler arasındaydı. Kaplanoğlu’nun saptamasına göre, Bursa’ya ilk olarak bu gemi ile göçmen getirildi. Gelen bu ilk göçmen kafilesi Langaza’dan yola çıkmıştı. Bursa’ya gelen göçmenler doğal olarak, Mudanya’dan karaya çıkıyorlardı. Mudanya’ya ilk gelişinde yolculuk sırasında Sakarya yolda arızalanmış, onarım için yolunu değiştirerek, Tuzla’ya gitmek zorunda kalmıştı. Burada geminin onarımı yapıldı. Bu nedenle bu yolculuk bir hafta kadar sürdü. Göçmenler havaların çok soğuk bir anında bu zorlukla karşı karşıya kaldıklarında oldukça zor anlar yaşadılar. Sakarya bu maceralı yolculuğundan sonra, başka göçmenleri de Yunanistan’ın başka iskelelerinden sürekli olarak taşıdı. Pek çok gemide olduğu gibi yolculuk anında umulmadık zorluklar yaşanırken; gemi yurtlarından ayrılan göçmenlerin hüzünlerine tanık oldu. Mübadele göçmenlerini taşıma sürecinde, en çok sefer yapan gemilerden birisi olan Sakarya, pek çok göçmenin belleğine kazınmış oldu.

  

CUNDALI ALİ ONAY’IN MÜBADELE ANILARI

‘Ailem, 1672 yılında Aydın’ın Nazilli sancağından Fazıl Ahmet Paşa’nın (Köprülü) 1669 yılında fethettiği Girit adasına gitmişler ve Ayvasili bölgesinde geniş bir araziye yerleşmişler. Zamanla babamın sülalesi Resmo şehrine yerleşmiş. Babam ticaretle uğraşıyordu. 1890’lı yıllarda Türk askeri büyük devletlerin zoru ile adadan çekildikten sonra müslümanlar için Girit’te artık yaşama şansının kalmadığını fark ettik. O tarihten sonra yavaş yavaş işlerini tasfiye ederek kıymetli taş işi yapmaya başladı.’

Ali Onay’ın babası Resmo okulunun müdürü, beş dil biliyor. Ali Onay'ın dedesi de beş dil biliyor, Galatasaray Sultaniyesi’nde okumuş. Mühendis olarak demir yollarında görevli baş amir. Fransızcası fevkalade. Anadolu’ya geldiğinde maddi sıkıntı yaşamış aile. Birçok malını, mülkünü orada bırakmış. Ve nice Napolyon altınını. Ali Onay, 15.01.1918 yılında Girit Resmo’da tüccar bir babanın oğlu olarak dünyaya gelmiş. Henüz altı yaşındayken bir gün kapıyı çalan inzibatlar hiç beklemedikleri haberi vermişler. ‘Toplanın Türkiye’ye gidiyorsunuz.’ ‘Ben daha çocuktum bunun ne anlama geldiğini kısa bir süre sonra çok iyi anlayacaktım.’ diyor. Mübadele ile Yunanistan’da yaşayan Türkler buraya, burada yaşayan Rumlar da Yunanistan’a gönderilirler.

‘Mübadeleye karar verildiğinde Girit’te komisyonlar kuruldu. Herkesin malları ve bu malların değerleri tespit edildi. Sefere çıkacağımız zaman hazırlıklar yapıldı, denkler toplandı, sandıklar tanzim edildi. O arada babamda paraları nasıl gümrükten çıkaracağı endişesi başladı. Bizim çok yüksek bir karyolamız vardı, hiç unutmam sarıydı rengi. Babam onların alt tekerleklerini çıkarttı ve bunların içine altınları doldurdu. Karyola ayaklarını çemberlerle birbirine bağladı. Onları Türkiye’ye gelene kadar hep yanında taşıdı. Annem, babam, iki kardeş, halam, halamın eşi ve kızı; yedi kişi Cunda’ya geldik. Yolculuk iki üç gün sürdü. Türkiye sahillerinde ışıklar göründüğünde, herkes geminin sahil tarafına hücum edince gemi yalpaladı. Kaptanın yolcuları uyardığını hatırlıyorum.’

Resim 7-5 Cunda sahilde Türklerin karaya çıktıkları ilk yer 

22 Mayıs 1924 günü Girit Resmo Limanı’ndan kalkan Türkiye gemisinin güvertesinde buluveriyoruz kendimizi Cunda Adasına ayak bastığımızda cumartesi günüydü, ikinci Türkiye Vapuruyla gelmiştik. Adaya geldiğimizde, bizden altı ay evvel birinci Türkiye seferiyle gelenler ve Midilli’den göçenler bizi rıhtımda davullarla karşıladılar. Ve dediler ki: ‘Siz 15 gün karantina altına alınacaksınız.’ Sahilde o zaman Rumlardan kalma papazın sarayı denen metruk bir bina vardı. Bütün mübadillerin eşyaları oraya kondu. Babam dört karyola ayağını en dibe koydu ve sandıkları onların üzerine yığdı. Orada 15 gün kaldık. Ondan sonra bize bir ev verdiler. Öyle bir ev verdiler ki sandıklarımız bile sığmadı eve. Kısa bir süre sonra yola çıkmadan doldurduğumuz mal beyanlarının ışığında verilen yeni eve taşındık: ‘Hükümet oradaki mallarımızı beyan ettiğimiz belgelere bakıp bin kök zeytin ağacı, beş-altı dönüm arazi ve hala oturduğumuz evi uygun gördü. Tüm bunlar Girit’te bıraktığımız malların %40’ı kadardır. Kalanı devletin kasasına kaldı.’

 Biz buraya gelince Taksiyarhis Kilisesi avlusunda bulunan okulda eğitim başladı. Ondan sonra Ayvalık ileri gelenleri, zamanında öksüz yurduna dönüştürülen Despotun Sarayını ilkokul olarak açtılar. Akabinde yetiştirme yurdunu da bu binaya topladılar. Ben ilkokulu bu binada bitirdim. Babam okumama karşıydı, çünkü yaşlıydı ve malımızın başında kim kalacak diye annemle konuştuklarını hatırlıyorum. O yıl Ayvalık’ta yıllığı kırk lira olan özel bir ortaokula başladım. Onu bitiremeden de hayata atılmak zorunda kaldım. Babam Hasan Bey ilk geldiğimizde maliyeden bir sabunhane, bir yağ deposu kiralamıştı. Girit’ten gelen ustalarla sabunlar yapıldı fakat piyasaya sürme imkânı bulamadı. Midilli’den mübadil olarak gelen Mustafa Reis’in gemisine sabunlar yüklendi ta Babakale’den İzmir’e kadar bütün limanlara uğrayarak ancak satılabildi. Gemide motor olmadığından, rüzgâr yardımıyla hareket ettiğinden bu yolculuğun ne kadar zamanda yapıldığını bilmiyorum, çünkü çocuktum ama gemi döndüğünde babamın sabun işi burada biter dediğini hatırlıyorum. Ardından patlak veren 1928 Amerika krizi burayı da etkiledi ve pek çok Girit tüccarı iflas etti. Babam bir dolara satın aldığı yağı yarı fiyattan aşağı satmak zorunda kaldı. İşte babamın Anadolu’ya geldikten sonra ilk büyük zararı buydu. Sonra babam maliyeden bir bina satın aldı ve o binada bir yağ değirmeni kurdu. Zeytinyağı ticareti çok iyi gidiyordu ama babam 1938 yılında attan düşüp beyin kanaması geçirdi. Artık öleceğini hissettiğinde annemin odada bulunmadığı bir gün beni yanına çağırdı: ‘Bak oğlum ben öleceğim, sen evin büyük erkek oğlu olarak annen ve kardeşini sana emanet ediyorum.’ dedi. O sırada ben ağlayınca ‘Annen görmesin ağladığını.’ dedi ve ertesi gece 16 Nisan 1938 Cumartesi günü öldü. Annem kültürlü bir insandır, ondan öğrendim ben Yunancayı. Kardeşim Ayvalık ortaokulunu bitirdikten sonra onu İzmir Lisesine gönderdik. Ben işlerin başına geçtim. Ama 1940 yılının ocak ayında askere çağrıldım işlerimi tanzim ederek bir müdür tayin ettim ve askere gittim. Sonra kardeşimi de yanıma aldım.

 1999 yılında doğduğu topraklara Girit’e gider Ali Bey: ‘Doğduğum evi, çiftliği aradım. Resmo’da çocukluğuma ait iz bulamadım. Bu beni çok üzdü. Doğrusu doğduğum evi görmek istiyordum. Lozan’da Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi imzalandıktan sonra benim orada bir hakkım olmadığını anlayan biriyim. Girit benim doğduğum yer, ama yine de Girit’e en ufak bir nostalji duymuyorum.

  ‘Zirvede yaşadık biz çocukluğumuzu. Mesela karşı komşularımız vardı. Babam hususi çinko tabaklar aldı ve anneme yemek pişirtiyordu, onlara her gün yemek veriyordu. Eğlenceler tertip edilirdi. Vals, polka, sirto. Bunları hep Girit’ten getirdik biz. Bu kültürleri İtalyanlar bizimkilere öğretti Girit’te. Biz çok medeniydik. Mesela buraya gelen Midillililerden yalnızca bir tane aile pantolonluydu, diğerleri poturlu idi (şalvar). Mesela Birinci Büyük Millet Meclisi’nde çok Giritli vardı. Neden? Medeniydiler, yüksek tahsilleri vardı.

Mübadilin gelişi tamamlandıktan sonra iskân ve tevkif komisyonları kuruldu. Varlıksız olanlara adam başı 35 ağaç zeytin, aileye de yirmişer ağaç zeytin bir ev ve birer buçuk dönüm tarla verildi. Tevkif sahipleri evraklarının kıymetine göre devlet yalnız değerinin yüzde kırkını mal ev ve zeytinlik olarak verdi ve yüzde altmış devletin kasasında kaldı. Verilenler hiçbir işe yaramadı, herkes elinden çıkardı. 4.000 nüfus varken 2.000 nüfus kaldı.

 Size Lozan Anlaşması ile Girit’ten göç edip Ayvalık’a gelen iki zenginin akıbetini anlatmak istiyorum:

Biri Gurguthanaki Derviş Bey, lise mezunu zengin genç, günde üç takım elbise değiştiren şık bir beyefendi. Buraya gelir, devlet Sarıyer’de 450 ağaç zeytin verir. Zeytin ağacı iş ister ama Derviş, bey oğlu bu işlerden anlamaz. Kiraya vermek zorunda kalırlar ama kira onları geçindiremeyecek kadar azdır. Bunlar iki kardeşler ötekinin adı Kazım. Geçinemeyince o malı satmak hatasını yapıyorlar. Hazıra para dayanır mı? Ondan sonra sefalete düşüyorlar. Küçük kardeşi daha aktif, dükkanlara sandallara isim yazarak harçlığını çıkarabiliyor, ama Derviş Bey onun kadar becerikli değil büyük bir sefalete düşüyor. Ve o Derviş Beyi, Derviş diye çağırmaya başlıyorlar. Sonuçta okul arkadaşı Mehmet Ertem’in fabrikasında zeytin küspesi üzerinde yalın ayak öldü.

 İkincisi doğduğu zaman altın leğen içinde yıkanırdı. Büyüdüğünde 3 kız 3 erkek çocuğu dünyaya gelir, bu bey de köylerindeki mallarından kovulmuş, İzmir istilası günlerinde hazır para yemiş ve mübadele ile Ayvalık’a gelmiştir. 1924 yılında devlet, 500 ağaç zeytin, güzel bir ev biraz da tarla verir. Ama bütün bu mal mülk fiilen çalışmak, yani iş ister, bu adam bey olarak yetiştirilmiş yıllarca işçileri kahyaları hizmetçileri vardı. Buraya yerleştikten sonra erkek oğullarının ikisi birer mağazaya tezgahtar, öteki oğlu da kahvede garsonluk yapmaya başlarlar. Evdeki kızlar, hanım efendi, bir şey yapacak durumda değiller, çocuklarının kazançları ancak kendilerine yetiyor, hiçbiri babaya yardımcı olamıyor. Bu malı kiralamak suretiyle geçinmeye çalışıyorlar. O devirde ben CHP bucak başkanıydım bir iş için belediyeye gittim. Belediye çıkışında belediyenin dükkanlarında kiracı olan ve hurdacılık yapan Süleyman Çetinsoy’u dükkânın önünde düşünür vaziyette gördüm. ‘Hayrola Süleyman ne düşünüyorsun’ dedim. Sormayın Ali Bey gelin içeriye de size bir şey göstereyim’ dedi. Dükkâna girdik duvarda olan bir çividen altı adet perde halkasını çıkarıp bana gösterdi. ‘Bunları görüyor musun’ dedi bunları az evvel Bey getirdi ve bana dedi ki ‘Süleyman Ağa al bu halkaları ne verirsen ver çünkü ekmek almak istiyorum.’ o acıyı hayatım boyunca unutmadım ve hala içimde hissediyorum.

 1919–1922 yılları arasında Fransız gözlemciler tarafından kendi ülkelerinin basınına aksettirmiş oldukları bilgilerle, yerli Rumların ve Yunan askerinin Anadolu halkına karşı yaptıkları kötülükler herkesin gözü önüne serilmiştir. Fransız ve İngiliz vapur personelinin Anadolu’dan kaçan Rum halkını İzmir Körfezi’nde gemilerine almamasının tek nedeni Fransız basınının kendilerini etkilemiş olmasıdır. Gemi personeli Rumların gemilerine binmemeleri için su sıkmıştır.

Resim 7-6 Ali Onay ve ailesi (Taylan Köken albümü)

 

 



[191] İzmir'deki Karantina semtinin ismi de buradan gelmektedir.

[192] 1914 nüfus sayımına göre Osmanlı İmparatorluğunda toplam nüfus 20.975.345, Rum nüfus ise 1.792.206.

[193] Varlık vergisi (1942), 6-7 Eylül 1955 İstanbul olayları ve Devlet politikaları sonucu 1923 sonrası İstanbul’da kalan Rum toplumu da İstanbul’u terk etti.

[194] 1924’te %20’ye çıkarılmıştır.

[195] Midillililerin

[196] Baskın Oran, bir sözlü tarih çalışması olan ‘Dalavera Memet'in Bodrum Tarihi’ adlı kitabında Giritlilerden kız alınmamasının nedeninin genel olarak Giritli erkeklerin son derece evine bağlı, yumuşak tabiatlı, kadınların ise aileye egemen ve hatta biraz ‘cazgır’ olmalarından kaynaklandığını öne sürmektedir.

[197] Tahiniscizade Mehmet Macit, anılarında, Girit'teki Müslümanların Rumca konuşmalarının asıl nedeninin buradaki Müslüman erkeklerin Rum kadınlarla evlenmeleri ve çocukların evde anneleri tarafından yetiştirilmeleri olduğunu belirtmektedir.

[198] Nenem ‘setreyi getir’ diyordu. Setre, babamın ceketi. Büyük varile 'lanca' deniliyor. Kuzine yerine 'maşinga', kürek yerine 'faraş' deniliyor. 'Nasılsın' denildiğinde cevaben ‘tururum kızım diyordu’ babam. Anne tarafım daha başka kibardı ama hepsinin güzel kelimeleri oldu. Zelzele deniyordu depreme. Horoza 'foroz' diyorlardı. Beceremiyorlardı, dil sürçmesi oluyordu. Mesela geç kaldın diyeceğine, ‘Nerde kaldın viri’ deniyordu.

[199] Sanatçı Rasim Öztekin’in Ayvalık’ta ev aldığı sırada yaşadıklarını, ‘Marangoza pencere yapmasını söylediğinde, ‘Şuracığa mı kolay, şuracığa da bir kapıcık yapayım sana’ dediğinde şaşırmış. Kahveye iner çay içmeye. Kahveci der; ‘içersin bir çaycağız.’ Meğer Ayvalık’ın şivesi buymuş.

[200] Nafi Bey Kumpanyası, Ayyıldız, Sadıkzade Biraderler, Bilecikzade ve Mahdumu, Kırzade Madülkavanza Şirketi, Yeni Türkiye Vapur Şirketi, Hacı Paşazadeler, Hasan Mahdumları, İbrahim Ethem Kumpanyası, İttihad-ıMilli Kumpanyası, Mustafa Reşit şirketi

[201] Gülcemal, Akdeniz, ReşitPaşa, Kızılırmak, Şam, Giresun, Ümit, Gülnihal, Bahrıcedit, Altay, Gelibolu, Bandırma, İnebolu, Nimet, Canik, Millet, Sulh, Sakarya, Ankara, Yeni Türkiye (Asya), İstanbul, Teşvikiye (Kurtuluş), Trabzon, Rize, Anadolu, Mahmut ŞevketPaşa, İstiklal, Mahmudiye, Sadıkzade, Karabiga, Dumlupınar, Timsah, Hacı Paşa, Kartal, Kırzade, Nilüfer Bozkurt, Rumeli, Sürat, Arslan, İsmet Paşa, Cumhuriyet, Turan, Milas, Girit.

Comments