4 - GİRİT VE İSYANLAR

İçinde eski dönemlerden Miken, Minos, Roma, Hellen, Bizans ve biraz da Arap kültürü barındıran Girit orijinal bir özellik gösterir. Orta çağın hemen sonrasında, bu kadim mirasın üstüne bir de Venedik ve Osmanlı kültürü eklenmiştir. Bütün bunlar Akdeniz yaşam biçimi ile birleşip bir Girit kültürü oluşturdu ve Akdeniz mirasının bir parçası oldu. Girit adası, Akdeniz ile Ege denizinin kucaklaştığı noktada, yüzünü Ege Denizi’ne çevirmiş bir uygarlığın beşiği idi. İlkçağlarda Minos uygarlığının doğduğu yer olması nedeniyle bu isimle anılan ada, sonraları Batı dillerinde Krete, Creta, Crete olarak adlandırılmıştır. Adanın Yunanca adı Kritis’tir, Türkler de Girit demişler. 8.259 km2 büyüklüğündeki adanın batı-doğu istikametinde uzunluğu yaklaşık 260 km. genişliği ise 15-50 km. arasında değişmektedir. Güney sahilleri sarp ve dik kayalıklardan oluşur ve liman özelliği gösterebilecek güvenli sığınaklar yoktur. Bu nedenle büyük şehirler ve limanların tümü kuzey kıyısında sıralanmıştır. Bunlar batıdan doğuya Hanya(Canea), Resmo(Rethymno), Kandiye(İraklio Candia Heraklio) ve Sitia(Estiye) şehirleridir. Kandiye, ilk çağlardan 19. yüzyılın ortasına kadar adanın merkezi olmuştur.

Resim 4-1 Girit haritası 

Minos, Miken ve Dor Dönemi (MÖ 3000-MÖ 69)

Girit adasının ilk sakinleri Küçük Asyalı[67] idiler. Yunanistan ilk bronz dönemini yaşarken, güneydeki verimli Girit adasında daha gelişmiş bir kültür ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu uygarlık, sonraki yüzyıllarda denizci, tüccar ve zengin bir kavim olarak tanınan Minos Uygarlığı ’dır. Bunlar milattan önce 3.000 ile 1.400 yılları arasında Minos uygarlığını yaratmışlardı. Bu medeniyetin kalıntıları Kandiye’nin yakınında Knossos’ta meydana çıkarılmıştır. Minos uygarlığı olarak tanınan bu yüksek uygarlık Hellen uygarlığından çok öncedir ve ona altyapı hazırlamıştır. MÖ 3000-1400 yılları arasındaki bu uygarlık ile Anadolu’daki aynı dönem uygarlıklar benzerlikler göstermektedir. Bu nedenle arkeologlar iki bölge arasında bir göç olabileceği tezini öne sürmektedir.

Girit Minos uygarlığı, MÖ 2700 ile 1450 yılları arasında en parlak dönemlerini yaşadı. Bu uygarlığa atfen tüm dünyada yaygın olarak kullanılan Minos adı, Yunan mitolojisinde Zeus ile Europa’nın oğlu olduğu kabul edilen kral Minos’tan esinlenerek İngiliz arkeolog Arthur Evans tarafından türetilmiştir. Tarihçilerce kabul edildiği gibi bu kültür, sonraki Aka (Miken) medeniyetini sosyo-kültürel olarak etkilemesi ve doğu-batı kültürleri arasında bir taşıyıcı rol üstlenmesi açısından Avrupa tarihinin ilk gelişmiş uygarlığı kabul edilir. Bu nedenle de Yunan tarihi içerisinde işlenir. Ancak buradaki halk, sonraki Hint-Avrupalılardan sayılan antik Greklerden (Yunanlar) farklı bir halktır.

Resim 4-2 Solda Minos sarayı kalıntıları, sağda sarayın rekonstrüksiyonu. Minos uygarlığı demir çağına kadar gidiyor.

Minos uygarlığının sonunu getiren olay ise MÖ 1650-1450 yılları arasında Doğu Akdeniz’de yaşanan ve Minos veya Santoron patlaması olarak bilinen volkanik patlamadır. Yazılı tarihin bilinen bu en büyük patlaması sonucu büyük ekonomik kayıplara uğrayan uygarlık, MÖ 1400 yılında Pelopones’ten gelen Akhalı (Miken) savaşçılarının saldırısına uğramış ve tarihe karışmıştır. Akhaların hemen ardından Balkanlar’ı ve Yunanistan’ı istila eden Dorlar büyük topluluklar halinde Girit’e akın ederek burada yaşayan yerli halkı toprağa bağladı ve köle haline getirdi. Bundan sonra Girit, aralarında bağlar bulunmayan birtakım kent devletlerine bölündü. Dorlar ilk egemenliklerini Girit’te kurduktan bir nesil sonra Mora Yarımadası’na da egemen oldu. Ada MÖ 1049’dan MÖ 190’a kadar Dorların hakimiyetinde kaldı.

Resim 4-3 Minos Sarayı kadın ve erkek akrobatların boğanın üzerinden atlamasını gösteren duvar resmi. 

Roma Dönemi (MÖ 69-MS 395)

Adanın Roma İmparatorluğu egemenliği altına alınması MÖ 69-67 yıllarına rastlar. Girit, Roma İmparatorluğu’nun tahıl ambarı oldu, askeri ve iktisadi bir üs olarak kullanıldı. Romalılar İtalya’dan emekli askerleri getirip Knossos bölgesine yerleştirdiler. Ziraatın gelişmesine önem verdiler ve bilhassa Mesera ovasında elde edilen tahılın çoğunu Roma’ya nakledip, ihraç ettiler. Buğday üretildiği müddetçe Girit onların tahıl ambarlarından biri olarak kaldı. Minos ve Dor kanunlarının yerini Roma kanunları aldı. Romalılar korsanlığı önlemek için dört oturaktan fazla gemi kullanılmasını yasakladı. Mısır, Roma hâkimiyeti altına girdikten sonra Girit adası Barkè (Berka) ve Bingazi eyaletleriyle birlikte bir Roma eyaletini meydana getirdi. Daha sonra Büyük Konstantin tarafından İllyria (Selânik) eyaletine dahil edildi. Roma İmparatorluğu 395 yılında bölününce Doğu Roma’da(Bizans) kalan Girit, imparatorluğun Illyricum[68] vilayetine bağlı idi.

Bizans Dönemi I (395-824)

Girit’te Bizans egemenliği iki farklı dönemde yaşanmıştır. Bunların ilki 395 yılından Arapların adayı ele geçirdikleri 824 yılına kadar yaklaşık 430 yıl sürmüş, ikinci Bizans dönemi de 961 yılından 1204’e kadar devam etmiştir. Bizans döneminde yerli nüfusun çok büyük bir kısmı Rum-Ortodoks idi. Kent merkezinde az sayıda Yahudi nüfusun varlığı da bilinmektedir. Girit Kilisesi, erken Bizans döneminde Güney Balkanlar’daki 12 başpiskoposluk bölgesinden birisiydi. Önceleri Roma’ya bağlı olan kilise daha sonra Konstantinapolis’e bağlandı.

Arap Egemenliği Dönemi (824-961)

Girit’e yönelik ilk Arap akınları Emevîler zamanında oldu. Muâviye döneminde her yıl Akdeniz ve Ege’de deniz seferlerine çıkan Arap ordusu 673 yılında Girit’e bir sefer düzenleyip köy ve kasabaları yağmaladıktan sonra geri döndü. Girit adasına yapılan bu ilk İslâm akınını diğerleri takip etti. I. Velîd döneminde (705-715) Akdeniz’deki birtakım adalar (Malta, Mayorka ve Minorka) zaptedildiği sırada Girit adasına da bir miktar kuvvet gönderilerek bazı mevkiler ele geçirildi. Ancak sonradan ada elden çıktı. Emevîler döneminde yapılan bu akınlar Abbâsîler devrinde de sürdü. Halife Hârûnürreşîd (786-809) Girit’e sefer yaparak bazı yerleri zaptetti. Bizans İmparatoru II.Mihail (820-829) dönemi Bizans İmparatorluğu için önemli karışıklıkların yaşandığı bir zaman oldu. Adanın araplar tarafından tamamıyla fethi, Halife Me’mûn döneminde (813-833) Ebû Hafs Ömer tarafından gerçekleştirildi. Endülüs Emevî Hükümdarı Hakem b. Hişâm zamanında Kurtuba’da çıkan isyan üzerine 818’de Endülüs’ten sürülen Araplar 10 yıla yakın İskenderiye’de kaldıktan sonra 827 yılında Me’mûn’un yeni Mısır valisi İbn Tâhir tarafından şehri terketmek zorunda bırakıldılar ve reisleri Ebû Hafs Ömer kumandasında kırk parça gemiyle Girit’e gelerek adayı adım adım zaptetmeye başladılar. Bu şekilde Girit’te yerleşen Araplar burada Rabazulhandak (Kandiye) şehrini kurdular. Girit adası yaklaşık 140 yıl Arap yönetiminde kaldı.

II. Bizans Dönemi (961-1204)

Bizans için Girit’in kaybı sadece bir prestij kaybı değil ticaret yollarının da kaybı demekti. Bu nedenle Bizans yönetimi adayı geri almak için birçok kez çeşitli siyasî ve askerî teşebbüslerde bulundu. Sonunda 960 yılında İmparator II.Romanos döneminde General Nikephoros Phokas bir yıl süren kuşatmanın sonunda 6 Mart 961’de Kandiye’yi ele geçirdi. Ardından kısa sürede diğer kentler de Bizans kontrolüne girdi. Böylece Bizans İmparatorluğu adaya ikinci kez sahip oldu. 23 yıl süren II.Bizans dönemi kimi zaman barış kimi zaman da merkeze karşı ayaklanmalarla geçti. Adanın müslüman halkının bir bölümü burayı terketti, önemli bir kısmı ise din değiştirmeye zorlandı. 827’den 961’e kadar ada da Ebû Hafs Ömer’in ailesinden gelenler hüküm sürdüler ve kendi adlarına para bastırdılar. Son emîr Abdülazîz b. Şuayb olup Bizans kaynaklarında adı Kouroupas şeklinde zikredilmekte ve ailesiyle birlikte İstanbul’a götürüldüğü, oğlu Anemas’ın din değiştirerek Bizans ordusunda hizmet ederken 972’de öldüğü belirtilmektedir. İslâm hâkimiyeti sırasında Girit ile Endülüs arasında ekonomik ve kültürel münasebetler devam ettirilmiş ve Kandiye önemli bir ilim ve kültür merkezi olmuştur. 150 yıla yakın bir zaman geçtikten sonra yeniden kurulan Bizans idaresi sırasında ada halkı tamamen hıristiyanlaştırıldı. Ancak buna rağmen ada da sık sık isyan çıktı ve halk vergi vermekten kaçındı. II.Bizans döneminde Girit, Akdeniz ticaretinde doğu yolunun en büyük ve en önemli duraklarından biri haline geldi.

Venedik Dönemi (1204-1669)

Girit, 1202 yılında IV. Haçlı Seferi sırasında Bizans İmparatorluğu arazisi bölüşülürken Montferrat[69] Markisi Boniface’ın[70] payına düştü. Fakat Boniface ada da karşılaşacağı güçlükleri dikkate alarak onu satmaya karar verdi. Bundan haberdar olan Cenevizliler adayı satın almak istedilerse de karşılarında rakip olarak Venediklileri buldular. Marki Boniface, 12 Ağustos 1204’te yapılan bir anlaşma ile Girit’i 100 bin gümüş karşılığında Venedik doçu Enrico Dandolo’ya bıraktı. Girit’e yerleşen Venedikliler adadaki hâkimiyetlerini sürdürmek için tıpkı Romalılar gibi İtalya’dan bir kısım halkı getirterek buraya yerleştirdiler. Sahil şehirlerinin tamamını tahkim ettikleri gibi adanın iç kısmında da müstahkem kaleler yaptılar, küçük garnizonlar kurdular. Ada Hanya, Resmo, Kandiye ve Sitia idarî bölgelerine ayrılmıştı. Adanın savunmasını ve güvenliğini temin için ayrıca 20.000 kişilik bir ordu bulunduruluyordu. Venedikliler tahıldan üçte bir oranında bir vergi aldıktan sonra arazi sahiplerinin pazarlayacakları tahılın satış fiyatını da belirlemekte, tahılın başka yerlere nakil ve ihracını birçok işleme tâbi tutmakta ve böylece arazi sahipleri üzerinde tam bir baskı uygulamaktaydılar. Venedik hükümeti tarafından diğer mahsullerden de ağır vergiler alınmış, ayrıca köylülerin her biri yılda bir defa belli bir miktar para ve bundan başka diğer birçok aidatı ödemekle de yükümlü tutulmuştu. Bu baskıdan sadece halk değil aynı zamanda Ortodoks ruhban sınıfı da etkilendi. Katolikler, Ortodoks kilisesinin emlâk ve mallarına el koydular. Bu durum karşısında Cenevizlilerin de tahrikiyle çıkan ilk isyandan sonra 150 yıl süresince yirmiden fazla ayaklanma baş gösterdi. Bunların bastırılması Venediklilere oldukça pahalıya mal oldu. Fakat her defasında isyanlar gittikçe artan bir şiddetle bastırıldı. Bunun üzerine ada halkı dışarıdan ve özellikle Cenevizliler’den yardım ümitlerini kesince kendilerine felâket getirmekten başka bir işe yaramayan bu ayaklanmalardan vazgeçerek XIV. yüzyılın sonunda Venedik idaresine tam anlamıyla boyun eğmek mecburiyetinde kaldılar. Birçoğu da İslâm ülkesinde yaşamayı tercih ettiklerinden Mısır’a giderek oraya yerleştiler.

Venedik Cumhuriyeti, Girit’i almakla Doğu Ticaretinde Ceneviz’in bir adım önüne geçti. Dört buçuk asırdan uzun süren Venedik döneminde çok önemli değişimler yaşandı. Girit, Venedik Cumhuriyeti’nin doğudaki ticari ve askeri merkezi oldu. Aynı zamanda Venedik korsanları için sığınak, Venedik’in Akdeniz ticareti için lojistik merkezi ve ileri karakolu idi. Arapların eski Knossos şehri yakınlarında Kandiye şehrini kurmaları gibi Venedikliler de 1250 yılında eski Kidonya şehrinin üzerine Hanya şehrini kurdular. Aynı yüzyılın sonuna doğru Venedikliler Resmo kalesini inşa ettiler. 14. yüzyılda Venediklilerin başta Menteşe Beyliği olmak üzere Batı Anadolu beylikleriyle çok yoğun bir ticari ilişki içerisinde olduğu bilinmektedir. Osmanlı denizcilerinin ve korsanlarının Girit Adası için yıkıcı bir tehlike olması Kanuni Sultan Süleyman döneminin donanma komutanı Barbaros Hayrettin Paşa dönemindedir. Hayrettin Paşa’nın ilk saldırısı 1533 yılında gerçekleşti. Daha sonraki yıllarda da defalarca adaya saldırılar yapılıp yağmalandı ve köleleştirilecek binlerce esir alındı.

Osmanlılar Girit’i Alıyor

Girit adasına Türk akınlarını 1340’lı yılların başlarında Aydınoğulları Beyliğinden Umur Bey 300 gemi ile başlatmıştı. Daha sonra 1469’da Girit kentleri Osmanlı hücumlarına maruz kaldı. Akdeniz’i bir Türk gölü haline getirmek isteyen Barbaros Hayrettin Paşa’nın 1538’de Girit sahillerini kontrolü altına almasıyla Girit dışarıdan yardım alamaz, ticaret yapamaz bir yer oldu. 1567 yılında Sultan II. Selim döneminde Kıbrıs’ın fethi sırasında Girit’e de akınlar yapıldı ama alınamadı. Osmanlı için Rodos ve Kıbrıs’ın alınmasından sonra sıra artık Girit’e gelmişti. Ancak 17. yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı yönetimi ortaya Girit ile ilgili net bir politika koyamadı. Ada sürekli olarak Osmanlı korsanları tarafından vuruldu ve açık bir hedef olarak görüldü. Sultan IV. Murat döneminde Venedik ile barış halindeyken Cezayir ve Tunus korsanları Girit’i basıp, Avlonya’ya sığındıkları zaman Venedikliler, anlaşmayı hiçe sayarak kenti talan etmişler, kaleyi ve kale içindeki camiyi yıkmışlardı. Bu hareket Girit’in fethi için ilk sebeplerden birini teşkil etmiştir. İkinci olay da Sultan İbrahim döneminde Mısır’a gitmekte olan emekli Harem Ağası Sümbül Efendi ile Mekke Kadısı Bursevi Mehmet Efendi’nin kadırgasının Girit yakınlarında Malta korsanlarınca ele geçirilmesi, malların alınıp Girit’e getirilmesi, Sümbül Ağa’nın öldürülmesi ve Girit’teki Venedik yöneticisinin bu korsanlara bir şey yapmamasıdır. Bu olay Osmanlı yönetimine beklediği fırsatı verdi. Sultan İbrahim ne pahasına olursa olsun Girit’i fethetmeye karar verdi. Böylece çeyrek asır devam edecek olan Venedik savaşı ve Girit’in fethi başlamış oldu. 1645 yılında Sultan İbrahim döneminde başlayıp ancak 1669 yılında IV. Mehmet döneminde başarıya kavuşan Girit savaşı 23 yıl sürmüştü.

Köprülü Fazıl Ahmet Paşa

Girit seferine karar verilince serdarlığa Kapudan Yusuf Paşa tayin edildi. İkiyüz kadırgadan oluşan Osmanlı Donanması 30 Nisan 1645’te İstanbul’dan denize açıldı. Osmanlılar Hanya’yı 54 gün süren kuşatmanın ardından 22 Ağustos’ta aldılar. Başlangıçta elde edilen bu başarılar büyük ümit verdi. Fakat Venedik’in Çanakkale Boğazı’nı ablukaya alarak deniz yoluyla Girit’e kuvvet gönderilmesine engel olması yüzünden savaş uzadı. İstanbul’a dönen Hanya fatihi Yusuf Paşa adayı terk eden Venediklilerin hazineleri ile adayı terk etmelerine izin verdiği gerekçesiyle idam edildi. Onun yerine önce Siyavuş Paşa ertesi yıl ise Mehmet Paşa serdarlığa atandı. Mehmet Paşa’nın da kısa süre sonra vefat etmesinden sonra Girit serdarlığına Deli Hüseyin Paşa getirildi. 1646 yazında önce Resmo kuşatması başladı. 16 Kasım’da da Resmo’nun fethi tamamlandı. 1645-1648 yılları arasında adanın büyük bir kısmı Osmanlı egemenliğine girdi. Ancak Girit’teki Osmanlı askerlerinin iaşe problemleri, maaşların geç ödenmesi askerler içinde huzursuzluğa neden oldu. Merkeze çağrılan Deli Hüseyin Paşa padişahın emriyle katledildi. Girit Savaşı’nı sonlandırmaya kararlı olan Vezir-i Azam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa savaşı bizzat yönetmek üzere Girit’e geldi. 1667 yılının mayıs ayında Girit Savaşı’nın en kanlı son evresi başladı. İki yıldan uzun süren savaş özellikle lağım savaşlarıyla ünlüdür. Kandiye Kalesi’ne sıkışan Venedik askerleri kaleyi kaybetmemek için var güçleriyle direndiler. Venedik Cumhuriyeti’nin son umudu Fransa’dan gelecek yardımdı. 1669 yılının haziran ayında Tolon’dan hareket eden 126 parçalık Fransız Donanması Kandiye önlerinde demirledi. Fransızlar 20 bin kişiyle yaptıkları taarruzda büyük kayıplar verdiler. Sonuçta 22 Ağustos’ta birleşik Fransız, Vatikan ve Malta donanması adayı terk etti. Yaklaşık 20 gün süren görüşmelerin ardından 6 Eylül 1669’da imzalanan barış antlaşması ile Kandiye Osmanlıya teslim edildi. 4 Ekim günü Kandiye fatihi Vezir-i Azam Köprülüzade Fazıl Ahmet Paşa görkemli bir törenle kente girdi. Tüm savaş sırasınca Osmanlı’dan 110 bin ile 140 bin arasında asker ölmüştü. Lamartin‘e göre Girit'in fethinde verilen şehit sayısı üç yüz bin kişidir.

Çeyrek asır süren bu savaşın bu kadar uzun sürmesi üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur. 17. yüzyılın ortasında çok önemli problemlerle uğraşan Osmanlı yönetimi kendisini çeyrek asır süren zorlu bir savaşın içinde buldu. Babıali’deki çekişmeler, siyasi istikrarsızlık devleti zor durumda bırakmıştı. Savaşa karar veren padişah Sultan İbrahim’in (saltanatı 1640-1648) akıl sağlığının yerinde olmaması nedeniyle kısa süren saltanatı[71], IV. Mehmet’in 7 yaşında küçük bir çocuk iken tahta çıkması, yetişkin hale geldikten sonra da vaktini av partilerinde geçirmesi merkezi iktidarda sorunlar oluşturdu. Valide Kösem Sultan’da iktidar boşluğunu dolduramadı. Çeyrek asır süren savaş zaten oldukça zor durumda olan Osmanlı maliyesine büyük bir yıkım getirdi. Girit savaşı boyunca Osmanlı bütçesi hep açık verdi. Artan masraflar için Anadolu ve Balkanlar’daki vergi mükelleflerine ek vergiler yüklendi. İstanbul’da birçok isyan yaşandı. Girit Savaşları Osmanlı donanmasını ise olumlu yönde etkiledi. Bu savaşlara kadar Osmanlı donanmasının temelini kadırgalar oluşturuyordu. Bu gemiler manevra kabiliyetleri yüksek ve hızlı olmasına karşın zayıf, alçak ve fırtınaya dayanıklı değildi. Avrupa’da yaygınlaşan yelkenli kalyonlar ise daha güçlü, yüksek, daha çok asker taşıyabilen daha modern gemilerdi. Bu savaş sırasında Osmanlılar İtalyanlardan kalyon yapmayı öğrendiler. Girit’in yitirilmesiyle birlikte 18. yüzyıl Akdeniz’i Venedik Cumhuriyeti için bir egemenlik bölgesi olmaktan çıktı. Papa IX. Clemens Girit’in Türklerin eline geçmesini Hıristiyan aleminin ortak felaketi olarak ilan etti. Öte yandan Venediklileri Akdeniz’den uzaklaştıran güç sadece Osmanlı İmparatorluğu değildi. 16. yüzyıldan itibaren Akdeniz’de varlık gösteren İngiltere, Fransa ve daha sonra Hollanda, Venediklileri Akdeniz’den uzaklaştırmanın yollarını arıyorlardı. Osmanlı ile savaşları sırasında Girit’e ciddi bir yardımda bulunmadılar. Akdeniz de bu devletlerin kontrolüne girdi.

Kavalalı Mehmet Ali Paşa Dönemi

3 Şubat 1830’da Londra Protokolü ile Yunanistan bağımsız bir devlet olarak kurulduğu halde Girit Yunanistan’a bağlanmamış ve Osmanlı yönetiminde bırakılmıştı. Girit Rumlarının Yunan devleti çatısı altında olma tutkusuna rağmen adanın bu yapının dışında kalması yeni bir ayaklanmaya neden oldu. Osmanlı Devleti isyanı bastırmak için Mısır Hidivi Mehmet Ali Paşa’dan yeniden yardım istedi. İsyanı bastırması karşılığında kendisine Girit, Suriye ve Trablusşam[72] valilikleri vaat edilmişti. Fakat sonuçta sadece Girit valiliği verildi. Mehmet Ali Paşa’nın adadaki yönetimi on yıl kadar sürdü. Öncelikle asayiş sağlandı, genel güvenliği bozanlar sert şekilde cezalandırıldı. Girit’in Mısır’a bağlı olduğu bu dönemde Kuzey Afrika’dan adaya nüfus getirilip yerleştirildiği de bilinmektedir. Mısır’dan, Libya’dan gelen bu insanlar çoğunlukla zengin Müslüman ailelerin yanında çalışmak amacıyla adaya gelmişlerdi. Girit on yıl kadar Mısır yönetiminde kaldıktan sonra, 15 Temmuz 1840’ta imzalanan Londra Antlaşması ile yeniden Osmanlı yönetimine verildi. Adanın Mısır yönetiminde olduğu sırada Mehmet Ali Paşa’nın muhafızı unvanıyla görev yapan Mustafa Naili Paşa’ya ömür boyu Girit valiliği verildi.

1800’lerden başlayarak nüfus dağılımı Yunanistan’dan gelen göçlerle tam tersine döndü ve nüfusun çoğunluğu Hıristiyan oldu. Bağımsızlık söylemleri de tam bu dönemde başladı. Osmanlıların Kandiye’nin fethinden Mora ihtilalinin başlangıcına kadar geçen 150 yıllık bir zaman zarfında Girit’te önemli bir hadise olmadı. Fakat Çar Petro ile başlayıp gittikçe şiddetini arttıran Rus tahrikleri, Fransız İhtilali ile uyandırılan milliyetçilik duyguları, bunların yanında Osmanlı Devleti’nin günden güne bozulan ve zayıflayan iç idaresi, Hıristiyan tebaa arasında baş gösteren ayrılma arzusu ve nihayet Yunanlıların kurdukları Filiki Eteria Cemiyeti’nin propagandası Girit’te sükunetin sona ermesine yol açtı. Osmanlı Devleti, Tepedelenli Ali Paşa isyanını bastırmakla meşgul olduğu bir sırada Mora, Adalar ve Ege kıyılarında Rumlar tarafından 1821 Temmuz’un da Ramazan Bayramı’nda çıkarılan isyanlar Girit Adası’na da sıçradı. Hanya sancağına bağlı dağ köylerindeki gayri Müslimler, Türk Müslüman kasaba ve köylerine saldırdılar. Girit’te sükûn ve asayişin yeniden teminini Babıali’nin görevlendirdiği Mısır Hidivi Mehmet Ali Paşa halletti. 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı'ndan sonra 1830'da Yunanistan bağımsız oldu. Girit gayri Müslimleri, 1830 yılında üç koruyucu devlet (İngiltere, Fransa, Rusya) tarafından kurulan Yunan Krallığı’na Ada’nın ilhak edilmediğini görünce tekrar ayaklandılar. Mısır Hidivi Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa isyanı bastırdı. Ardından gelen on yıl boyunca önemli bir gelişme olmadı. Babıali 1840 yılında Girit eyaleti yönetimini isyanın bastırılmasında gösterdiği başarıdan dolayı Mısır Hidiv’i Mehmet Ali Paşa’nın Girit’teki ordusunun komutanı ve oğlu Mustafa Paşa’ya verdi. Fakat kısa bir süre sonra Ada’nın reayası buraya tekrar dönmüş olan Yunan mültecileri tarafından isyana teşvik edildi. Ayaklanma, 1841 yılının ilk aylarında Ada’ya gönderilen askeri yardımla kolayca bastırıldı.

Resim 4-3 Resmo limanı

 Osmanlı Yönetiminde Girit

Türkler Hanya’yı kuşattığı zaman özellikle kırsal kesimde yaşayan yerli Rumlar, Venediklilere karşı Osmanlıları destekledi. Bazıları Müslüman olup Osmanlıya katıldı. Zaten uzunca bir süredir ada da Ortodoks yerel halk ile Katolik Venedikliler arasından bir çekişme vardı. 1645-1669 yılları arasında Kandiye şehri dışında Girit’te Osmanlı yönetimi kurulmuştu. 1650 yılında genel bir sayım[73]yapıldı. Çok sayıda insan zorlama olmadan Müslüman olmaya başladı. Bunun bir tamamlayıcısı olarak Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında evlilikler görülmeye başlandı. Ada da mülki, adli, mali görevlilerin yanı sıra çok sayıda askeri görevli mevcuttu. Özellikle şehir merkezlerindeki ve taşradaki kalelerde çok sayıda yeniçeri askeri görev yapıyordu. Bu yeniçerilerin birinci grubu merkezden gönderilmiş olan kapıkulu askerleriydi. Diğer grup ise yerli yeniçerilerdi. Bunlar yerli halkın içinden gönüllü olarak yeniçeri ocağına yazılanlardan oluşuyordu. Yerli halkın çok büyük bir kısmı Ortodoks olduğu için bu askerlerin neredeyse tamamı İslam dinine yeni girmiş olan yerli din değiştirenlerdi[74]. 

Adadaki en büyük kent ve liman Arap egemenliği döneminde kurulan Kandiye idi. Şehir yine Arap egemenliği döneminde inşa edilen büyük surlar ile çevrilmişti. İkinci büyük kent, Osmanlılarca ilk fethedilen adanın batısındaki Hanya idi. Venedikliler tarafından inşa edilen kentin etrafını çevreleyen büyük surların batısında iç kale bulunmaktaydı. Üçüncü büyük kent Kandiye ve Hanya’nın arasında olan Resmo’dur. Kentin etrafı tüm Ortaçağ şehirlerinde olduğu gibi dış surlar ile çevrilidir. Bu kentlerin dışında Sitia ve Yerapetra da ikincil derecede önemli yerleşimlerdir.

Girit, yaklaşık 250 yıl Osmanlı egemenliğinde kaldı. Adanın Osmanlı yönetiminden çıkışı adım adım gerçekleşti. Bu sürecin başlangıcı adaya özerk yönetimin verilmesi, Yunan Kralının oğlunun vali olarak atanması ve tüm denetimin Büyük Devletler’e terk edilmesidir. Bu süreçte Girit, kâğıt üzerinde Türk hakimiyetinde kaldı ve görüntüde statükonun korunması adına Avrupa devletlerinin her müdahalesi kabul gördü. 19. yüzyılın sonunda fiilen Osmanlı egemenliğinden çıkmış olan adanın bu statükosunun uluslararası hukuk açısından da tescili Balkan Savaşları sonunda Londra Antlaşması ile gerçekleşti. Giritli Müslümanlar kimliklerini yeniden inşa ederken Girit ile kültürel bağlarını koparmadan, yeni kurulan ulus-devletin kolektif kimliği içinde kendilerine Girit Türkleri adını verdiler. 

Nüfus ve Sosyal Doku

Osmanlı dönemi öncesinde adanın Venedik yönetimine girmesinden kısa bir süre sonra nüfusun 275 bin civarında olduğu düşünülmektedir. Osmanlı döneminde büyük bir değişiklik yaşanmamıştır. 1670 sayımlarına göre toplam nüfus 200 bin civarındadır. Savaş sırasında 80 bin kişilik bir nüfus azalması olmuştur. Nüfus 1808 yılında 278 bine, 1821 yılında da 266 bine ulaşmıştır. Adanın etnik yapısının temelini oluşturan sayısal çoğunluğu sahip birinci unsur, yerli Ortodoks Rumlardır. Müslüman cemaatin önemli bir kısmını Müslümanlığı kabul eden bir başka deyişle ihtida (dininden dönerek Müslüman olan) eden yerli Rumlar oluşturmaktaydı. Normalde cemaatler arası evlilik toplumlar arasında çok nadir rastlanırken Girit bu açıdan da farklılık göstermiştir. Girit’te cemaatler arası evliliklere çok sık rastlanılmıştır. Kadı defterlerinde çok sayıda Müslüman erkek ile Ortodoks kadının nikah akdi görülmüştür. Gayrimüslim kadınlar ile evlenenlerin önemli bir kısmı yerli yeniçerilerdir. Ada alındıktan sonra Girit’e başka birçok yerde yapıldığı gibi Anadolu’dan sürgünler yapılmamıştır. Osmanlı hukuku gayrimüslim bir erkek ile Müslüman bir kadının evlenmesine asla müsaade etmiyordu. İslam hukuku açısından bir Müslüman erkeğin bir gayrimüslim kadınla evlenmesinden doğan çocuklar babalarına tabi oldukları gerekçesiyle doğuştan Müslüman kabul ediliyordu. Ayrıca Müslümanların hizmetinde olan köle ve hizmetlilerin de Müslümanlığa dönmeleri dikkat çekicidir.

Dil Kültür

Tüm adanın konuştuğu ortak dil Yunancanın Dor lehçesidir. Ada halkının ister Müslüman olsun ister gayrimüslim olsun ortak anadilleri Rumcadır. Ancak devletin tüm resmi kayıtları Türkçedir. Önemli bir nokta da fetihten sonra hiçbir yerin orijinal adı Türkçe ad ile değiştirilmemiş olmasıdır. Girit’te Müslümanlar ve Hıristiyanlar, Osmanlı’nın birçok yerinde olduğu gibi kalın çizgiler ile ayrılmış olarak yaşamıyordu. Müslümanların kültürü ile Ortodoksların kültürü birbirine çok uzak değildi. Kentlerde Müslüman mahallesi, Rum mahallesi oluşmamış, karışık yaşamışlardır. Buna karşın Yahudilerin ve Ermenilerin Venedik döneminden itibaren ayrı gettolarda yaşamaları Osmanlı döneminde de devam etmiştir. Girit’te yaşanan ilginç ayrımcılıklardan birisi, bir süre uygulanan, hamamda gayrimüslimlerle Müslümanların karışmasını engellemek için gayrimüslimlerin kollarına çıngırak takmaları zorunluluğuydu. Bir diğer ayrımcılık da ata binerken uzun eğer yerine palan[75] kullanmalarıydı. Girit’te diğer vilayetlerde olduğu gibi gayrimüslimlerin ata binmesi yasaklanmamış sadece at koşumlarının Müslümanlar gibi olmasına kısıt getirilmiştir. Aile adlarının sonunda yer alan -aki ya da -daki eski Girit’e özgü bir gelenektir. 19. yüzyıldan itibaren yaygın bir şekilde -aki yerine -zade kullanıldığı görülmektedir.

Ekonomi

Adanın kuzey kıyıları güney kıyılarına göre iki misliden fazla yağış alır. Bu nedenle tarım daha çok kuzey kıyıları boyunca yaygınlaşmıştır. Kıyılar zeytin ağacı ve keçi boynuzu ağacının yoğunlaştığı kesimlerdir. Alüvyonlarla kaplı olan içerideki ovalar[76] da ise buğday, mısır, tütün, pamuk, turunçgiller ve muz yetiştirilir. Girit’te tarımın yanı sıra küçükbaş hayvancılık da önemli bir sektördü. Zeytin ada tarımındaki en önemli üründü. Şehirli nüfusun büyük bir kısmını toprak sahipleri grubunu oluşturan Müslümanlarla ticaret ile uğraşan Rumlardan oluşuyordu. Şehirli nüfusun ekonomik refahını önemli ölçüde artıran bir etmen de 18. yüzyıldan itibaren sabun endüstrisindeki gelişmedir. Venedik’in özellikle ilk dönemlerinde tarımsal organizasyon plantasyon düzeninde merkeze sömürü aktarma şeklindeydi. Osmanlı döneminde ise tarım organizasyonu bireysel ve küçük işletmeler şeklindeydi.

Girit, Venedik egemenliği altındayken, verimli bağlarından üretilen tatlı şarabıyla Batı dünyasının gözdesiydi. 15. ve özellikle 16. yüzyıllarda bağcılık diğer tarımsal ürünlerin aleyhine oldukça gelişmişti. Çok kaliteli Malvazia şarabı Almanya, İtalya, Fransa ve İspanya’ya ihraç ediliyordu. Mesara Ovası’nda geniş bir alanda üzüm üretimi yapılıyordu. 16. yüzyıldan sonra adadan sağlanan şarap geliri önemini yitirdi ve ada Venedik yönetimi açısından ileri bir karakol haline geldi. Venedik’in, Doğu Akdeniz’de Osmanlılarla giriştiği mücadelede denizcilerinin tahıla ve peksimete ihtiyacı vardı. Bu nedenle adadaki bağlar sökülerek hububat üretiminin artırılmasına gidildi. Bir dönem efsane şaraplarıyla ünlü ada artık bir tahıl deposuna dönüşmüştü. Osmanlı döneminde de tarımsal üretimde bir değişiklik yaşandı. Üzümün yerini zeytin, şarabın yerini zeytinyağı ve sabun aldı. Aslında bu değişim Venedik’in son dönemlerinde başlamıştı. Adada zeytin ağacı kutsal ağaç[77] ve zeytinyağı da güneşin suyu olarak tanımlanmıştır. Girit’te hayvancılıkta önemli bir sektördü. Giritlilerin agrımi veya krikri dedikleri, yüksek dağlarda yaşayan bir yaban keçisinin eti yerel halk tarafından çok sevilip tüketilmekteydi. Ayrıca derisi de çok rağbet görmekteydi. Bir diğer önemli sektör de arıcılıktır. 1650 yılında adada 88.450 kovan vardı. İstanbul’un zeytin ve zeytinyağı iaşesinin %80’i Midilli, Ayvalık ve Edremit’ten karşılanırken sabun ihtiyacının tamamı Girit’ten sağlanmıştır. Bunun nedeni Girit yağının sabun üretimine daha uygun olmasıdır. Girit’te pamuk ve keten üretiminin yanı sıra önemli ölçüde ipek, küçükbaş hayvancılığın yaygın olmasından ötürü de yün üretiliyordu. Bu üretim için kullanılan çok sayıda pamuk ve ipek çarhları vardı. Özellikle hışlama ismi verilen ve Kandiye’de yapılan beyaz renkli ipek kumaş çok kullanılıp seviliyordu. Ayrıca Resmo kazası Hıro manastırı köyü yakınında ilginç bir çamur vardı. Köylüler satın aldıkları kumaşları bu çamurda yirmi dört saat beklettikten sonra kumaşlar koyu mavi bir renk alıyordu. Bu renk öylesine sabit ve etkiliydi ki elbise eskiyinceye kadar hiç solmazdı.

Muhtariyete kadar Girit

1670 antlaşmasıyla Girit Adası Osmanlı yönetimine girmişti. Ne var ki adanın etrafındaki Suda, Gramvousa ve Spinalonga adaları Venedik yönetimine bırakılmıştı. Venedik Mora’yı aldıktan sonra Girit üzerindeki hayallerini sürdürdü. Nihayet 1715 Mora savaşı ile Venedik Cumhuriyeti sadece Mora’yı değil elindeki üç adayı da Osmanlılara bırakmak zorunda kaldı. Osmanlı hâkimiyeti altında Kandiye’nin fethinden Mora ihtilâlinin başlangıcına kadar geçen 150 yıllık bir zaman zarfında Girit’te önemli bir hadise vuku bulmadı. Fakat Çar Petro ile başlayıp gittikçe şiddetini arttıran Rus tahrikleri, Fransız İhtilâli ile uyandırılan milliyetçilik duyguları, bunların yanında Osmanlı Devleti’nin günden güne bozulan ve zayıflayan iç idaresi, hıristiyan tebaa arasında baş gösteren ayrılma arzusu ve nihayet böyle bir cereyanı gerçekleştirmek üzere Rumlar’ın kurdukları Heteria Cemiyeti’nin propagandası Girit’te sükûnetin sona ermesine yol açtı. Girit’te Yunan Ayaklanması’nın ilk işaretleri 1820 yılı başlarında ortaya çıktı. İlk anda sıradan asayış olayları gibi görünen gelişmeler reayanın bu olaylara katılmasıyla kitlesel hale geldi. Osmanlı Devleti Tepedelenli Ali Paşa isyanını bastırmakla meşgul olduğu bir sırada Mora ve Adalar’da, bilhassa Çamlıca ve Suluca’da Rumlar tarafından çıkarılan isyanlar Girit adasına da sıçradı.

Ada da 1821 sonbaharında ayaklanmanın hızla yayılmasıyla birlikte Osmanlı askeri güçlerinin ve savaş gereçlerinin yetersizliği anlaşıldı. Osmanlı donanması ve merkez ordusu başta Mora olmak üzere diğer yerlerdeki ayaklanma ateşini söndürmekle meşgul olduğundan Girit’teki olaylara hemen müdahale edilemedi. 1821 yılı içinde yedi bin den fazla Osmanlı askeri ortaya çıkan veba salgını nedeniyle ölmüş, iki binden fazla asker de savaşlarda hayatını kaybetmiş, savaşabilecek durumda ancak altı-yedi yüz nefer kalmıştı. 1822 yıl sonuna gelindiğinde şehir merkezlerinin dışında hemen hemen ayaklanmaya katılmayan köy ve nahiye kalmamıştı. Bu durum karşısında Babıali tek çare olarak Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan yardım talebinde bulunmak zorunda kaldı. 1821’de gönderilen bir ferman ile Mehmet Ali Paşa ayaklanmayı bastırmakla görevlendirildi. Mehmet Ali Paşa adaya gönderilecek asker ve mühimmatı toplamaya başladı. Mekke Muhafızı Hasan Paşa Mısır’da toplanan bu yardımı taşımakla ve askeri birliklere komuta etmekle görevlendirildi. Ancak İskenderiye’de hazır halde bulunan yardım bir türlü adaya ulaştırılamadı. En önemli sorun Osmanlı donanmasının Mora ayaklanması ile mücadele etmesiydi. 1822 yılı mart ayında eğer yardım en kısa sürede gelmezse asilerin adaya hakim olacağı Osmanlı başkentine duyuruldu. Durumun aciliyet karşısında Mısır’dan kuvvetler Girit’e hareket etti. Ancak bu seferde gemilerin Girit’e ulaşması ve Suda Limanı’na girmesi olumsuz hava koşulları nedeniyle sorun oldu. Gemiler ancak otuz beş günde Girit’e ulaştılar. Gelen askerin yarısı daha çarpışmaya girmeden kötü hava koşullarından ve veba salgınından hayatını kaybetti. Bu durumda 1823 yılı şubat ayında yeniden bir grup askerin Mısır’dan adaya taşınması gündeme geldi. 1823 yılı sonunda Hasan Paşa Kandiye ve Laşit taraflarında, Lütfullah Paşa ise adanın batısında Hanya ve Kisamu taraflarında mücadele ederken Girit’in hemen bütün şehirleri ayaklanmacılar tarafından kuşatılmış haldeydi. Nihayet 1824 yılı mayıs ayında Girit’teki başkaldırı ateşi tamamen söndürüldü. Ayaklanmalara katılanlar esir alındıktan sonra sıra suçluların cezalandırılmasına[78] geldi.

Girit İhtilali

Yunanlıların büyük Yunanistan kurma hayalleri, 13 Temmuz 1863'te İngiltere’nin Yedi adaları[79] Yunanistan Krallığı'na devretme kararı almasıyla üzerine tekrar uyandı. Yunanistan bu ülkü doğrultusunda Girit’i Osmanlılardan koparmak için halkını ayaklanmaya teşvik etti. Bu yüzden Girit 1821’den sonra 1866’da bir kez daha geniş ölçüde bir ayaklanmaya sahne oldu. Girit Hıristiyanları bu defa da Hatt-ı hümayunun[80] hükümlerine riayet edilmesini, vergilerin hafifletilmesini, okulların düzeltilmesini, limanlar açılmasını ve Ziraat Bankası şubesi açılmasını talep ve bahane ederek ayaklandılar. Hükümetçe bu isteklerin hepsinin birden yerine getirilmesi mümkün olmadığından kendi kendilerine geçici bir hükümet kurarak Girit’in Yunanistan’a ilhakını ilan ettiler (2 Eylül 1866).

Yunanistan’ın yardım ve himayesiyle gittikçe genişleyen Girit ihtilali, büyük devletlerin Osmanlı Devleti’nin iç işlerine yeniden karışmasına fırsat verdi. 1867 Mayıs’ında Rusya’nın da onayını alan Fransa, Girit reayasının şikâyet ve isteklerinin nelerden ibaret olduğunu anlamak üzere Ada’ya uluslararası bir komisyon gönderilmesini teklif etti. Osmanlı Sultan Abdülaziz, Sadrazam Ali Paşa’yı Girit’e göndererek Ada’nın Hıristiyan ahalisine çeşitli faydalar sağlayan bir kararname yayınlattı (4 Ocak 1868). Aynı zamanda genel af ilan ederek asilerin Hanya’ya birer temsilci göndermeleri istendi. Kasım 1868’de toplanan delegelerin ileri sürdükleri diğer istekler de kabul edildi. Birkaç yıl için vergiler affedildiği gibi zarar görenlere yardım vaat edildi. Ayrıca Hıristiyanlar askerlik vergisi vermekten muaf tutuldular. Buna rağmen Ada’da huzursuzluk sona ermedi. Yunanistan, Girit halkına Babıali tarafından verilen bu imtiyazlarla yetinmeyerek Ada Rumlarını silahlandırmaya başladı. Osmanlı 1868'de Yunanistan'a bir ültimatom verdi ve Yunanistan'la ilişkilerini kesti. Bunun üzerine Avrupa devletleri yeniden meseleye el koydular. 1869'da Paris Konferansı'nda Osmanlı haklı bulundu. Aslında Rusya ve FransaGirit'in Yunanistan'a bağlanmasını istiyordu. İngiltere ise daha temkinliydi; Osmanlı dağılırken başkalarının çok güçlenmesini istemiyordu. 1876'da II. Abdülhamit padişah oldu. Abdülhamit, Girit meselesinde Avrupalı devletlerin sözünden çıkmayacaktı.

Osmanlı Devleti 1878’de Rusya ile savaşa başlayınca Girit reayası bu fırsattan faydalanarak yeniden ayaklandı. Büyük devletler Giritlilerin taleplerinin kabulünü isteyince Girit’e gönderilen Gazi Ahmet Muhtar Paşa ile asiler arasında, müzakereler yapılarak 23 Ekim 1878’de bir sözleşme imzalandı. Buna göre, Girit valisi Hıristiyan olacak ve Ada’nın jandarma heyetine Hıristiyanlar da kabul edilecekti. Gelirlerin bir kısmı mektep, hastane, yol ve liman gibi umumi işlerin yapılmasına ayrılacaktı. Girit Hıristiyanları, kendilerine büyük özgürlük sağlayan bu kararlar ile de memnun olmadılar. Bulgaristan ile Doğu Rumeli’nin 1885 yılında birleştirilmesi üzerine bu kez Giritliler Yunanistan ile birleşmek istediler ve birkaç yıl sonra da bu amaçlarını elde etmek için Ada’da tekrar bir isyan çıkardılar. Bunun üzerine Babıali, Hıristiyan bir vali yerine fevkalade kumandan ve vali vekili sıfatı ile Girit’e Mehmet Şakir Paşa’yı[81] gönderdi. Fazla gelirin hazineye ait olan yarısı da bayındırlık ve eğitim işlerinde harcanmak üzere Girit idaresine bırakılmıştı. Fakat gümrük gelirleri tamamıyla hazinenin olacaktı. Sürekli hoşnutsuzluk gösteren Girit Hıristiyanlarının eski taleplerini yeniden istemeleri üzerine Babıali, onların büyük devletler tarafından desteklenen bu isteğini kabul ederek 1895 Mayıs’ında Hıristiyan Kara Teodori Paşa’yı[82] Ada’ya gönderdi. Fakat Rum kökenli Hıristiyan Vali de Ada’daki karışıklığı önleyemedi. Ertesi yıl onun yerine ikinci kez Girit valiliğine getirilen Turhan Paşa[83] da büyük bir başarı sağlayamadı. Girit reayası yeni istekleriyle ortaya çıkmak için o sırada Ermeniler tarafından Babıali’ye çıkarılan güçlüklerden faydalandılar. Ada’nın Müslüman ve Hıristiyan halkları arasında öteden beri devam eden düşmanlık 1896 Nisan ayında Hanya’da patlak verdi. Bu çarpışmalar kısa zamanda her tarafa yayıldı. 1896 Mayıs ayı içinde Hanya’da 800 Müslüman öldürüldü.

Büyük devletler 26 Mayıs’ta filolarını Girit’e gönderdiler ve karışıklıkların önlenmesi amacıyla 24 Haziran’da Babıali’den bir Hıristiyan valinin tayinini, Halepa antlaşmasını uygulamak için 1868 tarihli nizamnamenin tekrar yürürlüğe konulmasını, genel meclisin toplantıya çağrılmasını ve genel af ilan edilmesini istediler. Fakat buna Babıali’den bir cevap alamayınca bir hafta sonra verdikleri bir notada, her türlü uzlaştırıcı teşebbüslerin yapılabilmesi için askeri harekatın derhal durdurulması ve her çeşit tecavüzkar hareketlerden sakınılması hususunda Babıali tarafından kumandanlara kati emirler verilmesinin önemine işaret ettiler. Osmanlı İmparatorluğu, büyük devletlerin tavsiyelerini dikkate alarak Girit genel meclisini toplantıya çağırdığı gibi bahsi geçen antlaşmanın de uygulanacağını vaat etti. Fakat Girit asilerine yardım yapılmasından vazgeçilmesi hususunda büyük devletler tarafından Atina hükümeti nezdinde yapılan teşebbüsler o ana kadar hiçbir sonuç vermedi ve Ada’da huzursuzluk devam etti. Konstantinapolis’te Hariciye Nazırı Tevfik Paşa ile altı devletin elçileri arasında 25 Ağustos 1896 tarihinde yeni bir antlaşma imzalandı. Babıali, onların bu husustaki ricalarını kabul ederek beş sene için Girit valiliğine George Berovich Paşa’yı getirdi. Ada yavaş yavaş sükûnet bulmaya başladı; fakat asiler, Babıali’nin altı devletin elçisiyle birlikte Konstantinapolis’te kararlaştırmış olduğu mülki ve adli ıslahatı hükümsüz bırakmak için birtakım hareketlere başvurdular. Onların bu husustaki faaliyeti merkezi Atina’da bulunan ihtilal komiteleri tarafından desteklendi. Yunan kralını Türkiye’ye karşı bir savaşa sürüklemek isteyen bu şahısların teşvik ve tahrikiyle Girit sularına bir Yunan filosu gönderildi (10 Şubat 1897). Yunan Prensi George’un kumandası altında Girit’e gelen bu filo üç gün sonra adaya asker çıkardı. Bunun üzerine Girit yeniden karıştı. Karaya çıkan Yunan askerlerinin kumandanı Vassos, 16 Şubat’ta Yunanistan kralı adına Ada’yı zapt ettiğini bildiren bir beyanname yayınladı. Yunanlılar büyük devletler tarafından kendilerine yapılan ihtarlara kulak asmayınca Yunan General Timoleon Vassos’un Ada’ya ayak bastığı gün Fransız, İngiliz, Rus ve İtalyan zırhlılarından yüzer, Avusturya ve Alman zırhlılarından da ellişer kişilik kuvvet Hanya limanından karaya çıkarıldı.

Girit’in kesinlikle Yunanistan’a ilhak ettirilmeyeceği, Osmanlı hakimiyetinde kalacağı, muhtariyetle idare edileceği ve Yunan kuvvetleri altı gün içinde Ada’dan çekilmediği takdirde şiddetli tedbirlere başvurulacağı bildirildi. Fakat Yunan hükümeti bu notaya 8 Mart’ta verdiği cevapta, büyük devletler tarafından Girit’teki huzur ve asayişin iadesi vazifesinin kendi askerlerine bırakılmasını, Ada halkının seçeceği idare hakkında kendi görüşünün de alınmasını talep ettikten sonra Giritlilere teklif edilen muhtariyeti yeterli bulmadığını açıkladı. Eğer Osmanlı kuvvetlerinin Girit’e çıkarılmasına büyük devletlerin Girit sularındaki donanmaları engel olduğu takdirde savaş gemilerini Girit sularından çekebileceğini bildirdi. Büyük devletlerin amirallerinin Hanya’yı işgal ederek Vassos’a Ada’dan kuvvetlerini çekmesini ihtar etmeleri üzerine Yunan hükümeti Girit sularındaki savaş gemilerini geri çekti. Fakat önceden karaya çıkarılmış bulunan askeri kuvvetlerini geri aldırmadı. Bunun üzerine altı büyük devletin Girit’teki deniz kuvvetlerinin amiral ve kumandanları, 21 Mart 1897 sabahından başlamak üzere adayı abluka altına almaya karar verdiler. Bu abluka Yunan bayrağını taşıyan bütün gemilere uygulanacaktı. Yunanistan verdiği cevapta Ada’daki savaş gemilerinde erzak ve sağlık malzemesi bulunduğunu söyleyip ablukaya karşı çıksa da ablukanın kaldırılmasına sağlayamadı. Abluka ancak 5 Aralık 1898 tarihinde kaldırıldı; fakat Girit’e silah ve harp mühimmatının sokulması hususunda alınan kararlar yine yürürlükte kaldı.

Büyük devletler Yunan hükümetine ortak bir nota verirken Babıali’ye de bir önerge sundular. Burada, kendilerinin Girit’te barışın korunmasını sağlamak ve Türkiye’nin toprak bütünlüğüne uyulduğunu görmek arzusunda olduklarını, Ada’da silahlı müdahaleleri gerektiren karışıklıklara ve Yunan kuvvetlerinin buradaki varlığına son vermek için kararlaştırılan 25 Ağustos 1896 tarihli reform uygulamasının gecikmesinden dolayı reformun şu andaki ihtiyaçlara artık uymadığını söyleyerek şu hususları kararlaştırmış olduklarını bildirdiler:

  • Girit şimdiki halde hiçbir şekilde Yunanistan’a ilhak edilmeyecek ve daha sonra devletler tarafından Ada hakkında bir idari muhtariyet usulü konacak. 
  • İki gün sonra bu notalarına ek olarak verdikleri muhtırada, idari muhtariyetin Osmanlı askeri kuvvetlerinin yavaş yavaş azaltılmasını gerektirdiğinden Ada’nın Yunan askeri tarafından tahliyesinin ardından Türk askerlerinin de halen büyük devletlerin askeri kuvvetlerinin işgali altında bulunan müstahkem mevkilerde toplanması için gerekli tedbirlerin alınmasının uygun olduğunu ilave ettiler.

 

Resim 4-4 Girit etnisite haritası. Türk ve Müslümanlar kırmızı, Ortodoks Yunanlılar mavi ile gösterilmiş. (1861 yılı)

Onların bu önergesine Osmanlı’nın 6 Mart 1897’de verdiği cevapta, Girit’e idari muhtariyet verilmesini kabul etmekle beraber Osmanlı hükümetinin Ada’da uygulanacak idari usulün şekli hakkında Konstantinapolis’deki büyük devlet elçileriyle anlaşmaya varılması yetkisini koruduğu bildirildi.

Yıl

1821

1832

1858

1881

1900

1910

1920

1928

Müslüman

47%

43%

22%

26%

11%

8%

7%

0%

Fakat bir müddet sonra Fransa, İngiltere, İtalya ve Rusya, Girit’te bir Türk askeri kuvvetinin bırakılmasının tam muhtariyet esasları ile bağdaşmayacağını ileri sürerek Türk askerlerinin yavaş yavaş azaltılarak Ada’nın tamamıyla boşaltılması gerektiğini bildirdiler. Büyük devletler, Girit üzerinde Osmanlı Devleti’nin hükümranlık haklarına uyulacağına dair verdikleri teminatlara rağmen sözlerinde durmadılar. Osmanlı askerleri Kandiye ve Kisamo’dan ayrıldıktan sonra Türk bayrağı, İngiliz ve İtalyan bayrakları ile birlikte adı geçen yerlere çekildiği halde 6 Kasım 1898 tarihinden itibaren artık buralara çekilmedi. Girit’te 1896 yılında patlak veren ayaklanmanın ortaya çıkardığı siyasi buhranda büyük devletlerin ve bilhassa İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya’nın tavırları, Ada’nın Yunanistan’a ilhakını zaruri kılmaktan ibaret olduğunu gösteriyordu. Nitekim Osmanlı Devleti, girmek mecburiyetinde bırakıldığı Osmanlı-Yunan harbini zaferle bitirdiği halde (19 Mayıs 1897) İngiltere, Rusya, Fransa ve İtalya, 2 Mart 1897 tarihli notada bahsedilen Girit’in muhtariyetini ilan ettiler (18 Aralık 1897). Almanya ile Avusturya ise karara katılmadılar.

Devletlerin aldığı bu karara göre Girit adası Osmanlı hakimiyetinde tarafsız ve muhtar bir vilayet oluyordu. Vilayetin başında padişahın beş yıl süreyle ve devletlerin muvafakatiyle tayin edeceği bir vali bulunacaktı. Müslümanların güvenliği sağlandıkça Türk askeri Girit’ten çekilecekti. Her yıl Osmanlı hazinesine maktu bir vergi verilecekti. Böylece Girit meselesi Osmanlı Devleti aleyhine bir durum almış oldu. Devletlerin işgali altındaki Ada’da Yunan askeri bulundurulmamakla birlikte Yunan kralının ikinci oğlu Prens George fevkalade komiser olarak Girit’in başına getirilmek istendi. Babıali, daha Prens George’un Girit valiliğine getirilmesi isteğini duyar duymaz büyük devletler nezdinde teşebbüse geçti ve valilik için Goltz ile bilhassa Kara Teodori Paşa’yı aday gösterdi. Fakat diğer devletler tarafından da birçok aday ileri sürüldükten sonra neticede büyük devletler Yunan kralının oğlu Prens George’un üç yıl müddetle fevkalade komiser sıfatı ile Girit’e tayin edilmesini kabul ettiler ve durumu 19 Kasım 1898’de Babıali’ye bildirdiler. Bu gelişmeler ışığında büyük devletler güvence vermesine karşın Müslümanlar 1898 yılından itibaren göç hareketini yoğunlaştırdılar. 1898 Kasım ayı ortalarına kadar Girit’teki tüm Osmanlı birlikleri geri çekildi. Sadece Osmanlı Sancağı’nı korumakla görevli küçük bir müfreze Hanya’da bırakıldı.

Prens George’un 22 Aralık 1898’de Ada’da görevine başlaması üzerine Girit’te bulunan dört amiralin her biri 800 kişilik bir kuvvet bırakarak Ada’dan uzaklaştı. Bu tarihten itibaren Girit, Osmanlı Devleti için kaybedilmiş sayılabilirdi. Fransa, İngiltere, Rusya ve İtalya’nın himayeleri altında Yunan Prensi George tarafından idare edilen Girit, 1899 yılından itibaren iki sene müddetle seçilmiş mebuslardan oluşmuş bir milli meclise sahip oldu. Dış meselelerin idaresi ise dört büyük (İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya) devlete aitti. Polis kuvvetleriyle milis Yunan zabitlerinin yönetimine verilmişti.

Resim 4-5 Fransızlar Girit’ten Osmanlı Bayrağı’nı indiriyor, 1897. 

Prens George 1900 yılında, Hanya’da hükümet konağının önüne Yunan bayrağını çektirdikten başka Girit’in Yunanistan’a ilhakı için gerek dört hami devlete yaptığı tekliflerden, gerekse bu amacın temini maksadı ile uygun bir hava yaratmak üzere Avrupa’ya yaptığı seyahatlerden bir başarı sağlayamadı. Ancak 1901 yılından itibaren Ada’da tekrar canlandırılan hoşnutsuzluk 1905’te bir ayaklanma şeklinde ortaya çıktı. Prens George 1906 yılında görevinden çekilince bu defa dört hami devlet prensin halefinin seçilmesini Yunan kralına bıraktı. Aynı yılın Ekim ayında eski nazırlardan Aleksandros Zaimis[84], Ada üzerindeki hükümranlık hakları değiştirilmeksizin yüksek komiser olarak tayin edildi. Babıali bu defa da ancak bir protesto ile yetindi. Bu durum, Girit’in Yunanistan’a ilhakı teşebbüsünün yeniden tazelendiği 1908 yılına kadar devam etti. Zaimis’in 1908 Mart’ında dört hami devlete, adadaki askerlerini geri çekmek için 23 Temmuz 1906’da verilmiş olan ortak notada ileri sürülen şartların gerçekleştirilmiş bulunduğunu, yani Ada’da milis askeri teşkilatının düzenli şekilde tamamlandığını ve Müslümanların can ve mallarının emniyet altına alındığını bildirmesi üzerine hami devletler Girit’ten askerlerini çekmeye karar verdiler. Fakat Girit Milli Meclisi, Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan tarafından ilhakı ve Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi üzerine Ada’nın Yunanistan Krallığı’na katılmasını resmen ilan edince Osmanlı topraklarının her tarafından protestolar yağdırıldı; Konstantinapolis’de mitingler düzenlendi ve Babıali ilgili devletler nezdinde teşebbüse geçti. Dört büyük devlet kendi muvafakatleri olmadan ilhakın söz konusu olamayacağını söylemelerine karşın durum değişmedi. 26 Temmuz 1909’da devletler askerlerini Girit’ten çektiler. Aynı gün Hanya Kalesi’ne Yunan bayrağı asıldı. Olayı Babıali ve Büyük Devletler protesto ettiler. Dört devletin her biri Girit’e bir harp gemisi yolladı ve 18 Ağustos sabahı gemilerdeki bahriye askerleri karaya çıkarak Hanya Kalesi’nde henüz bayrağın çekilmediği direği yerinden çıkarttılar. Ayrıca burada elli kişilik milletlerarası bir muhafız kuvvet bırakıldı. Fakat Giritliler Yunanistan ile birleşme teşebbüsünden bir türlü vazgeçmediler. 

Girit’in Yunanistan’a Bağlanması

Girit Milli Meclisi 9 Mayıs 1910’da Hellenler ’in kralı adına açıldı. Milletvekilleri Yunanistan Kralı adına yemin ettirildiler. Bu durum Müslüman milletvekilleriyle ihtilaflara ve hami devletlerin müdahalesine sebebiyet verdi. Hakimiyet hakları sarsılan Babıali devletler nezdinde protestoda bulundu ve aynı zamanda Yunan mallarına karşı boykot ilan etti. Girit Hükümet Reisi Venizelos’un teklifi üzerine milli meclis 30 Mayıs’ta Müslüman milletvekillerini toplantılara artık kabul etmemeye karar verdi. 1910 yılı Ekim’inde yine Girit meclisinde protestoları gerektiren bazı kararlar alındı. 29 Ekim’de hami devletler Babıali’nin Girit üzerindeki hakimiyet hakkını muhafaza etmeye karar vermiş olduklarını ve Ada’nın Hıristiyan mebuslarına ciddi ihtarların yapılmış bulunduğunu Osmanlılara bildirdiler. Girit Meclisi, büyük devletlerin notasındaki Türk hakimiyeti ifadesinden dolayı protestoda bulundu ve Yunanistan’a iltihakının tanınmasını temenni etti. Uzun müddet kendisini hükümetten uzak bulunduran yüksek komiser Zaimis’in memuriyet süresi 1911 Eylül sonunda bitiyordu. Babıali, Milli Meclisin dağıtılarak adayı Yunan Kralı namına idare edecek bir komiser tayin edilmesi yolundaki haberleri alınca büyük devletler nezdinde teşebbüse geçti. Hami devletler, Babıali’yi aralarındaki müzakerelere iştirak ettirmemekle beraber ne Zaimis’in memuriyetini yenilediler ne de yeni bir komiserin tayinini kabul ettiler. Ancak Giritliler büyük devletlerin bu kararını hiçe sayarak adanın Yunanistan ile birleşmesine doğru yeni bir adım attılar. Milli Meclis, Ekim’de Girit milletvekillerinin Atina’ya giderek Yunan Parlamentosu’nun toplantılarına katılmalarına karar verdi. Fakat Yunanistan bu karara karşı çıktı.

Girit’te 1910 Mart’ında tekrar bir değişiklik oldu, meşruti icra komitesi düşürüldü ve ihtilalci bir meclis iktidarı ele aldı.  Yunan Parlamentosu’na gönderilmek üzere 25 milletvekili seçildi. Büyük devletler buna derhal karşı çıktılar. Milletvekilleri Atina’ya gitmek üzere vapura bindikleri zaman İngilizler tarafından tutuklandılar ve Yunan Parlamentosu açık kaldığı müddetçe serbest bırakılmadılar. Balkan harbinin başlangıcında Yunan Hükümeti 10 Ekim 1912’de her iki meclisin birleşmesini kabul etti. Aynı ayın 26’sında Yunan Genel Valisi Dragumis, Girit’in idaresini ele aldı. Babıali bu durumu bir taraftan hami devletler nezdinde protesto ederken diğer taraftan da Atina’dan elçisini geri çağırdı; çok geçmeden çıkan Balkan harbinin ardından Londra (30 Mayıs 1913) ve Bükreş (10 Ağustos 1913) antlaşmalarıyla Girit adası Osmanlı Devleti’nin elinden çıkmış oldu.

Resim 4-6 Osmanlı İmparatorluğu Girit Vilayeti ve Sancakları (1876)


 

ASSOS ANTİK KENTİ

Assos antik kenti bugün Çanakkale ili Ayvacık ilçesinin sahil kesiminde bulunmaktadır. Çanakkale yönünden gelirken Korubaşı Köyü’nü geçtikten hemen sonra tepedeki Athena Tapınağı’nın sütunları ve arka yamaçtaki evler görülmeye başlar. Yunanlıların Assos’u ile Osmanlının Behramkale’si iki yamacı paylaşmış gibidir. Tepeden denize kadar olan yer geçmiş sahiplerine bırakılmış ve denizi görmeyen yamaç, köy evleriyle süslenmiştir. Evlerin denizi görmemesi, denizden görülmemesi isteğinden kaynaklanır ve arka planda bütün Ege sahillerinde olduğu gibi Venedikli, Cenevizli, Rum ve Türk korsanlardan korunma ihtiyacı yatar. İzmir’de Türkler, Kadifekale’den sahile ancak 1700’lere doğru, ürkek adımlarla ve yavaş yavaş ineceklerdi. Bodrum’un siluetini şekillendiren kaleyi andıran evler ise, Türklerin Rumlardan devir aldığı bir mirastır. Orijinal mimarisinde, alt katın dışarıya hiçbir çıkışının ve penceresinin olmadığı, üst kata ise ahşap bir merdivenle çıkılan ve eve çıktıktan sonra merdivenin içeriye çekildiği kule tipi bu evler, sahile yerleşmeye cesaret edilen 1700’lü yılların koşullarını ve psikolojisini yansıtır. Ege sahillerinde ve Akdeniz’de bu tip evler bir dönem sıkça görülmekteydi.

Resim 4-7 CHOISEUL-GOUFFIER, Gabriel-Aikaterini Laskaridis Foundation Library, 1809.

Assos MÖ ikinci binde iskân edilmiş. Mysia ve Lidya krallıklarına bağlı iken Troas bölgesinin en önemli kentiydi. Troas’ın güneyinde ve verimli bir ovada kurulmuştur. Assos’un karşısında,7 mil uzakta, Midilli adası ve Lepethymnos dağı bulunmaktadır. Homeros ve Strabon’a göre Troas bölgesinin güney kesimi kıyılarında ilk yaşayan kavim Leleglerdir. Troia Savaşı sırasında, bu halkın korsanlık ve denizcilik yaptığı bilinmektedir. Ancak, Strabon ‘a göre şehir MÖ 7. yüzyılda Lesbos adasındaki Methymna kentinden gelen göçmenlerle gelişmiştir. En eski adı Pedasos’tur. Assos ismi de buradan gelmektedir.

Assos’ta MÖ 4. yüzyılda banker Eubulus'un kölesi Hermeias'ın tiranlığı yönetiminde büyük imar faaliyetleri gerçekleştirilmiştir. Hermeias'ın dostu Aristoteles, MÖ 347-345 yılları arasında Assos'ta yaşamış ve burada bir felsefe okulu kurmuştur. Hellenistik Çağ sonrasında Roma ile iyi ilişkiler kuran Assos halkı, sikke basma ve şehrin siyasi geleneklerini sürdürme imkânını elde etmiştir. MS 56/57'de Aziz Paulos'un Assos'u ziyaret etmesi kent tarihi için önem taşımaktadır. Kentin bugünkü adı Behram’ın, Assos’a görevli olarak gelmiş olan Bizanslı subay Mehram’dan geldiği düşünülüyor.

Yunan Kolonizasyonu çevreye hâkim, korunması kolay bir zirveye yerleşerek başlar. Burası Akropolis olarak adlandırılır ve kelime anlamı tepedeki kenttir. İlk yerleşim genelde birkaç yüz kişidir. Henüz MÖ 9-8. yüzyılda feodal bir düzen içerisindeyiz. Bu tarihlerde kral diye adlandırılan kişiler aslında en fazla bir bey ya da bir aşiret reisi gibidir. Tepedeki tapınak bu beyin yaşadığı konuttur. Zamanla artan nüfus ile yerleşim tepeden eteklere doğru yayılacaktır. Assos’ta, tepedeki tapınaktan aşağıya doğru bakıldığında, kentin soğan halkaları gibi genişlediği görülür. Kent ve nüfus, büyüyorken akropole rakip yeni bir yapı ortaya çıkar: Agora. Antik Çağ yazarları günümüz anlayışının tersine Agora’yı ayaktakımının aylaklık yaptığı ve leş gibi kokan bir yer olarak tasvir ediyorlar. Aslında bu bakış, akropolde yaşayan, kendilerinin soylu bir kandan geldiğini iddia eden aristokratların aşağı kentte yaşayan insanlara bakışını anlatır. Ataları gibi toprağa bağlı yaşayan aristokratlar, tarım ve hayvancılık yaparken; agora çevresinde yoğunlaşmış alt tabaka başka çaresi olmadığı için denizlere açılır. Önce korsan sonra da tüccar olarak. Yüzyıldan kısa bir süre içinde denize açılan yoksullar, aristokratların karşısına güçlü burjuvalar olarak çıkacak ve MÖ 7. yüzyıla geldiğimizde yüzyıllar boyunca Ege’nin her iki kıyısındaki Yunan kentlerinde birbiri ardına ihtilaller patlak verecekti. Akropolde oturma hakkının, aristokratlardan alınıp, tanrılara verilmesi bu savaşların sonucudur. Atina’da, Assos’ta da.

Resim 4-8 Assos Antik Kent Planı 

Kentler mimari gelişme açısından üç döneme ayrılır.

  • Arkaik Dönem (MÖ 620-MÖ 480), Akropol aristokratlardan alınıp tanrıların evi haline getirilir.
  • Klasik Dönem (MÖ 480-MÖ 330), Agora çevresine yoğunlaşmış sivil ve kamusal yapılar (meclis binası)
  • Hellenistik Dönem (MÖ 330-MÖ 3) kent sınırları taşan yapılar, tiyatrolar.

Assos kentinin barındırdığı nüfusun beş-altı bin kadar olduğu kabul edilmektedir. Yunan kent planlamacılığının kurucusu kabul edilen Hippodamos, ideal bir kentin nüfusunun on bin olarak belirler. Platon ise Devlet adlı kitabında bir kentin 5.040 yurttaşı olması gerektiğini söyler. Ama bu rakamlara köleleri dahil ediyorlar mıydı acaba?

Assos kentinin çevresi dairesel surlar ve surlar arasındaki kulelerle sarılmıştır. Bu sur mimarisi dönemin kentleri için en ideal savunma biçimiydi. Kentin iki ana girişine doğru ilerleyen caddenin her iki tarafında da zenginlerin lahit mezarları sıralıydı. Doğu ve Batı olmak üzere iki girişi olan antik kent, güneye doğru uzanan teraslar üzerindeki yapı topluluklarından oluşur. Kentin etrafını çeviren 3100 metre uzunluğundaki surların önemli bir bölümü bugün hala ayaktadır. Denizden 235 metre yükseklikte bulunan Akropol‘de yer alan Athena Tapınağı, Arkaik Çağ'da Anadolu'da, Dor üslubunda inşa edilen tek tapınaktır. Denize doğru inildikçe agora, gymnasium, bouleuterion ve nekropol sıralanmaktadır. Akropolün kuzey köşesinde Osmanlı Sultanı I. Murat'ın 14. yüzyılda yaptırdığı tek kubbeli cami bulunmaktadır. Behramkale köyü sınırlarındaki Osmanlı döneminden kalma köprü tümüyle ayakta olup halen kullanılmaktadır.

Resim 4-9 Athena tapınağı kalıntıları, krşıda Midilli adası

Athena Tapınağı

Antik kentin en yüksek noktasında Athena Tapınağı bulunuyor. Arkaik Çağ’da Anadolu'da yapılan ilk ve tek Dor düzenindeki tapınak, hala büyüleyici ortamını koruyor. Zeus’un kızı ve 12 Olimpos Tanrısından biri olan Athena kentin koruyucu tanrıçasıymış. Sağlam sütunlardan çıkarılan örnek kalıplarla dökülen yeni sütunlar ayakta. Karşınızda Midilli adası, görkemli Ege denizi, yüzünüzü okşayan rüzgâr, özellikle gün batımında sizi antik çağlara götürecek kadar etkileyici. Tapınağın kutsal odasında bulunan tanrıça heykeli 1800'lü yıllarda Amerikalılar tarafından götürülmüş.

Assos’un en önemli yapılarından biri olan Athena Tapınağı’nın friz ve metopları bugün Louvre Müzesi’nde, Boston Müzesi’nde ve İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmektedir. Kabartmalarda Herakles ile ilgili bir hikâye anlatılıyor. Anadolunun Arkaik Dönemine tarihlendirilen en erken mimari heykeltraşlık eserlerinin korunduğu Dor yapısı olduğundan önemlidir.


Batı Anadolu’da, tanrıça Athena’ya adanmış olan “Dor” düzeninde yapılmış tek tapınaktır. Tapınağın varlığı, Atinalıların Troas bölgesine ilgilerini arttırmıştır. Racysznki ve Texier’in bu özel tapınak hakkındaki kayıtları şöyledir: “Assos Akropolis’inde inşa edilmiş olan Athena Tapınağı, ünlü Partheneon tapınağına benzetilmektedir. Tapınak uçurum kenarında inşa edilmiştir. Tabanı, 800 ayak uzunluğundadır. Duvar ve sütunları antik mimarlar tarafından inşa edilmiştir. Zeminde merkezde görülen mozaik parçaları döşemenin orijinal parçasıdır. Arkaik dönem özellikleri taşıyan yapının, sütunları mavi kırmızı boyalıydı. Sütunlar Paestum sütunlarına benzemektedir. Tapınağın çatısı heykellerle süslenmiştir. Heykellerde Mısır etkisi görülmektedir.  Tapınağın istihkâm duvarları Bizans ve Orta Çağ’a tarihlenir. Bacon, toprağı sürdükleri zaman, kemikler, ölü külleri, domuz dişleri ve diğer çöp malzeme ile karşılaştıklarını ifade eder. Tapınak da bu tabaka üzerinde çok katlı vaziyette yükselmiştir. Tapınağın güney duvarı Orta Çağ’a tarihlenmektedir. Burada çok fazla sayıda tapınak kalıntısı bloklar, birkaç parça ünlü heykel ve arşitrav parçaları bulunmuştur. Tapınağın orijinal haline getirebilmesi mümkündür. Çünkü sağlam parçalar arazide dağınık haldedir.”

Bu iki seyyahın notlarında tapınak kabartmalarında Hellen dünyasının mitoslar ile bezendiğini anlıyoruz.  11 heykel bloğu yüzeyde bulunurken, 8 ilâve parçayı Bacon ve beraberindekiler bulmuştu. Texier, metopları ve frizleri MÖ 540-520’ye tarihlemiş. Ana rölyef, 1838’de Osmanlı Sultanı II. Mahmut tarafından Fransız Hükümeti’ne hediye edilmiştir. Eserler, Paris’e götürülmüştür. Kabartmaların bir kısmı, Amerikalı Kazı ekibi tarafından Boston Müzesi’ne taşınmıştır. Kentin çevresi günümüzde de görülebilen 3200 metre uzunluğunda 20 metre yüksekliğinde surlarla çevrilidir. Surlar MÖ 4. yüzyılda inşa edilmiştir. Kente giriş ve çıkışı sağlayan iki ana kapı bulunmaktadır. Antik Kenti gezmek için iki giriş kapısı bulunuyor. Biri köyün içinden geçerek ulaşacağınız, sizi en tepedeki Athena Tapınağı'na götüren kapı. Diğeri limana inerken solda fark edeceğiniz eski batı kapısı. Buradan girerek mezarlık, gymnasion, agora kalıntılarını görebilirsiniz.

Bacon ve Racyznski’nin gözlemlerine göre Gymnasion şehrin batısındadır. Agora ve büyük kapı arasındadır. Nef içindeki zemin mozaiği küçük parçalı renkli mermer ve terracota malzemeden yapılmıştır. Mozaik zeminde grifon tasviri görülür. Şehir sikkelerinde ve tapınağın bazı yerlerinde grifon ve sphinx figürü görülmektedir. Bu yaratıklara, Assos’un silahları, üzerinde de rastlanır. Daha ilerde bulunan bir başka mozaikte hala Yunan işçiliğinin izleri görülürken iki tarafında kanatlı zafer tanrısı mı Aşk tanrısı Eros mu olduğuna karar verilmemiş olan kalıntı görülmektedir. Yunan ve Roma fresk ve mozaiklerinde sıklıkla işlenen figürler mitolojiktir. Buraya sonraları kilise yapılmıştır. Kilise erken tarihte yapılmış olmalıydı ancak daha sonra antik Yunan geleneğinin büsbütün yok olduğu görülmektedir. Yunan askeri mimarinin güzel bir örneği olan yapı Türkler tarafından tahrip edilmiştir, taşları İstanbul’a taşınıp rıhtım inşasında kullanılmıştır.’

 

Resim 4-10 Assos yukarı yerleşim 

Antik kentin güney yamacında Midilli Adası'na karşı kurulmuş Anfi Tiyatronun bir deprem sonucunda yıkıldığı tespit edilmiş. Doğal bir kaya oyuğuna yapılmış, tahmini 2500 kişilik olan tiyatro sonraki yıllarda taş ocağı olarak kullanılmış. Yapım tekniği ve plan özellikleri açısından bir Roma çağı tiyatrosudur. Tiyatronun yıkılan duvarları restorasyon sonucunda yeniden örüldü. Aslına uygun oturma sıraları yeniden dökülerek yapıldı. Şu anda tiyatro 1.500 kişiyi ağırlama kapasitesinde ve çeşitli festival ve konserlere ev sahipliği yapabilmekte. İskeleye inen yol üstünde, solda, giriş kapısını fark edeceksiniz tiyatronun. Tiyatro yarım daire biçiminde, seyircilerin oturduğu yerler granitten ve basamaklar halinde kayaya oyulmuştur.

Agora insanların bir araya geldiği kentin en hareketli yeri. Assos agorası farklı zamanlarda inşa edilmiş karşılıklı iki stoa ile çevrelenmişti. Stoalar üzeri kapalı, insanları güneşten ve yağmurdan koruyan yürüyüş ve oturma alanlarıydı. Ayrıca Agora etrafında spor eğitimi için inşa edilmiş gymnasion, bouleuterion (meclis binası), Bizans Kilisesi kalıntıları bulunmaktadır. Kentin 18. yüzyıl itibaren gezginlerin ilgisini çektiği bilinmektedir. Assos hakkındaki, ilk ciddi yayın, Closeum Gouffier tarafından 1785 ‘teki ziyaretinden sonra kaleme aldığı, “Voyage Pittoresque de La Gréce’’’dir. Gouffier dışında Assos’u diğer ziyaret eden gezginler, 1800 ‘de Albay Leake, 1801’de Dr. Hunt, 1816 da Richter ve 1826 ‘da Prokesh Von Osten’dir. Assos’a gelen ve kazı yapan en önemli isimlerden birisi Bacon’dur. Arkadaşı Clarke ile birlikte British Museum adına, Yunan adaları civarındaki Dor kalıntılarını incelemek üzere geldiler. Assos ve çevresinde yapılan kazılar sonucu somut verilere ulaşılmıştır. 1881 baharında Clarke ve Bacon 3 yaz çalışmak üzere bölgeye geldiler.

Bacon dışında Assos’u gezen bir başka seyyah Edward Raczynski’dir. Edward Raczynski ve beraberindekiler, Assos kenti kalıntılarını 1814 yılında ziyaret ettiler. Bacon ve Racyznski’nin kent hakkındaki görüşleri şöyle: ‘Assos Akropolisi, kentin kuzey kıyısındadır. Kamu binaları ve konutlar buradadır. Akropolis’teki binalar konglomera taşından ve gri renkli olması sebebiyle Antik Çağ etkisi göstermektedir. Tapınağın güneyinde aşağıda Agora bulunmaktadır. Sıcak günlerde çarşıda gezen insanların üzerine, su deposundan su serpildiği bilinmektedir. Stoa (üstü kapalı sütunlu galeri), çatısı kırmızı kiremitli bir yapıdır, iki katlı ve çevresi 900 metre olan bir kare şeklindedir.  Tüccar, komutanların ve iş adamlarının gittiği bir bölüm vardı. O dönemde şehrin su ihtiyacı kemerler ile kente getiriliyordu. Stoanın doğusunda Bouleuterion (meclis) bulunuyordu. Bouleuterion’un altında yapılan kazıda, pek çok mermer yazıt, bronz kitabeler korunmuş halde bulunmuştur. Kitabelerden biri üzerinde, Antik Yunanca Assos halkının İmparator Caligula’ya bağlılık yemini ve tahta çıkış tarihi olan MS 37 tarihi okunmaktadır. Yakınında bulunan güzel mermer başın, heykellerden birine ait olduğu tahmin edilmektedir.

Hamam yapısı kentin batısındaydı. Agoranın aşağı kısmında kalmaktadır. Planı incelendiğinde, alt katın açık olduğu, 13 banyo odasının birer havza olduğu görülmektedir. Zemin harçla sıvanıp mermer bloklarla kaplanmıştır. Su deposu olan yerde, mermer kalıntılarına rastlanmıştır. Ara kattaki bölme, odalar yüzünden 2. kat 3. kat olarak algılanmaktadır. İçi taş ve toprakla doluydu. Bu yapının sol tarafında enkaz yığını içerisinde “Dor” stilinde sütun, sütun başlıkları ve kitabeler vardır. 1. kitabeye göre bu bina, Assos’un belediye binasıdır. Hamam önündeki taş döşemeli cadde tiyatroya inerdi. Bacon ve ekibinin kazı yaptığı 1881’de arazide, 100 tane lahit mezar bulunmuştu.

 

 



[67] Fenikeliler

[68] Adriyatik Denizi'nin doğu kıyısı boyunca uzanan bölgeyi, iç dağları ve Girit’i kapsıyan Roma vilayeti.

[69] Kuzey İtalya'da Piyemonte vilayeti içerisinde yer alan yerleşim yeri.

[70] IV. Haçlı Seferi lideri. Konstantinopolis, 1204 yılında alındıktan sonra, Bonifacio hem batılı krallar hem de Bizans vatandaşları tarafından yeni imparator kabul edildi. Fakat Venedikliler onun zaten imparatorlukla birçok bağı olduğu ve yeterince kontrol edemeyeceklerini düşünerek veto ettiler. Yerine I. Baodouin'i seçtiler. Bonifacio, Girit içinde olacak şekilde Selanik Krallığı kurdu ancak yeterli donanma gücü olmadığı için koruyamayacağını düşünerek Girit'i Venediklilere satmak zorunda kaldı.

[71] Haremde öldürülmüştür

[72] Lübnan’ın kuzey kıyılarında günümüzdeki Suriye sınırlarına yakın bir noktada Kādîşâ (Ebûali) adlı küçük bir akarsu vadisinde ve onun denize döküldüğü yerdeki tepelik alan üzerinde kurulmuştur. Şehrin adı Grekçe Tripolis’ten gelir. Arapça kaynaklarda Tarabulus/Atrabulus şeklinde kaydedilir. Fenikeliler tarafından kurulan şehrin ilk adı konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. Grek idaresi döneminde üç mahalleden ibaret bir yerleşim birimi olması dolayısıyla “üç şehir” mânasındaki Tripolis adını aldığı belirtilmektedir.

[73] Tahrir

[74] Mühtedi

[75] Genellikle eşeklere, kimi kez de atlara vurulan, enli, yayvan ve yumuşak, kaşsız eyer.

[76] En önemlisi Mesara ovasıdır.

[77] Şecr-i mübarek

[78] Şerat hukukuna göre özellikle eşkiyalık ve asilik nedeniyle idam edilenlerle firarda da sürgünde ölenlerin malları müsadere edilir. Müsadere ayaklanmalara katılanlara, devlete başkaldıranlara uygulanan bir cezaydı. Kişinin tüm şahsi mal varlığı devlete aktarılırdı. Devlet müsadere ettiği malları yeni taliplilerine açık artırma yöntemiyle satardı.

[79] 1807’de Fransa’nın, 1815’de İngiltere kontrolüne giren İyonya Denizi'ndeki yedi büyük adayı İngiltere 13 Temmuz 1863'te Yunanistan Krallığı'na devretme kararı aldı. (Korfu, Pakso, Ayamavra, Kefalonya, Zanta, İthaka, Çuha)

[80] Tanzimat ve Islahat Fermanı

[81] Kabaağaçlızade Mehmed Şakir Paşa (1855-1914) Osmanlı tarihçisi ve devlet adamı. 1891-1895 yılları arasında Sadrazamlık görevi yapan Ahmed Cevad Paşa'nın kardeşi, Halikarnas Balıkçısı olarak tanınan roman ve hikâye yazarı Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın babasıdır.

[82] Aleksandros Karatodori Paşa (1833-1906), Fenerli Rum kökenli Osmanlı diplomatı ve Sisam adasının (Samos) valisiydi. Babası Stefanaki Karatodori saray hekimi olup, 1875-1900 yılları arasında Osmanlı Devleti'nin Brüksel büyükelçiliğini yapmış bir devlet adamıdır. Annesi Lokua Hanım ise Fenerli Rumların nüfuzlu ailelerinden olan Mavrokordatos ailesi üyesi Aleksandros Mavrokordatos'un kızıydı. Aleksandros Karatodori zamanın diğer diplomatları gibi önce Tercüme Odası'nda eğitimine başladı. Sonra Paris'te eğitimine devam etti. Hukuk alanında doktora yapmış olan ender Osmanlı devlet adamlarından biridir. Ülkeye döndükten sonra Meclis-i Vâlâ'da göreve başladı. Ticaret Nazırlığı ve Hariciye Nazırlığında yaptığı çeşitli görevlerden sonra 1874 yılının şubat ayında Roma büyükelçiliğine atandı. Bu görevi 1876 yılının haziran ayına kadar sürdürdü. Osmanlı ordusunun 93 Harbi'ndeki yenilgisi üzerine 3 Mart 1878 tarihinde imzalanan Ayastefanos Antlaşmasının Rusya ile müzakerelerinde görev aldı. Her ne kadar Meşrutiyet askıya alınmış olsa da Meclis-i Ayan üyesi yapıldı ve paşa rütbesini aldı. Aynı yılın Haziran-Kasım ayları arasında Nafıa nazırı olarak görev yaptı. Bu görevi sürdürmekteyken 13 Haziran–13 Temmuz 1878 tarihleri arasında Rusya, Avusturya ve Prusya gibi ülkelerle imzalanan Berlin Antlaşması'nın müzakerelerinde II. Abdülhamid'in Nafıa nazırı unvanı ile Osmanlı Devleti'ni temsil etti. 1878 yılının aralık ayında kısa bir süre Girit valiliği yaptı. Osmanlı Devleti'nin temsilcisi olarak müzarekerelerini yürüttüğü Berlin Antlaşması'nda Osmanlı Devleti açısından büyük toprak kayıplarının kabul edilmesine rağmen müzakerelerde gösterdiği yararlık üzerine 1878 yılının aralık ayına Hariciye Nazırlığı'na getirildi. Bu görevde 1879 yılının temmuz ayına kadar kaldı. Mayıs 1885-Aralık 1894 tarihleri arasında Sisam Adası Beyi olarak görev yaptı. Oradan da Girit'e gönderilerek Mart 1895-Mayıs 1896 tarihleri arasında ikinci bir defa Girit valisi oldu. 1906 yılında Konstantinapolis’te öldü.

[83] Arnavut Turhan Paşa (1839-1927) Osmanlı Devleti diplomat ve devlet adamı ve bağımsız Arnavutluk devletinin 2. başbakanı. Arnavut asıllı olan Turhan Paşa 1877-1880 yılları arasında Osmanlı Devleti'nin Roma büyükelçiliği, 1886-1894 yılları arasında ise Madrid elçiliği yaptı. 1894 yılında Girit Valisi oldu. 1895 yılına kadar bu görevde kaldıktan sonra 1895'te kısa bir süre Hariciye Nazırlığına atandı. Ama 1896 yılında tekrar Girit Valililiğine geri döndü. Ancak Girit'teki Rum isyanı sonucu görevini bırakarak geri dönmek zorunda kaldı. 1904-1908 arasında Evkaf Nazırlığı görevinde bulundu. II. Meşrutiyet'in ilanından sonra ise Şura-yı Devlet Reisi oldu. 1908 yılında Sankt-Peterburg'a Osmanlı Devleti'nin Rusya büyükelçisi olarak gönderildi. 1914 yılında I. Dünya Savaşı'na kadar bu görevde kaldı. 1914 yılında anavatanı olan Arnavutluk'a giderek yeni ilan edilmiş Arnavutluk Prensliğinin başbakanı oldu. Esat Paşa Toptani tarafından başbakanlıktan indirildi ama 1918 yılında tekrar başbakan oldu. Ama tekrar Lushnjë Kongresi tarafından başbakanlıktan indirildi. Türkçe, Yunanca, Arnavutça ve Rusça bilmekteydi. 1927 yılında sürgüne gönderildiği Fransa'da öldü.

[84] Yunanistan Başbakanı ve siyasetçi

Comments