3 - YUNAN İSYANLARI

Osmanlı İmparatorluğu toplumları arasında 19. yüzyılın sonlarında ardı ardına isyanlar ve bağımsızlık mücadeleri yaşanmıştır. Fransız Devriminin etkisiyle toplumlarda milliyetçilik olgusu gelişmiş ve isyanlar peşi sıra gelmiştir. Milliyetçiliği ilk derinden hisseden ve bu yolda mücadeleye başlayan Yunanlılar[67] olmuştur. Bu halk ile kendilerini özdeşleştirmiş Girit ve Ayvalık halkı da bu isyanlara katılmıştır. Girit İsyanlarını ve 1821 Ayvalık isyanını anlayabilmek için öncelikle Yunanistan’ın özgürlük ve bağımsızlık mücadelesine ve nedenlerine bakmak gerekir.


Rumlar, Osmanlı Devleti’nde Fatih Sultan Mehmet devrinden itibaren diğer Hıristiyan unsurlara göre birtakım imtiyazlara sahip bulunuyorlardı. Devlet yönetiminde Rumlara, Divan ve Elçilik Tercümanlıkları, Eflak ve Boğdan Voyvodalıkları gibi son derece önemli görevler verilmekteydi. Fatih Sultan Mehmet’in verdiği imtiyazlarla Ortodoks Kilisesinin yüksek makamlarını elde etmiş olan Rumlar, böylece Balkanlardaki diğer Hıristiyan halklara göre daha üstün bir konuma yükselmişlerdi. O zamana kadar sadece ruhani lider olan Patrikler, artık Padişahın koruyuculuğunda, kendi dini topluluğunun birçok dünyevi işlerinin de tartışmasız yöneticisi olmuşlardı. Ortodoksların evlenme, boşanma, miras gibi özel hukuk meseleleri ve aralarındaki her türlü anlaşmazlıklar da Patrik veya yetki verdiği papazlar tarafından çözümleniyordu. Öyle ki, Patriğin Osmanlı Devleti içinde ve dışındaki Hıristiyan topluluğun lideri konuma gelmesi ve bu konumunun devletçe de kabul görmesi, cemaatini ilgilendiren konularda divanda söz hakkı kazanmasını beraberinde getirmiştir.

Konstantinapolis’in fethinden önce şehrin ticari hayatında Venediklilerden sonra en büyük etnik grup Rumlardı. Rumlar, her ne kadar perakende ticaret ve gemi taşımacılığı dışındaki sektörlerde İtalyan tüccarların gerisindeyseler de uluslararası ticaret ve bankacılıkta aktiftiler. Konstantinapolis’in fethedilmesinden sonra ticari hayatta Venedik ve Cenevizlilerin yerini Rumlar almışlardı. Zengin Ceneviz ailelerinden çoğunun şehri terk etmelerine karşılık pek çok zengin Rum fetihten sonra Galata’da varlıklı burjuva yaşantısını devam ettirmiştir. Rumların iktisadi hayattaki durumları sadece ticaret ile sınırlı kalmamış, Babıali adına birçok Rum mültezimlik[68] yapmıştır. Örneğin Rum Mihalis Kantakuzenos’un[69] 1578 yılında efsanevi bir serveti, sarayında yüz hizmetçisi, kırk gulamı[70] ve hareminin bulunduğu düşünülürse Osmanlı toplum yapısı içinde bazı Rumların ekonomik durumlarının fevkalade olduğu hemen anlaşılmaktadır. Konstantinapolis’te oturan Fenerli Rumların, devletin idari işleriyle görevlendirilmeleri gelenek haline gelmişti. Divan-ı Hümayun tercümanlığı, Yunan isyanına kadar yalnızca Fenerli Rumlara veriliyordu. Osmanlı Devleti’nin dış ilişkileri Fener beylerinin çocukları tarafından yürütülür hale gelmişti. Rum beylerinin Konstantinapolis’te, Bükreş’te ve Korfu’da kolları vardı. Bu arada Konstantinapolis’te yaşayan Fenerli Rumlar da çok açık düşünceli aydın kişilerdi. Montesquieu, Racine, Voltaire gibi Fransız yazar ve düşünürlerinden tercümeler yapmakta, gençlerini Avrupa üniversitelerine göndermekte, oralardaki fikir hareketleri ve bilim adamlarıyla temas halinde bulunmaktaydılar.


Osmanlı Devleti’ndeki Rum köylüsüne, dil ve dini hürriyetle birlikte mülkiyet hakkı tanınmış olması, ülke sınırları içinde güvenli ve gönençli[71] bir hayat sağlamıştı. Avrupalı tarihçilere göre 19. yüzyıl başlarındaki Osmanlı-Rum köylüsü Batı Avrupa’daki köylüden daha güvenli ve bolluk içinde yaşıyordu. Yine kıyı kentlerde ve adalarda yaşayan, ticaret ve gemicilik yapan Rumlar, iç bölgelerde yaşayan köylüye göre daha iyi yaşama imkanlarına sahiptiler. Bu imkanlar onlara, Akdeniz ticaretinin büyük bir kısmını ellerine geçirme fırsatını vermiş; zamanla önemini kaybetmiş olan Venedik Cumhuriyeti’nin Doğu Akdeniz’deki ticari konumu Rumlara geçmişti. Ayrıca Kaynarca antlaşmasıyla Osmanlı vatandaşı Rum tacirleri, ticaret gemilerine Rus bayrağı çekme hakkını aldıktan ve böylece kapitülasyonlardan faydalanma imtiyazını elde ettikten sonra Osmanlı ve Rus ürünlerini[72] Avrupa’ya taşımaya başladılar. Bu şekilde himaye gören bir millet olarak çifte yurttaşlık statüsünü elde etmiş olan Rumlar, 1816 gibi erken bir tarihte 600 kadar ticaret gemisine sahiptiler. Ayrıca Kuzey Afrika korsanlarından korunmak amacıyla Babıali’den izin almak suretiyle ticaret gemilerini silahlandırmaları da güvenli hareket etmelerini sağlıyordu. Böylece Rum girişimciler, Odessa’dan Marsilya’ya, İzmir’den Londra’ya kadar geniş bir alanda deniz ticaretinde önemli bir paya sahip oldular.


18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı İmparatorluğu içerisinde yükselen Rum burjuvazisi, Yunan ayaklanmasına destek olmasından gayri daha uzun soluklu etkiyi, kilise ve Fenerli aristokratlarla birlikte okullar yaptırarak, kitaplıklar kurarak, yetişmiş gençlere burslar vererek ve Yunan ulusçuluğu düşüncesinin yaygınlaşmasını kolaylaştırarak yapmıştır. Ayvalıklı, Midillili veya Moralı Rum tüccarları Rusya’da, Karadeniz Limanlarında, İtalya’da, Mısır sahillerinde önemli mevkileri ellerinde tutuyorlardı. Güzegahlarını Batı Akdeniz’e kadar uzatan Rum tüccarlar oralarda yabancı dil öğrendiler. Bunun sonucunda batıyı özellikle Fransa’yı tanıdılar. Ekonomik refah düzeyindeki artışla birlikte batıda gördükleri hayatı yaşama hevesine kapıldılar. Büyük şehirlerde batı sisteminde okullar açtılar. Zengin aileler Avrupa’dan mürebbiyeler, öğretmenler getirtirken zamanla en fakir aileler bile bu akıma kapıldılar. Rum asilzadeler ise çocuklarına öncelikle Türkçe öğretir ardından bir Avrupa dili üzerinden eğitim verdirirlerdi. Bu gençler Osmanlı bürokrasisine memur olarak girer, başkatip, kapı kethüdası, daha sonra divanhane-i tersane (donanma tercümanı) ondan sonra da divan tercümanı ve son olarak voyvodalığa kadar yükselirdi.  

Avrupa’da oluşan yeni düşünceler, bilhassa milliyetçilik düşüncesinin, hızla Osmanlı toplumunda yayılmaya başlamasıyla birlikte Rumların Osmanlı Devleti’ne bağlılıklarının zayıflaması kaçınılmazdı. Bu fikrin gelişmesinde ve Rum cemaati içerisinde kabul görmesinde Paris’te öğrenim gören Korayiç, Anthimos Gazis[73], Konstandinos Laskaris ve Trakyalı Şair Regas’ın önemli bir rol oynadıkları görülmektedir. Burada daha önemli olan husus, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki varlıklı ve refah içindeki durumlarına rağmen Rumların, Osmanlı hakimiyetinin geçici olacağını düşünüyor olmalarıdır. Rumlara göre Anadolu topraklarına tek hükmedecek güç Doğu Roma İmparatorluğu olabilirdi. Başka bir milletin kendilerine hâkim olması onlara göre bir çeşit gasp sayılırdı. Başlangıçta milli ve bağımsız bir devlet kurmak gibi düşünceye sahip olmayan, özgürlük ülküsü bulunmayan Rumların düşünceleri, büyük devletlerin takip ettikleri politikalarla kısa zamanda değişecek ve mesele bağımsızlık yönünde gelişecektir. Osmanlı Devleti’nin zaafları sebebiyle Osmanlı toplumu içindeki durumları, Rumların isyan etmeleri için uygun bir zemin hazırlayacaktı.

 

Rusya’nın Rum Politikası

Fransız İhtilali’nden önce Rusya’nın Osmanlı Devleti’nde yaşamakta olan Rumları Osmanlı’ya karşı tahrik ve teşvik etmesi üzerinde durulması gereken bir husustur. Zaten Pan-Slavist[74] bir politika takip etmekte olan Rusya, Doğu Roma’yı yeniden canlandırarak Ortodoks Hıristiyanların hamisi durumuna gelmeyi planlıyordu. Alman asıllı Mareşal Münnich[75] tarafından Çariçe Anna İvanovna[76]’ya gönderilen bir raporda, bütün Greklerin Çariçe’ye hükümdarları gözüyle baktıklarından bahsedilmekte, Rumların şevk ve umutlarından yararlanarak Konstantinapolis üzerine yürünmesi gerektiği ifade edilmektedir. 18. yüzyılda Eflak ve Boğdan Voyvodalıklarına, Fenerli Rum beyleri ve bunların özellikle Divan-ı Hümayun tercümanlığı yapanlarının tayin edilmeye başlanmasıyla bundan en çok Rusya’nın istifade ettiği görülmektedir. Görevden alma ve bazen de ceza görmeleri, voyvodaları himaye ümidiyle Rusya’ya yakınlaştırmış, Rusya’da bu bu yakınlaşmayı kullanmıştır.

Büyük Petro


Çar Büyük Petro, Rus Milli Politikasını anlattığı vasiyetnamesinde Rumlar üzerinde izlenmesi gereken siyaseti şöyle belirlemiştir:

‘Macaristan’a, Türkiye’ye ve Polonya’nın güneyine yayılmış bulunan ve dini bakımdan da birlik arz etmeyen veya tarikatlara ayrılan Yunanlılar üzerinde dinin üstün nüfuzundan faydalanmalı, bütün aldatıcı yollarla onları kendimize bağlamalı, onların hamisi olarak tanınmalı ve ruhani bir üstünlük ünvanı kazanmalıyız. Bu bahane ve onların vasıtasıyla Türkiye hakimiyet altına alınacaktır. Ne kendi kuvvetleriyle ve ne de siyasi bağlantıları ile artık tutunamayacak ve kendiliğinden boyunduruk altına girecektir.’

Çariçe II. Katerina

Çar Büyük Petro[77](1682-1721), vasiyetnamesinden de anlaşılacağı gibi Osmanlı hakimiyeti altındaki Rumları, dini açıdan nüfuz altına almak suretiyle Osmanlıyı parçalamayı düşünmüş ve bu yönde bir politika takip etmiştir. Bu siyaseti gereği, Mora’da ayaklanma çıkarmak için kilise ve propaganda yolu ile faaliyetlerde bulunmuş, çok sayıda ajan ve bol miktarda para göndererek, halkı isyana teşvik etmiştir. 1762’de Rus tahtına oturan Çariçe II. Katerina[78] ile Avusturya İmparatoru II. Josef arasında Osmanlı Devleti’nin paylaşılması amacıyla hazırlanan Grek Projesi de Büyük Petro’nun belirlediği politikanın devamıdır. Rumları Osmanlı Devleti’ne karşı isyana teşvik etmek için Rusya’nın özel bir gayreti söz konusudur. Esasen Rusya’nın bu gayretleri çok daha önce başlamıştır. Rusya ilk kez 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı’nda, Mora ile ilgilenmiş ve II. Katerina, Mora’ya bir Rus donanması göndererek 1770 Mart ayında bir ayaklanma çıkarmıştı. 1770’de başlayan ve genişleyen Mora ayaklanmalarında Müslüman katliamı yaşanmıştır. 1806 yılında Aleksandros İpsilantis (1792-1828), birçok Romenin yanı sıra Rusya’dan gelen Rumlardan oluşan 3-4 bin kişilik bir ordu kurmuştu. Albay Nikola Pangal komutasında bu ordu daha sonra Rumların toplanma merkezi olacak olan Makedon cephesini oluşturdu. Sırpların isyan ettikleri bir tarihte Rumların da isyan için hazırlanması ve Rusya tarafından askeri destek sağlanması, Rusya’nın düşündüğü politikayı uygulamaya koymaya çalıştığını göstermektedir.

 Rusların ve Rumların aynı dinin aynı mezhebinden olması, Moskova Çarlığı ile Bizans İmparatorluğu arasındaki yakın ilişkiler, Grek kültürünün Rus kültürü üzerindeki etkisi, her iki tarafı birbirine yakınlaştırmıştı. Rusya izlediği yayılmacı politikalara uygun olarak 1768-1774 savaşı[79] ve sonrasında ele geçirdiği topraklara Osmanlı vatandaşı Rumları iskân etti. Rusya topraklarına göç eden Osmanlı Rumları sayıca kalabalık olmasalar da nitelikli iş gücü açısından Ruslardan farklılaşıyorlardı. Özellikle ticarete yatkınlık ve denizcilik tecrübeleri ile bahriye kuvvetleri olarak kullanılabilme kapasiteleri onları cazip kılmıştı. Rumlar açısından bakınca da yeni kurulan koloniler zamanla Rusya’daki diasporanın başlangıcını oluşturdu. Rusya’nın Rum kolonileri kurma düşüncesi 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’nın yedinci maddesi ile Ortodoksların koruyucusu rolünü üstlendiğinde başlamıştı. Ruslar, 1774 tarihinden itibaren Osmanlı Devleti sınırları içinde sayılarını artırdıkları konsoloslukların tamamında Osmanlı Rumlarına görev verdiler. Kapitülasyonlardaki haklardan yararlanmak isteyen Rumlar böylece konsoloslukta görev kabul ederek ticari faaliyetlerini yabancı tüccar statüsünde yürüttüler. Benzer şekilde 1831-1911 yılları arasında Osmanlı ile yakın ilişkiler kuran ABD, Osmanlı topraklarında açtığı konsolosluklar da Rum kökenli Osmanlı vatandaşlarına görev verdi.

Küçük Kaynarca antlaşmasından sonra Ayvalık ve Gemlik gibi kentler, Rusların etkisiyle serbest ticaret bölgesi haline gelince, nüfus hareketlilikleri artmış, Adalar, Mora ve Anadolu içlerinden Rumlar Ayvalık’a akın etmişti. Yaşanan bu değişikliğin de etkisiyle Ayvalık 1786 tarihinde Karesi Sancağı sınırlarına dahil edildi. Ayvalık’ın gelişiminin mimarı olarak nitelenen Rahip Ioannis Dimitrakellis Oikonomos’un Cezayirli Hasan Paşa’ya yaptığı yardımlardan dolayı Ayvalık’a kazandırdığı özerklik statüsünün aslında Yunan tarih yazıcılığının efsane üretme alışkanlığının bir sonucu olduğu iddia edilir. Böyle bir belgeye Osmanlı arşivlerinde rastlanmamıştır. Oikonomos’un başarısını, yakın dostu olduğu Konstantinapolis’te Donanma Dragomanı Nikolaos Karachristos ve banker Saroz Petrakis ile yakın ilişkilerinde aramak gerekir. Bu üçlünün ortak noktası o dönemde ‘Fenerliler’ diye anılan gruptan olmalarıydı. Fenerliler, o dönemde Babıali ile yakın ilişkilerde bulunan Rumlar hakkında kullanılan bir tabirdir. İkonomos’un hamisi, Banker Saroz Petraki’nin ölümünden sonra Ayvalık’ta Rahip İkonomos’a karşı faaliyetler ortaya çıktı. Ardından İkonomos’un 1791 yılında şüpheli ölümüyle Ayvalık’ta çatışmalar başladı. 

Yunan İsyanını başlatan İpsilanti Ailesi

Komnenos Hanedanı[80] soyundan oldukları iddia edilen Fenerli bir Rum ailesi olan İpsilantiler 19. yüzyıl başında Balkanlar'da Osmanlılara karşı başlayan ayaklanmalara öncülük etmesiyle tanınıyor. Ailenin ilk tanınmış şahsiyeti ise Atanasios İpsilantis[81]. Atanasios 1730'da Konstantinapolis’te doğdu. İtalya'da Padova Tıp Fakültesi'nden mezun oldu. 1760'a kadar Konstantinapolis’te vezir Ragıb Paşa'nın hekimliğini yaptı. Daha sonra Bükreş'e yerleşip Prens Giga'nın danışman hekimliğini üstlendi. Atanasios’un kardeşi Aleksandros İpsilantis 1774'te Babıali'ye baştercüman olarak atandı. 1787'de Boğdan, 1794'te ise Eflak Voyvodalığı'na getirildi. Buradaki görevi sırasında gizli çalışmalarla silahlı bir güç oluşturdu. Bu güç Yunan ihtilalinin temelini oluşturacaktı. Ancak oğullarının aşırı davranışları sonucu bu amacı gerçekleşmeyince istifa etmek zorunda kaldı. 1787'de patlak veren Osmanlı-Rus Savaşı'nda Osmanlılara esir düştü. Daha sonra affedilerek 1796'da yeniden Eflak Voyvodalığı'na getirildi. İki yıl sonra istifa etmek zorunda kaldı ve 1799'da yerine oğlu Konstantin getirildi. İhtilalci damgası yediği için bir süre sonra tutuklandı ve gördüğü işkencelerden dolayı 1806 yılında öldü. Oğlu Konstantin İpsilantis 1796-1799 arasında Konstantinapolis’te babası gibi tercümanlık yaptıktan sonra Eflak voyvodası oldu ve çevreye Rus etkisini yaymaya başladı. 1806'da Konstantinapolis’e gelen Napolyon'un generali Sabastiani'nin ısrarı ile görevinden azledildi. Tilsit barışı sonunda Rusya'ya gitti ve orada öldü.


Boğdan beyi Konstantin İpsilantis’in oğlu Aleksandros İpsilantis[82] (1792-1828) ailenin ikinci ünlü kişisidir. Çok iyi Fransızca, İtalyanca, Türkçe, Arapça ve Farsça konuşurdu. Babası Konstantin 1805 yılında Babıali tarafından görevden alınınca Rusya'nın başkenti Sankt-Peterburg'a[83] kaçtı ve Aleksandros'u da beraberinde götürdü. Çarlık Rusya'sının ordusunda görev alan Aleksandros İpsilantis Rusya'yı Napolyon Bonapart'ın ordularına karşı savundu. 1817 yılında Rus ordusunda binbaşı rütbesine yükseldi ve Rus Çar’ının savaş yaverliğini yaptı. Aleksandros İpsilantis 1820 yılında Odessa'da Balkanların Osmanlı İmparatorluğu’ndan bağımsızlığını savunan Filiki Eterya[84] derneğinin başkanlığına seçildi. 1821 yılında Filiki Eterya Eflak'ta Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklanan Rumen asıllı Todor Vladimirescu ile iş birliği yaptı. Bu isyanı Eflak-Boğdan'da başlatmayı istemelerinin nedeni, Romen, Sırp ve Bulgarları da bu harekete katmaktı. Ancak Osmanlı Devleti ayaklanmayı bastırınca Vladimirescu ile İpsilantis arasında anlaşmazlık çıktı. Vladimirescu, Filiki Eterya cemiyeti tarafından işkenceyle öldürüldü.

 

Aleksandros İpsilantis 1821'de Yaş[85] şehrine girerek Yunanlıların bağımsızlığı için kardeşleri Yeorgios ve Nikalaos'la çalışmaya başladı. Bu durumu Tepedelenli Ali Paşa, Babıali'ye haber vermiş olmasına rağmen Nişancı Halet Efendi[86], Fenerli Rum beylerinin katipliğinden yetiştiği ve Ali Paşa'yı sevmediği için bu ihbarı dikkate almadı. Aleksandros İpsilantis 1821'de Osmanlı aleyhinde beyannameler dağıtarak harekete geçti ve Bükreş'i işgal etti. Aleksandros İpsilantis'in komutasındaki Filiki Eterya orduları 19 Haziran 1821 tarihinde Dragaşani kasabası yakınlarında Osmanlı ordusu tarafından yenilerek dağıtıldı. Aleksandros İpsilantis kardeşi Nikola'yla birlikte kaçarak Avusturya'ya sığındı. Ancak Avusturya Aleksandros İpsilantis'in topraklarında Osmanlıya karşı çalışmasına izin vermedi. Yedi yıl göz hapsinde yaşadıktan sonra Rus çarı I. Nikolay'ın ısrarı üzerine serbest bırakılarak Viyana'ya gitmesine izin verildi. Bir sene sonra 31 Ocak 1828 tarihinde yokluk içinde öldü ve Viyana'da gömüldü. 136 yıl sonra 1964 yılında mezarı Atina'ya taşındı. Günümüzde Aleksandros İpsilantis Yunanistan'ın bağımsızlığına yaptığı katkılardan dolayı Yunanlar tarafından bir ulusal kahraman olarak kabul edilmektedir.

Resim 3-1 Tarabya’da İpsilanti yalısı 

Aleksandros'un kardeşi Dimitrios’da bağımsızlık savaşına katılanlar arasındaydı. 1822'de asilerin oluşturduğu mecliste bir anayasa hazırlanmasında görev aldı. 1825'te Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa'nın ilerleyişine karşı koydu ancak başarılı olamadı. 1832'de Mora yarımadasında Nauplion'da öldü. En küçük kardeşleri Nikolaos da 1821'de ağabeyi Aleksandros'un yanında kutsal birliğin topçu komutanlığını yaptı.

Avrupalı Aydınlar

Fransız İhtilali’nin ortaya çıkardığı fikirler, Fransızların askeri başarılarıyla birleşince, Osmanlı İmparatorluğu için de oldukça tehlikeli ve yıkıcı bir güç durumuna gelmiştir. 1797’de imzalanan Campo Formio Antlaşması[87] ile Venedik Cumhuriyeti’ni parçalayarak Adriyatik kıyılarında Venediklilere ait olan pek çok yeri ele geçiren Fransa, vakit geçirmeden Osmanlı Devleti’nin Yunan tebaasına yönelik propaganda faaliyetlerine başlamıştır. Fransızlar bu propagandalar sırasında eski Hellenlerin muhteşem başarılarından ve hürriyetlerinden bahseden konuşmalar ve kutlamalar düzenlemek suretiyle geçmişi yeniden canlandırma sözünü verdiler. Sonuçta Fransız İhtilali’nin ortaya çıkardığı ‘İnsan Hakları Beyannamesi’ ile Napolyon’un Rumlar arasında yaptığı milliyetçilik telkinlerinin, Rumların Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmalarındaki etkisi inkâr edilemez. Napolyon Bonaparte, Yunanlıların asli benliklerini depreştirmek için emrindekilere Eski Atina ve Sparta’dan bahisle Yunanlılık hislerinin uyandırılması talimatı verdiği gibi Ege Denizi’nde bulunan bütün adalara gönderdiği ajanlara da eski Yunan şanını kendilerine hatırlatacak, bu şan ve şerefi yaşatmaya onları teşvik edecek, Osmanlıya karşı ayaklanmalarını temin edecek bildiriler hazırlamak görevini vermiştir. Bu bilgilerden de anlaşılacağı üzere Napolyon’un ‘Milliyetçilik’ düşüncesinden ziyade milliyetçilik fikrinin istismar edilmesi suretiyle tahriklerde bulunduğu; bu tahriklerin de Yunan bağımsızlığı fikrinin oluşumunda etkili olduğu açıktır. Ancak bu fikrin olgunlaşması ve yayılması 1805’ten sonra bu bölgede Fransızların yerini alan Rusların çalışmaları ile gerçekleşecektir. Rumlarda isyancı düşüncenin oluşmasında en önemli etkenin Avrupa’da canlanan Yunan romantizmi olduğu açıktır. O dönemde henüz Sümerler[88] keşfedilmediğinden Yunanlılar dünyada uygarlığı yaratan millet olarak kabul ediliyordu. Yeniçağ başlarında Avrupa’da ortaya çıkan Hümanizm ve Rönesans akımları sonucunda aydın kitle eski Yunan kültür ve uygarlığına hayranlık duymaya başlamış, bu ilgi zamanla Avrupa’da küçümsenemeyecek derecede Yunan sevgi ve dostluğunu doğurmuştu. Yunan milliyetçiliği, bütün Hıristiyan kiliseleri, bütün Avrupa devletleri, hemen bütün Batılı düşünür ve yazarlar tarafından destek görmüştür.

Fransa’da olduğu kadar, İngiltere’de, Almanya’da ve Amerika’da da oluşan Hellen romantizmi’nin temsilcileri, Bizans İmparatorluğu’na veya Ortodoks Kilisesi’ne değil, eski Grek uygarlığına aşıktılar. Ortodoks Kilisesi ve Yunanlılık bu Grek sevgisinden daima faydalanmıştır. Türk-Yunan ilişkilerinin gerginleştiği zamanlarda Grek romantizmi, Hıristiyan Rumların Müslüman Türk boyunduruğunda olduğu ve Hellen medeniyetinin evlatlarının kurtarılmaları tezinden hareketle adeta meşru bir Türk düşmanlığı şeklinde kendini göstermiştir. Batılı aydınlar bir anlamda Hellenizm ile Oryantalizm akımlarını bir araya getirmiş oluyorlardı. Batılı Hellen severler, Yunanistan’a ve Yunan düşüncesine hayat kazandırarak Avrupa’yı yeniden yaratma fikrine kapıldılar. Napolyon’a göre, İyon adalarının fethi, İtalya’nın tümüne sahip olmaktan daha çok önem taşıyordu. Doğal olarak bu iki düşünce ve yaklaşım arasında temel bir ayrım söz konusudur. Napolyon için Yunanistan onun emperyalist görüş ve vizyonunun bir parçası iken Batılı aydınlar için Avrupa’yı diriltmenin temel dayanağı idi. Özellikle 18. yüzyılda bu dostluk ve hayranlık en yüksek düzeye ulaştı. Nitekim Voltaire, Andre Chenier, Lord Byron, Goethe, Victor Hugo, Thomas Hope gibi Yunan tarihi ve edebiyatı hayranı aydınlar, Rumların bağımsızlığını destekleyerek Osmanlılar aleyhine yayın faaliyetine giriştiler. Onları esas ilgilendiren konu Osmanlı Devleti’nin çözülmesini sağlamaktan çok Avrupa medeniyetinin yeniden canlanması için gereken tarihi, fikri zeminin sağlanması idi. Bu nedenle Osmanlı boyunduruğundan kurtulan Yunanlılara aynı zamanda Hellen bilinci verilmeliydi. Edebiyat alanında eski Yunan klasiklerinin tekrar tercüme edilmesi, Rumlar arasında geçmişlerine karşı özlem ve hayranlık uyandırma konusunda kayda değer bir gelişme olmuştur. Bu durum bağımsızlık uğruna mücadeleye atılmış olan Rumları cesaretlendirmekle kalmamış, Avrupa kamuoyunda Rum sempatisinin doğmasına ve Rum bağımsızlığının desteklenmesine geniş bir ortam oluşturmuştur. Avrupa aydınları kâinatta hareket eden ne varsa kaynağı Yunan’dır’ diyebilecek kadar ileri gidiyorlardı. Rumlara karşı büyük bir sempati duyan Avrupa kamuoyu, ayaklananları cezalandırmak için alınan önlemleri, isyan etmiş olan bir tebaaya karşı değil, özgürlüğü için savaşan Hellen halkına karşı yapılmakta olan zulümler olarak görüyordu. Avrupa’da, Osmanlı Devleti aleyhine yapılan propagandalar da Yunan dostlarını heyecanlandırarak, fiilen Rumlara yardım etmek için akın akın Mora’ya gelmelerine neden oluyordu. Başta İngiltere olmak üzere hemen hemen her Avrupa ülkesinin büyük kentlerinde Hellen Dostluk Komiteleri kuruluyor ve bu dernekler Rumlara maddi, manevi destek sağlamak için çalışıyorlardı. İngiltere, Fransa, Bavyera, İsviçre, İtalya ve hatta Amerika’dan yüzlerce Yunan taraftarı, Avrupa ülkelerinde yaşayan Rumlar ve diğer milletlerden gönüllüler, Yunanistan’ın bağımsızlığı uğruna Osmanlı ile çarpışmaya geliyorlardı. Avrupa’da Yunanistan’a yardım sağlamak için futbol müsabakaları, amatör tiyatro gösterileri yapılıyor, Yunan romantikleri kapı kapı dolaşıp para topluyorlardı. 1826 yılına gelindiğinde, Paris Yunan Komitesi faaliyetlerini daha da hızlandırmıştı. Açılan yardım kampanyası ‘General Lafayette’den 5.000 frank, Casimir Perier’den 6.000 frank, Mason Locası’ndan 7.925.50 frank, bir terziden 10 frank’ gibi ilanlarla duyuruluyordu. Özellikle İngiliz şair Lord Byron[89] ile Mora’ya gelen Albay Fabrier, Yunan isyanını hazırlamaya çalışan Rum liderlerle temasa geçerek, imtiyaz hakkı temin edilen yaklaşık bin beş yüz dönümlük arazide Yunanlılara, tarım teknikleri öğretme maskesi altında askeri eğitim yaptırıyordu. Bu arada vicdanının sesini dinleyen, fakat her şeye rağmen Yunanlıya olan aşktan vazgeçmeyi göze alamayan Avrupalı aydınlara da rastlanıyordu. Fransız yazar Rene Delaporte’un sözleri bu gerçeğin bir ifadesidir:

‘Doğrusunu söylemek gerekirse, Yunanlıları Afrikalı vahşiler mevkiine düşüren bu barbarlıkları, samimi bir Hellen dostu olarak kınıyoruz. Yunanlıya karşı duyduğumuz aşk, bizi cinayetleri affettirmek için yalan söylemeye götüremez ve bazıları bu cinayetleri Kıbrıs’ta da hazırlamaktadır.’

Bu tür görüşlere rağmen Avrupalı aydının Yunanlılara desteği Mora’daki isyanı hazırladığı gibi isyandan sonraki hemen her olayda sağlam bir destek olarak kendini gösterecektir.

 

Teşkilatlanma-Megali İdea

Rigas Velestinlis'in Atina'daki heykeli

Ortodoks Kilisesi ve Patrikhane

Yunan milliyetçiliğini besleyen kaynak, ne Pluton[92], Aristo, ne de Batı Avrupa’nın liberal ve sosyalist fikirleriydi. Tarihi sürece bakılırsa Yunan milliyetçiliğinin papaz teokrasisinin bir ürünü olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Fikri ve siyasi gelişimi dini mesajlarla besleyen Ortodoks Kilisesi’nin karşısında liberalizm, demokrasi, sosyalizm ve laiklik, halk kitleleri için hemen hemen hiçbir anlam taşımadığı gibi her şeyden önce Kilise, milliyetçilik bayrağını taşıyan bir merkez durumundaydı. Amerika’da 1924 yılında yayınlanan kitabında din adamı ve yazar Adamantios Polyzodies, Yunan isyanının hazırlanmasında Kilise’nin oynadığı rolü şöyle açıklamaktadır:

  Konstantinapolis’in zaptından sonra, Rumlar din özgürlüğüne kavuştular. Bu özgürlüğü hem eğitsel hem yurtsever amaçlar için kullanma açıkgözlülüğünü gösterdiler. Her Rum Kilisesi bir gizli okul, her papaz bir öğretmen oldu... Herkesin bildiği olay şudur ki, Rum Kilisesi olmasaydı bir Yunan İhtilali ve bir Yunan bağımsızlığı olamazdı.

Resim 3-2 Megali Idea kapsamında talep edilen yerler 

Kilise, yüzyıllarca Rum milletinin fikir sözcülüğünü yaparak, manastırlarda gençlere dini eğitim maskesi altında askeri eğitim vermiş, dini müesseseleri silah deposu haline getirmişti. Patrik tarafından temsil olunan Osmanlı Devletindeki Rum Kilisesi’nin sahip olduğu mal ve gelirler son derece genişti. Kiliselerin ve manastırların arazileri ve mülkleri bulunuyordu. Dindar Hıristiyanların yaptıkları bağışlar da önemli bir gelir kaynağıydı. Ayaklanmalarda öncülüğü yine papazlar yapmaktaydılar. Filiki Eteria Cemiyetinin kuruculuk görevini üstlenenlerden Eksanto, Patrikhane denetimindeki Ayvalık İkonomos Akademisi mezunlarındandı. Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasında Ortodoks Patrikhanesinin oynadığı sürükleyici ve kışkırtıcı rol inkâr edilemez bir gerçektir. Mora isyanında Filiki Eteria Cemiyeti üyelerinin çalışmalarından haberdar olan Sultan II. Mahmud, isyanda büyük ölçüde etkili olduğu tespit edilen Patrik V. Gregorios’u 22 Nisan 1821 tarihinde Konstantinapolis Fener Patrikhanesinin orta kapısında astırmıştı. Patrikhane de saraya tepki olarak o tarihten itibaren o kapıyı kapalı tutmaktadır. Patrik’in cesedi üç gün sonra asıldığı yerden indirildi ve cemiyetler arası gerilimi artırmak için Yahudilere verildi. Yahudiler pis bir pazaryerinin içerisinden sürükleyerek getirdikleri cesedi burada denize fırlattılar. Artık çürümeye yüz tutmuş ve şişmiş olan gövde çok geçmeden yüzeye vurdu ve birkaç gün sonra gömülmek üzere gizlice Odesa’ya götürüldü. Ayrıca iki papaz ile üç başpiskopos şehrin değişik bölgelerinde asıldılar. İdam cezası Kilise’nin faaliyetlerini ancak bir süre engellemiştir. Anlaşılacağı gibi Fener Rum Patrikhanesi Mustafa Kemal Atatürk’ün ifadesiyle ‘bir fesat ve hıyanet ocağı’ olmuş ve Yunan bağımsızlığına giden yolda büyük hizmet görmüştü. 1821 yılındaki ayaklanma o dönemdeki Konstantinapolis Patriği tarafından istemeden de olsa aforoz edildi.

Siyaset adamı Venizelos’da Yunanistan’ın gelişimi için Patrikliğin desteğinin şart olduğunu düşünüyordu. Bu amaçla Yunan isyanından yaklaşık 90 yıl sonra Yunan başbakanlığına geçmek için Girit’ten ayrıldığı zaman papaz kıyafeti giyerek gizlice Konstantinapolis’e gelmiş ve bir hafta boyunca bir Rum ailenin evinde kalmıştı. Bu sürede Patrikhane ile görüşmeler yapmış ve Patrikhanenin bağımsızlık ve yayılma mücadelerindeki önder rolünü belirlemişti. Venizelos başbakan olarak göreve başladıktan kısa bir süre sonra ‘Topraklarımız iki yıl içinde iki katına çıkmalı, bunu başaracağız’ söylemiyle çalışmalara başlamış 18 aydan az bir süre içerisinde Yunan Kara Kuvvetlerini iki katına çıkarmıştı.

Tepedenli Ali Paşa’nın İsyanı



Taşrada ayanların[93] etkin olduğu 18. Yüzyıl da Yunanistan’da da yerel ayanlar ortaya çıktı. Bunlardan en meşhuru Tepedelenli Ali Paşa[94]’dır. Ayanlık mücadeleleri neticesinde 1785’te Tırhala’ya mutasarrıf olarak tayin edilen Ali Paşa, Tesalya ve Epir bölgelerini kontrolü altında tutmaktaydı. 1788’de Yanya’da kontrolü ele geçirince Yanya valiliğine tayin edildi. Kısa zamanda rakiplerini ortadan kaldırarak Yunanistan’ın büyük bir kısmına ve güney Arnavutluk’a hâkim oldu. Diğer güçlü ayanlar gibi yarı otonom bir yönetim kurdu. 1820 yılında Rumların Rusların da desteğiyle bir ayaklanmaya girişeceğinden haberdar olan İngiltere kendi dış siyasetinin de düşünerek başkentteki elçisi aracılığıyla Sultan II. Mahmut’u bu konudan haberdar etmişti. Padişah’ta bu haberin doğruluğunu araştırması için görevi Divan-ı Hümayunda Nişancılık olan Halet Efendi’ye verdi. Rum hayranı olduğu ve Rum zenginlerden menfaat sağladığı iddia edilen Halet Efendi’de Divan tercümanı, Filiki Eterya Cemiyeti gizli üyesi, Fener semtinin sayılı zenginlerinden Rum asıllı Nikola Murzi’yi ihbar konusunu incelemek için Mora Yarımadası’na gönderdi. Murzi hazırladığı raporda iddiaların asılsız olduğu ve Rumlara atılmış bir iftiradan başka bir şey olmadığını bildirdi. Yanya Valisi olarak görev yapan Tepedenli Ali Paşa ise çıkarılacak isyanla ilgili ele geçen bazı belgeleri başkente gönderince işler karıştı. Tepedenli Ali Paşa ile anlaşamayan Halet Efendi, aktarılan bilgilerin yalan, gelen belgelerin sahte olduğu konusunda padişahı ikna edince 1820 yılında Tepedenli Ali Paşa vezirlik ve valilik görevlerinden azledildi. Böyle bir sonuç beklemeyen Tepedenli Ali Paşa ise isyan hareketi başlattı. Osmanlı, Tepedenli Ali Paşa’nın isyanını bastırmak için görevlendirdiği Hurşit Paşa, Ege ve Mora Yarımadası’ndaki askerleri isyanı bastırmak için çekince, Mora halkı için isyan zamanı gelmişti. Osmanlılar, Tepedenli Ali Paşa ile uğraşırken isyancı Yunanlıların üzerlerine asker gönderilememiş ve ihtilalin kolayca başarı kazanması adeta seyredilmişti. İsyanın bastırılamamasının bir başka nedeni de artık son yıllarını yaşayan Yeniçeri ocağının içinde bulunduğu dağınıklık ve disiplinsizliktir. İsyanın başladığı 1821 yılı mart ayında Mora yarımadasında yaşayan Müslüman sayısının yaklaşık 50 bin olduğu ifade edilirken, bir ay sonra Grekler paskalyayı kutlarken kadın ve çocuklar dahil Mora’da tek bir Müslüman nüfus kalmamıştı.

Yunan İhtilali Başlıyor

Mora’da patlak veren isyanın (1821) kısa sürede Ege adaları ve Batı Anadolu sahillerine hatta Kıbrıs adasına sıçraması, hazırlıkların ne denli planlı ve sistematik yürütüldüğünün açık bir göstergesidir. Mora’da isyanın başlamasından hemen sonra Kıbrıs’ta ve Ayvalık’ta da kilisenin başını çektiği bir isyan başlamıştır. Mora yarımadasında Ortodoks kilisesinin desteğiyle hareket eden asiler, Türkleri öldürmeye çalışmışlar, hatta çoğunluğun Türkçe konuştuğu bölgelerden kıyımdan kaçanlar canlarını ancak Atina yakınlarındaki Osmanlı askeri garnizonlarına sığınarak kurtarmışlardır. İsyana Rusya’nın yardımını sağlamayı ve diğer Ortodoks toplumları da ayaklandırmak suretiyle Balkanlarda geniş bir isyan çıkarmayı düşünen İpsilanti, isyanın öncelikle Eflak ve Boğdan’da çıkarılmasını planlamıştı. Ancak Sırplar ve Bulgarlar, Rumlarla birlikte hareket etmek istemediklerinden 3.000 kişilik bir kuvvetle Yaş şehrine giren İpsilanti’ye destek vermemişler ve sayıca az olmalarına rağmen Türk kuvvetleri İpsilanti’nin kuvvetlerini dağıtmayı başarmıştır. İpsilanti’de Avusturya’ya kaçmak zorunda kalmıştır. Bu ilk isyan teşebbüsünden sonra Mora’ya çıkan Aleksandr İpsilanti’nin kardeşi Dimitri ve Prens Kantakuzen ile Patras Metropoliti Germanos’un teşvikleriyle Rumlar ayaklanmışlardır. Osmanlının aynı anda her tarafa birden yetişemeyeceği düşünülerek isyanın Mora ile birlikte Rumların çoğunlukta bulunduğu adalar da eşzamanlı başlaması planlanmıştır. Filiki Eterya Cemiyeti’nin planına göre aynı anda birçok yerde isyan çıkartılarak Türkler şaşkın bir hale getirildikten sonra Rus ordusu müdahale edecekti. Mora yarımadasında yaşayan 150 bin civarındaki Hıristiyan nüfusun en az kırk bin kadarı savaşabilecek durumda iken Müslüman nüfusun ancak oniki bini savaşabilirdi. 1820 yılında görevden alındığı için isyan eden Yanya[95] Valisi Tepedelenli Ali Paşa üzerine asker gönderildiği için Mora’da Osmanlı askeri kalmamıştı. Bu sebeple başlayan isyana gereği gibi müdahale edilebilmesi mümkün gözükmüyordu. Mora’daki reayanın 150.000 civarında olduğu ve silahlı olanların beş altı bine ulaşacağı düşünülerek civar kazalardan birkaç bin asker toplandıktan sonra 1.000 asker daha Mora’nın muhafazasına tayin olunmuştur. Ayrıca Arnavut askerlerinin Mora’ya sevki kararlaştırılmıştır. Bununla birlikte reayanın Rusya’ya eğilimi olduğu, Rusya’nın Korfu[96]’da asker ve donanması bulunduğu ve Mora halkını tahrik ettiği göz önünde bulundurularak Mora’nın muhafazasına önem verilmiş, Üsküp ve Sargöl taraflarından 3.000 asker toplanarak Mora’ya sevki kararlaştırılmıştır. 1821 Mart’ında başlayan isyan nisan ayında genelleşti. Her yerde daha önceden kararlaştırılmış bir işaret almışçasına köylüler ayaklanmışlar, yakaladıkları bütün Türkleri kıyımdan geçirmeye girişmişlerdir. Asilerin ilk bayraklarının üzerinde kesilmiş bir Türk kafasının üzerinde bir haç bulunuyordu. İngiliz yazar William St. Clair’a göre ‘Grekler arasındaki bu vahşice öç alma isteği, çok geçmeden katletme zevkine dönüşüyordu.’ Başka bir İngiliz yazar Davit Howarth da ‘Grekler, bu cinayetleri işlerken herhangi bir neden aramıyorlardı. Kan dökme şehvetine kapıldıkları için öldürüyorlardı’ demektedir. Anlaşılacağı gibi plansız ve sistemsiz bir şekilde gelişigüzel şiddet hareketleri dizisi olarak başlatılan isyan, milli ve dini bir karakter alarak kısa sürede gelişmiştir.

Kalavrita Ayaklanması

Kocabaşların[97] bazılarını Mora yarımadası’nda Tripoliçe’ye getirmeyi başaran Osmanlı devleti, öldürülme korkusunu bahane ederek buraya gelmeyen kişileri ikna etmek amacıyla diğer Kocabaşlar vasıtasıyla güven mektubu göndermiş ise de başarılı olamamıştır. Asıl hedefleri isyan olan Kocabaşlar, halkı isyana teşvik etmeye devam etmişlerdir. İlk başarılı oldukları yerlerden birisi de Kalavrita’dır. Ayaklanan Rumlar sivil bir savaşın çıkması için her yolu denemişlerdir. Asilerin ilk hedefi Müslüman sivil aileler olmuştur. 21 Mart 1821’de Kalavrita’da Patras Piskoposu Arsevek Germanos’un başlattığı isyanda 200’den fazla Müslüman’ın evi basılarak bütün erkekleri öldürülüp kadınları esir alınmıştır. Zaten Mora’daki Türklerin, önceden silah ve erzak hazırlığı yapmadıkları için sayılarının azaltılması bir an meselesi idi. Baskınlardan sağ kurtulabilenler ile öldürülme korkusu yaşayan çevre kaza ve köylerdeki Müslüman ahali, kalelere sığınarak yok edilmenin önüne geçmek istemişlerdir. Arhos kasabasının Müslüman ahalisi bu nedenle yürüyüş mesafesi olarak iki buçuk saat uzaklıktaki Anabolu kalesine (Nauplia) sığınmıştır. Artık Müslümanlar için kale dışında yaşamak imkânsız hale gelmişti. Yunanlı Petros Mavromihalis çetesiyle birlikte dağlardan inerek bir liman kenti olan Kalamata’ya girdi. Petros tarafından kuşatılan Kalamata hemen düşmüş; şehirde yaşayan Osmanlı erkekleri katledilirken, kadınlar ve çocuklar esir alınmıştır. Şehir yakınından akan suyun kenarında törensel kıyafetlere bürünmüş 24 papaz, çevrelerinde 5.000 savaşçıdan oluşan bir kuvvetle kazandıkları bu ilk zaferi kutlamaya başladılar. Hayatlarının ve onurlarının korunacağı yönünde yemin edilmesi üzerine teslim olan Türkler, köle olarak paylaştırılmıştır. Filiki Eterya üyesi Amvrosios Frantzis’in ifadesine göre, bu tutsakların çoğu gecenin karanlığında yok edildiler. İsyancılardan kurtulmayı başarabilen Türkler ise kaleye kapandılar. Kuşatma altında kalanlar, açlık nedeniyle şartlı teslim olmuşlarsa da bunların da çoğu katledilmiş, kurtulanlar ise esir alınmıştır.

Patras Ayaklanması, Livadia, Messollogi, Vrahori Olayları

Kalavrita'da başlayan isyanı 23 Mart 1821 tarihinde Patras ayaklanması[98] izlemiştir. Asiler, 30 Mart 1821’de Livadya’ya saldırmışlardır. Kaleye kaçan ve 25 Nisan 1821’e kadar kendilerini savunan ve teslim olmak zorunda kalan Türklerin tamamı öldürülmüştür. Mesollogi şehri 1 Temmuz 1821’de düşmüş, Türklerin bir bölümü öldürülmüş, bir bölümü de esir alınmıştır. 9 Temmuz 1821’de Vrahori (Agrinio)’da başlayan ayaklanmada, anlaşmayla silahlarını teslim etmiş olan 500 Türk aile katledilmiştir.

Müslümanlar Şehirlerden Temizleniyor[99]

1821 yılı ağustos ayında Yunan katliamından kaçarak Monemvasia’ya sığınmış olan Müslüman halk asilere teslim oldukları halde gaddarca katledilmişlerdir. Birkaç gün sonra Navarin Müslümanları da aynı akibete uğradılar. İki bin ile üç bin Müslüman öldürülmüş, Türk kadınları soyularak üzerleri aranmış, kurtulmak isteyen bazı kadınlar suda vurularak öldürülmüş, Müslüman çocuklar denize atılarak boğdurulmuş, bebekler ise annelerinden koparılarak kayalara çarpılarak canlarına kıyılmışlardır. Yarı çıplak ve korku içinde tutulan Müslüman kız ve erkek çocuklar daha sonra fahişe olarak satışa çıkarılmışlardır. Bu bilgilerden de anlaşılacağı gibi sayıları az olan Türklerin direnme güçleri o kadar zayıftı ki, Hıristiyanların muhtemel saldırılarına karşı koyacak güçte değildiler. Nitekim Vostiça, Balyabadra, Gördüs, Argos, Gastuni gibi şehirleri derhal boşaltarak kalelere çekildiler. Balyabadra Piskoposu Germanos, 4 Nisan’da özgürlük savaşını ilan etti. Asiler Balyabadra kalesini top ateşine tutmaya başladılar. Bir yandan da Avrupa devletlerine başvurarak şanlı şerefli atalarının adına yardım talebinde bulunuyorlardı. Asilere karşı harekete geçen Yusuf Paşa, Balyabadra’yı ele geçirmeyi başardı. Dramalı Mustafa Bey komutasındaki Türk ordusu da Tripoliçe'ye girdi. Ancak mayıs ayı sonlarına doğru Valteçi’de asilerle yaptığı muharebede yenilen Mustafa Paşa, Rumların kuşatması altında kaldı. Kuşatmayı kaldırmak üzere buraya gelen Bayram Paşa’nın emrindeki küçük ordunun 7 Eylül’de yenilmesi asileri iyice cesaretlendirmiş ve 5 Ekim’de kaleye hücum etmişler ve kaleyi ele geçirmişlerdir.

Peloponnesos Saldırısı

Yunanistan’ın güneyindeki Mora yarımadasındaki savaş ilk anda tarafların birbirini kırıp geçirdiği ve çok kan döküldüğü bir iç savaş görünümündeydi. 1821 yılında Peloponnesos’te oturan 40.000 Müslüman 350.000 Yunanlıyla karşı karşıya kalmıştı. Müslümanların çoğunluğunu çok uzun zamandan beri bu bölgede oturan siviller oluşturuyordu. Çatışmalar hızlanınca Müslümanların büyük bir çoğunluğu Patras, Tripolis, Kalamata, Korinth ve Nafplion’daki kalelere ve etrafı surlarla çevrili şehirlere sığındılar. Bu Müslüman kafileleri korumak için Tepedenli Ali Paşa ile savaşmak için kuzeye giden Hurşit Bey’in geride bıraktığı ve genel olarak Arnavut çetelerden oluşan az sayıda bir birlik vardı. Öteden beri yağmacılık fırsatı kollayan eski çete başlarına bağlı düzensiz birlikler ve derebeylerine karşı başkaldıran Hıristiyan köylülerin ittifakı oldukça tehlikeli sonuçlara götürecek ölümcül bir durumu haber veriyordu.

Resim 3-3 Peloponnesos (Mora) yarımadası

Savaş 1821 yılında başladığında Türkler, Peloponnese bölgesinde Nauplion, Monemvasia, Navarino ve Cornith isimli yerler dahil olmak üzere dokuz kalede, bu bölge dışında Atina dahil olmak üzere altı kalede kontrolü ellerinde tutuyorlardı. Erzak noksanlığı ve kale duvarlarının bakımsız durumu nedeniyle bu kalelerin hemen hiç birisi ciddi bir kuşatma hareketine hazırlıklı değildi. Eğer Yunanlılar bu kalelerden birisinin teslim olmasına ve halkının zarar görmeden uzaklaşmasına rıza gösterselerdi bütün diğer kaleler de çok az kan dökülerek Yunanlılara teslim olacaktı. Fakat Yunanlılar Türkleri kıstırdıkları her yerde onların barış içinde uzaklaşmalarına istekli olmadılar. İsyanın başlamasından çok geçmeden Mora’daki şehirlerin hemen hepsi isyancıların eline geçmiş ve her yerde Müslümanlar acımasızca kılıçtan geçirilmiştir. Ünlü tarihçi George Finlay[100], isyanın ilk günlerindeki katliamların arka planındaki nefreti çok açık bir şekilde anlatmıştır. Finlay’e göre, buna benzer olaylar Mora Yarımadası’nın her tarafında oldu. Yarımadanın her yerindeki Hıristiyanlar ayaklanıyorlar ve Türkleri öldürüyorlardı. Yunanlılar, kalelere sığınmış olan Türklerin, kale dışından ümitlerini kesmek amacıyla, sığındıkları kaleleri ve tarlaları ateşe veriyorlar, mallarının ve mülklerinin tamamını yok ediyorlardı. Türklerin Yunanlılar tarafından yok edilmeleri, önceden hazırlanmış bir plan çerçevesinde gerçekleşmiştir ve bu daha çok Filiki Eteryacılar ile edebiyat çevrelerindeki intikamcıların teşviki ile olmuştur. İngiliz yazar St. Clair Mora’daki isyan sırasında yapılan mezalimi[101] dehşetle anlatmıştı:

‘Yunanistan Türkleri pek az iz bıraktılar. 1821 ilkbaharında ani olarak tümüyle ve dünyanın haberi olmadan yok edildiler

Justin McCarthy, Yunan isyanı sırasında 25,000 kişinin öldürüldüğünü 10,000 kişinin de göçe zorlandığını kaydetmektedir. Kalelere sığınmış Türkler Rumların kendilerine yaptığı çeşitli telkinlere kanarak adeta ölüme gitmişlerdir. Kimileri teslim olur olmaz katledilmişler, genç kadınlar esir alınarak köle pazarlarına sevk edilmişler, kimi yerlerdeki halk ise Osmanlı topraklarına götürülmek adına ıssız adacıklara bırakılarak açlıktan yok olmaları sağlanmıştır.

Ege Adaları Ayaklanmaları

Tam bir kitle katliama dönüşen Mora İsyanı’yla eş zamanlı olarak başlayan Ege adalarındaki isyanlar sırasında pek çok Müslüman ve Türk, Osmanlı reayası Rumlar tarafından katledilmiş ve işkencelere maruz kalmışlardır. Ege adalarındaki isyan, kısa süre içerisinde Kıbrıs, Sakız, Sisam, İstanköy gibi adalar ile Ege sahillerine de yayılmıştır. Adalar da yapılan Yunan mezalimi de Mora’daki katliamlardan farksızdı. Osmanlı bayrağı taşıyan gemilere saldırılıyor, yakalanan gemiciler ya öldürülüyor ya da denize atılıyorlardı. Mekke’ye gitmekte olan Türk hacılarını taşıyan gemilerin tayfaları da aynı akıbete uğruyorlardı. Böyle yakalanan tayfalar zafer çığlıkları arasında Hidra adasına götürülerek orada sahilde diri diri yakılmışlardır.

Tripoliçe Katliamı ve Yunan İsyanının Bastırılması

Tripoliçe Katliamı, Yunan Bağımsızlık Savaşı'ndaki Tripoliçe kuşatması esnasında 23 Eylül 1821 günü şehrin düşmesi ile Müslümanların (Türk) ve Yahudilerin katledilme olaylarıdır. Rumların Tripoliçe şehir merkezine saldırısıyla başlayan savaş, artık bir savaştan daha çok top yekûn öldürme ve yok etme şeklinde cereyan ediyordu. 5 Ekim 1821’de kaleyi ele geçiren Rumlar üç gün boyunca vahşi bir biçimde ortalığı kana ve ateşe buladılar. Kadınların ve çocukların hayatlarını bile sadece fidye alabilecekleri durumlarda esirgediler.

İngiliz asker ve tarihçi Thomas Gordon, 8 bin sivil 8 bin de Osmanlı askerinin öldürüldüğünü belirtirken, J. M. Wagstaff ise 10.000-15.000 sivilin katledildiğini yazmıştır. Yunan tarihi üzerinde uzman olan tarihçi ve yazar William St. Clair öldürülen sivillerin sayısının 10.000 üzerinde olduğunu belirtmiştir. Katledilenlerin içinde kadınların da olduğu görülmüştür. İngiliz tarihçi Walter Alison Phillips Tripoliçe katliamı hakkında:

‘Üç gün boyunca şehrin sakinleri, bir vahşi çetenin kötülüğüne ve keyfine bırakıldı. Yaş ve cinsiyet ayrımı yapılmadı. Kadınlar ve çocuklar, öldürülmeden önce işkencelere tabî tutuldu. Katliam o kadar büyüktü ki, Kolokotronis kapıdan hisara kadar atının ayaklarının yere hiç dokunmadığını söyledi. Şehirdeki Yunan zaferinden sonra yol kenarları cesetler ile doldu. Kadınların ve çocukların bulunduğu Müslüman kitleleri, yakınlardaki dağlarda sığır gibi doğrandı.’

William St. Clair katliam sırasında Tripoliçe'de bulunan yabancı subayların gördüklerini böyle anlatmıştır:

‘10 bin üzerinde Türk öldürüldü. Paralarını sakladığı şüphe edilen tutsaklar işkence edildi. Kolları ve bacakları kesildi ve ateşin üzerinde yavaş yavaş kızartıldılar. Hamile olan kadınların karınları kesildi, kafaları kesildi ve köpek kafaları bacaklarının arasına sokuldu. Cuma gününden pazara kadar hava çığlık sesleriyle doluydu. Bir Yunan 90 kişiyi öldürdüm diye övünüyordu. Yahudi topluluğu sistemli bir şekilde işkenceden geçirildi. Haftalarca aç bırakılan Türk çocukları çaresiz yıkıntıların arasında koşarken Yunanlar tarafından yere atıldılar sonra vuruldular. Su kuyuları cesetlerle dolduruldu.’

‘Yunanistan'daki Türkler arkalarında az iz bıraktılar. 1821 ilkbaharında dünyanın geri kalanı tarafından arkalarından gözyaşı dökülmeden ve farkedilmeden aniden yok oldular. Bir zamanlar Yunanistan'ın bütün ülkenin etrafına dağılmış büyük bir Türk nüfusuna sahip olduğuna bile inanmak zordu. Bu ailelerin arasında varlıklı çiftçiler, tüccarlar, memurlar yaşıyordu ve yüzlerce yıl boyunca burada yaşamış ve buraları kendi yurtları olarak kabul etmişlerdi... Kasıtlı ve acımasızca öldürüldüler ve hiçbir zaman pişmanlık gösterilmedi.’

Yunan komutan Teodoros Kolokotronis ise anılarında 32.000 kişinin katledildiğini yazmış ve cesetlerin çokluğundan atının şehir duvarlarından saraya kadar toprağa basmadığını iddia etmekteydi. 11 Şubat 1821 günü, ABD'de yayınlanan The American Mercury gazetesi şehirde yaşanan katliamda 20.000 Türk'ün öldürüldüğünü yazdı; ama şehirde bundan önce altı yüz Yunan ile yedi papazın da öldürüldüğünü de bildirdi. Justin McCarthy'ye göre The American Mercury öldürülen Yunanları Tripoliçe'de yaşanan katliam için bahane olarak göstermeye çalıştı.

Tripoliçe katliamından sonra, Yunan isyanının ilk aylarında Mora'da da Müslümanlara karşı sistematik katliamlar uygulandı. Tarihçiler, bu isyanlar esnasında en az 20.000 Müslüman'ın katledildiğini tahmin etmektedir. Steven Bowman, Yahudilerin de çok fazla sayıda katledildiğini belirtti:

"Böyle bir trajedi, Yahudilere karşı özel olarak uygulanmamıştır. Tripolis'teki Türk katliamlarından sonra güneyde kalan son Osmanlı kalesine de Yahudiler sığınmıştı. Öyle görünüyor ki, Yahudilerin de katledilmesi, Türklerin katledilmesinin diğer sonucudur." 

 Mora ile Girit’te eş zamanlı başlayan Yunan isyanı Osmanlı tarafından bastıralamayınca Girit ve Mora yönetiminin kendisine verilmesi karşılığında Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan yardım istendi. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa kumandasındaki Mısır donanması 1825’te Mora’ya çıkarak Modon’u karargâh yaptı ve isyanı sert bir şekilde bastırdı. Bu durumdan rahatsız olan İngiltere, Fransa ve Rusya bir donanma göndererek 20 Ekim 1827'de Navarin Deniz Savaşı'nda Osmanlı-Mısır donanmasını yaktı.

Mora Valilği karşılığında Osmanlılara yardım gönderen Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Mora elden çıkınca bu yardım karşılığında Babıali’den Suriye valiliğini istedi. Sultan II. Mahmut’un bu isteği kabul etmemesi üzerine Mehmet Ali Paşa, oğlu İbrahim Paşa'yı Suriye üzerine gönderdi. İbrahim Paşa, 1831'de bütün Suriye'yi denetimi altına aldı. Üzerine gönderilen Osmanlı ordularını ez-Zarra, Halep ve 21 Aralık 1832'de Konya'da Konya Muharebesi ile bozguna uğratarak 1833'te Kütahya'ya girdi. Avrupa devletleri, Osmanlı Devleti ile Mısır Hidiv’inin arasını buldular. 14 Mayıs 1833 tarihinde yapılan Kütahya Antlaşmasıyla Suriye, Filistin ve Adana, Mısır'a bırakıldı. İbrahim Paşa, Suriye genel valisi oldu. Ama bir süre sonra koyduğu ağır vergiler ve zorunlu askerlik uygulaması Suriye ve Lübnan'da geniş çaplı ayaklanmalara yol açtı. Ardından daha büyük bir tehlike oluşturan Dürzi ayaklanması başladı. Yıllar süren bu ayaklanmaların İbrahim Paşa'yı yıpratmasından yararlanmak isteyen Osmanlılar, 1839'da Mısır'a savaş açtılar. İbrahim Paşa, Osmanlı ordusunu Nizip Muharebesi'nde bozguna uğrattı (24 Haziran 1839).

Osmanlı Devleti'nin dağılacağından korkan Avrupa devletleri (İngiltere ve Avusturya) 1840'ta Londra Antlaşması'nın yapılmasını sağladılar. Bu antlaşma ile İbrahim Paşa, Mısır yönetiminin babadan oğula geçmesi karşılığında Suriye ve Adana'dan vazgeçti. İngiliz donanması Kavalalıları tehdit edince, Mısır kuvvetleri işgal altında tuttukları topraklardan çekildi (1840-1841). İbrahim Paşa babasının rahatsızlanması üzerine 1848'de Mısır valiliğine atandı ama kısa bir süre sonra öldü.

Mora’daki isyancıların Müslümanları katletmesine misilleme olarak Osmanlı kuvvetlerinin Sakız adasında Rumlara karşı yaptığı katliam Avrupa’da büyük yankı uyandırdı. Avrupa’da güçlü bir akım haline gelen filhellenizmin[102] oluşturduğu kamuoyunun etkisiyle İngiltere ve Rusya önce Saint Petersburg Protokolü’nün (4 Nisan 1826), ardından İngiltere, Fransa ve Rusya 6 Temmuz 1827’de Londra Protokolü’nü imzalayıp Mora’da Osmanlı Devleti’ne yıllık vergi veren bir Yunan beyliğinin kurulmasını kararlaştırdı. Saint Petersburg Protokolü’nün birinci maddesi ve Londra Protokolü’nün önemli maddelerinden biri Müslümanların bu Yunan Beyliği’nden çıkarılmasıyla ilgiliydi. Buna göre Müslümanlarla Rumların arasında karşılıklı kötü muamelenin engellenmesi için ayrılmaları gerekiyordu ve Müslümanlar Yunan Beyliği’nde ve adalarda bulunan mülklerini Rumlara satacaktı.

Yunanistan’ın Kurulması ve Kral Otto

Osmanlı hükümetinin Londra Protokolü’nü reddetmesi üzerine Avrupalı müttefiklerin donanması Mısır-Osmanlı donanmasını 20 Ekim 1827’de Navarin’de imha etmiş ve İbrahim Paşa Mora’dan çekilmişti. Osmanlı padişahı II. Mahmut 20 Ekim 1827 tarihinde İngiliz, Fransız ve Rus donanmalarının Navarin'de Osmanlı-Mısır donanmalarını yakmalarını protesto etmek için Rusya'yla yapılmış olan Akkerman Antlaşmasını iptal etti ve Çanakkale Boğazı'nı Rus gemilerine kapadı. Boğazların kapanması ekonomik açıdan çok ciddi bir sorun oluşturduğundan Rusya Osmanlı Devleti’ne karşı savaş açtı ve 1827-1829 savaşında Rus orduları Edirne’ye kadar ilerleyerek bu şehri ele geçirdi. Osmanlı yenilgisi üzerine 1829 yılında Mora yarımadasında ve Atina’yı da içine alan, Attika’dan Tesalya’ya kadar uzanan bir Yunan Devleti[103] kuruldu. Osmanlı Devleti ertesi sene bu devleti tanımak zorunda kaldı. Bağımsız Yunan Devleti, Osmanlı idaresindeki yaklaşık 2 milyonluk Rum nüfusun yarısından az bir kısmını kapsamaktaydı. Korfulu bir Rum olup uzun süreden beri Rus Çar’ının Hariciye Nazırlığını yapan diplomat Ioannes Kapodistrias yeni kurulan devletin başına geçti. Baskıcı bir rejim kurmaya yönelen ve Rusya’ya yakın bir politika izleyen Kapodistrias[104] 1831’de bir suikasta kurban giderek öldü.

Modern dönemde Yunanistan 1829 ile 1974 yılları arasında krallıkla yönetilmiştir. Yunanistan’a 1832-1862 yılları arasında Bavyeralı Wittelsbach hanedanı, 1863-1974 yılları arasında da Danimarkalı Glücksburg Hanedanlığı hakim olmuştur. Yunanistan’da hiçbir zaman diğer Avrupa ülkelerindeki gibi gerçek anlamıyla soylu sınıfı olmadığı için Avrupa’nın hakim güçleri (Birleşik Krallık, Fransa ve Rusya) yabancı hanedanlıklardan prensleri Yunanistan’a kral yapmıştır.

Yunanistan’da siyasal güçler 1832’de büyük güçlerin yönlendirmesi ve onayı ile Yunan Milli Meclisi, Bavyera kralı I. Ludwig'in henüz reşit olmayan oğlu Prens Otto’yu ‘Hellenlerin kralı I. Otto’[105] sıfatıyla Yunanistan’a davet etti. 1833’te Otto ve beraberindeki heyet Yunanistan’a geldi ve devleti teşkilatlandırmaya başladı. I. Otto hiçbir zaman halk tarafından sevilen biri olmadı. Öncelikle Ortodoksluğa geçmeyi reddettiği için milliyetçi ve muhafazakâr Yunanlıların tepkisini çekmişti. Bunun yanı sıra zamanla bir tirana dönüşmüş ve halkın anayasa talebini görmezden gelmişti. Buna karşılık 3 Eylül 1843 tarihinde yapılan askeri darbe girişimi sonucunda I. Otto gönülsüz de olsa anayasayı oluşturdu. Yunan kilisesi, Konstantinapolis’deki Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’nden ilk ayrılan Balkan kiliselerinden biri oldu. Patrikhane bu durumu ancak 1850’de tanıdı. Yunan krallığı kurulduğunda günümüz Yunanistan’ın sadece güney bölgeleri ile Orta Ege adalarını kapsıyor, kuzey sınırı Lamia ve Arta körfezlerine dek uzanıyordu. Yunanistan Krallığı kurulduğunda Konstantinapolis ve Anadolu’daki Rumlar bir yana, Epiros, Thessalia, Makedonya ve Trakya bölgeleri, tıpkı Kıbrıs, Girit ve Doğu Ege adaları gibi Türk egemenliğindeydi. Osmanlı hakimiyeti altında, Yunan Krallığı’ndakinin yaklaşık üç katı Rum yaşıyordu. Yeni krallığın milliyetçileri, Osmanlı İmparatorluğu’nun ‘esir’ Rumlarını kurtaracak büyük bir Hellen devleti hayalini kurmaya başladılar. Yunanistan’ın bundan sonraki siyaseti Rumların yaşadığı diğer Osmanlı topraklarını ve Konstantinapolis’i ele geçirmekti. ‘Megali idea’ (Büyük ülkü) diye adlandırılan bu siyaset Osmanlı İmparatorluğu ile Yunan Krallığı arasındaki ilişkileri belirlemekteydi. Megali İdea’ya sadık bir politika izlemeye çalışan, fakat bunda kayda değer bir başarı gösteremediği gibi baskıcı bir rejim oluşturan Kral Otto, 18 Ekim 1862’de Dimitrios Voulgaris, Konstantinos Kanaris ve Benizelos Roufos liderliğinde çıkan bir isyanın yaygınlaşması sonucu 23 Ekim 1862 tarihinde Atina’daki askeri yetkililerin yaptıkları darbe ile tahttan indirildi ve kendi ülkesi Bavyera Krallığına döndü.  

 Wilhelm Georgios

Yeni Kral Georgios

Yunan Milli Meclisi 1863 yılında I. Otto’dan sonra kral olarak İngiltere kraliçesi Victoria’nın ikinci oğlu Alfred’i tahta çıkarmak istese de Birleşik Krallık, Fransa ve Rusya kral olarak Danimarkalı on yedi yaşındaki Prens Wilhelm Georgios[106]’u ‘Hellenler’in kralı’ seçti ve Yunanistan’da uzun sürecek yeni bir hanedan ortaya çıktı. I.Georgios ‘Yorgos’ adı ile Yunanistan Krallığı’nı 1863 yılından 1913 yılına kadar yönetti. Kendisinden sonra da Yunanistan 1974 yılına kadar Glücksburg hanedanlığına mensup kişiler tarafından yönetildi. 1864’te meclis daha demokratik yeni bir anayasa hazırladı. Yüzyılın son çeyreğinde kralın yanında siyasal partilerin önemi arttı ve krallık demokrasisi denilen bu dönemde Trikoupis adlı politikacı en önemli rolü oynadı. Yunan krallığının ilk genişlemesi, İngiltere’nin İon Adaları’nı Yunanistan’a bırakmasıyla gerçekleşti. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında 1881’de Konstantinapolis’te yapılan bir antlaşmayla Tesalya Yunanistan’a bırakıldı. 1895’te Yunanistan’da finans krizlerinin etkisiyle Harilaos Trikoupis[107] hükümetten çekilmek zorunda kaldı. 1897’de Atina’daki ihtilal komitelerince desteklenen Giritli milliyetçilerin davetiyle Yunanistan Prensi Georg kumandasında bir filo Girit’e gönderildi ve burası ele geçirildi. Osmanlı Devleti’nin büyük devletler nezdindeki girişimleri sonucu Yunanistan’ın Girit’ten çekilmesi talep edildi. Yunanistan buna uymayınca Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında savaş çıktı (1897). Yunanistan bu savaşta ağır bir yenilgiye uğradı ancak bu kez de Osmanlı ordusunun ilerlemesi büyük güçlerin aracılığıyla durduruldu. Bu zafere rağmen yine büyük güçlerin isteğiyle Girit’in özerklik hakları genişletildi ve özerk bir vilayet haline getirildi.

Bu arada 1878’de kurulan Bulgaristan kuzeye doğru genişlemek isteyen Yunanistan ile rekabete başlamıştı. Makedonya’da ve Trakya topraklarının güney kısmında ortaya çıkan komiteler yoluyla bölgede yaşayan Ortodoks nüfus Bulgar Eksarhlığı’na[108] veya Rum Patrikhanesi’ne tabi olmaya zorlanırken her iki taraf da bölgede nüfus çoğunluğunun kendisine ait olduğunu iddia etti. Bu rekabet silahlı harekete dönüştü ve Sırbistan’ın da dahil olmasıyla kanlı çatışmalar meydana geldi. Osmanlı hükümetinin 1902 ve 1903’te başlattığı reform hareketine rağmen bölgedeki çarpışmalar sona erdirilemedi. Bir Bulgar-Makedon örgütü olan İç Makedonya Devrimci Örgütü’nün silahlı faaliyetleriyle Rum etkisinin bastırılmaya çalışılması üzerine Yunanistan, Selanik başkonsolosluğu ve diğer konsolosluklar aracılığıyla Rum Makedonya Komitesi’ni örgütleyip güçlendirerek bölgedeki etkinliğini arttırdı. Osmanlı yetkililerinin ve 1906’dan itibaren bölgede örgütlenmeye başlayan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gizli desteğini alan Rum komitesi, Bulgar Makedon örgütlerine karşı başarılar elde etmeye başladı. Bu arada Makedonya’nın Rus-İngiliz müdahalesiyle Osmanlılardan koparılacağından endişelenen Jön Türkler 1908’de bir darbeyle II. Abdülhamid’i anayasayı ilan etmeye zorladılar. Atina hükümeti ve patrikhane Jön Türk ihtilalini patrikhanenin imtiyazlı konumuna, dolayısıyla bölgedeki Rum nüfuzuna zarar vereceği korkusuyla desteklemedi. Hatta İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin silahları bırakma çağrılarına uymayan tek komite Rum Makedonya Komitesi oldu. Fakat ihtilalin başarıyla sona ermesi Rumların da yeni durumu kabullenmesine yol açtı. Ekim 1908’de Bulgaristan’ın bağımsızlık ilanı ve Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından ilhakı ile Girit’de Yunanistan’a katıldığını bildirdi. Osmanlı Devleti buna protestolar ve Yunan mallarının boykotuyla karşılık verdi. Büyük devletler Girit’in Yunanistan’la birleşmesine izin vermedi. 1910’da Girit Milli Meclisi, Hellenlerin kralı adına açılınca buna Müslüman milletvekilleri tepki gösterdi ve hükümet reisi Venizelos’un teklifi üzerine meclise Müslüman milletvekili kabul edilmemesi kararlaştırıldı. Tam bu sırada Balkan savaşları başlayınca bunu fırsat bilen Yunan hükümeti Girit’i topraklarına kattı. Savaşın sonunda 14 Kasım 1913 tarihinde imzalanan Atina antlaşmasıyla Osmanlı İmparatorluğu Yanya, Selanik ve Girit’in Yunanistan’a ait olduğunu kabul etti.

Başbakan Venizelos Dönemi

Anadolu’daki Rumlar üzerinde uygulanan Yunan propagandası II. Meşrutiyet’in ilanından sonra etkisini giderek artırdı. Ege sahillerinden birçok Rum ve Yunanlı genç firar ederek Yunanistan’a geçti ve orada bir takım gönüllü tugaylar kurarak Osmanlı askerlerine karşı savaşa katıldılar. Öyle ki, Yunan ordusuna katılmak isteyen gönüllüler Kiliselerde ve konsolosluklarda yapılan toplantılarda belirlenir hale gelmişti. Fiili katılıma ek olarak, kimileri de Yunan ordusuna destek için para topladı. Osmanlı donanmasını Marmara’ya hapseden Yunanistan’ın Averof zırhlısı, Georgios Averof adında Göriceli bir Osmanlı Rum vatandaşı tarafından Yunan Hükümeti’ne hediye edilmişti. Yunanistan ile Ayvalık arasında köprü vaziyeti gören Midilli’nin 1912’de Yunanistan tarafından işgali ile Yunanistan’dan Batı Anadolu Bölgesine nüfus kaymasının gerçekleşmesi Megalo İdea’nın bir maddesinin daha hayata geçirilmesine olanak sağlamıştır.

1908 Jön Türk ihtilalinden bir yıl sonra Yunanistan’da da benzer bir askeri darbe[109] gerçekleşti. Askeri yönetim bir süre sonra Giritli politikacı Eleftherios Venizelos’u ülkeyi yönetmesi için Yunanistan’a davet etti. Venizelos bir yıl içinde askeri yönetimi sona erdirerek 1910’da seçimlere gitti ve başbakan seçildi. Venizelos modern Yunanistan tarihinde önemli roller oynayacak ve Yunanistan açısından büyük başarılar elde eden bir lider olacaktır. Usta siyaseti sayesinde 1912-1913 Balkan savaşlarından en karlı çıkan devlet Anadolu’daki Rumların büyük desteğiyle Yunanistan oldu. Bu dönemde Yunanistan[110] topraklarını %67 artırdı. Buna karşın Osmanlı Devleti ise Rumeli’nin %83’ünü ve nüfusun %69’unu kaybetti. Osmanlı Devleti, Yunanistan’ın bazı Ege adalarını ele geçirmesine itiraz etti, fakat bu adaların iadesi sağlanamadı. Yunanistan 18 Ekim-24 Kasım 1913 tarihleri arasında Ege’deki tüm adaları ele geçirmişti. Osmanlı Devleti ise bir deniz gücüne sahip olmadığı için bu işgalleri sadece seyretti. Bu olayı diplomasiye taşıdığında da batılı devletler Yunanistan’ın yanında yer aldı. Avrupa Devletleri, 14 Ocak 1914 tarihinde, Gökçeada, Bozcaada ve Meis[111] dışındaki adaların Yunanistan’da kalmasını kabul ettiler.

Bu arada 1913’te Kral Georg, Yunan topraklarına yeni katılan Selanik’te bir suikast sonucu öldürülmüş ve yerine oğlu Konstantinos kral olmuştu. 1914 yılı baharında ITC’nin örgütlemesiyle oluşturulan çetelerin baskılarıyla Anadolu Rumlarında Yunanistan ana karasına doğru bir göç hareketi başladı. Ayvalık ve Marmara’dan 130 bin dolayında Rum Yunanistan’a göç etti. Ayvalık’tan göç edenlerin yerlerine Osmanlı Devleti Rumeli göçmenleri (Boşnak) yerleştirdi. Balkan Savaşları’nda sonra Türkçülük akımının da etkisiyle milli bir devlet oluşturabilmek için Yunanistan’la Osmanlı Devleti arasında, 7 Haziran 1914 günü nüfus mübadelesi imzalandı. Ancak 31 Temmuz 1914’te I. Dünya Savaşı’nın başlaması nedeniyle bu mübadele uygulanamadı.

Yayılmacı politikalar peşinde koşan Başbakan Venizelos, Yunan Kralı’na yazdığı 30 Ocak 1915 tarihli mektubunda Yunanistan’ın Anadolu’dan istediği toprakların ‘125.000 kilometrekareyi geçtiğini, yani Balkan Savaşları’yla bir misli büyümüş olan Yunanistan’a eşit olduğunu’ belirtmişti. Anadolu’dan istenen topraklar da eklendiğinde Büyük Yunanistan, 250.000 kilometre kareyi geçecekti. Üstelik toptan bir hesapla 1913 Yunanistan’ına eşit olan bu topraklar, elde bulunandan daha zengin ve daha verimliydi. Venizelos’un emperyalist yayılmacı politikalarına karşın tam tersi düşüncede olan asker ve devlet adamı Metaksas[112] Venizelos’a baştan beri karşı çıkmış ve muhtıralar vermişti. Metaksas ayrıca Yunanistan için Anadolu’da herhangi bir toprak teklifinin kabulünün hem askeri hem de siyasi sebeplerle son derece tedbirsiz bir durum arzedeceğini kuvvetle ifade ediyordu.

Anadolu kıyılarındaki kentlerde oluşturulan Rum çeteler Müslümanlara saldırılar yapmaya devam ediyordu. 23 Şubat 1915 tarihinde Midilli’den 18 kişilik bir Müslüman kafilesi Aydın’a geçmek üzere Ayvalık’a geldiğinde şakiler tarafından paraları alınıp denize atılarak öldürülmüşlerdir. 1916 yılı başlarında Anadolu kıyıların yakın adalarda casusluk ve korsanlık faaliyetleri sürdürülüyordu. Ayvalık’ta da Çıplak adadan sürdürülen casusluk faaliyetlerine katılan Rumlar bir baskınla yakalanmış Divan-ı Harbi Örfiye’de yargılanmış ve mütareke’ye kadar İzmir’de tutulmuşlardır. Örgütün başkanı Ayvalık Metropoliti Grigoriadis Efendi idi. Sivil halktan Ayvalıklı Kriyako Koziri ve Kriyako Kriyaki ise cemiyetin aktif üyeleriydi. Ayrıca Papaz Stefanos ve adamları organizasyonun içindelerdi. Hükümet casusluk işine giren ve suçlu oldukları kanıtlanan kişileri Ayvalık’ta idam edilmişti. 

I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Venizelos, İtilaf devletleri yanında yer almayı isterken karısı Alman imparatorunun kardeşi olan Kral Konstantinos tarafsız kalmak istiyordu. Kamuoyunun Venizelos ve kral yanlıları olarak ikiye bölünmesiyle Venizelos hükümetten düşürüldü. Bulgaristan’ın İttifak devletleri blokuna katılarak Batı Trakya’ya girmesi ve İtilaf devletlerinin Selanik’e çıkarma yapması üzerine Selanik’teki subaylar 1916’da bir darbe yaptı. Venizelos Selanik’te kendi hükümetini kurdu. Venizelos’un yönetime gelmesiyle Yunanistan, İtilaf devletleri yanında savaşa girdi. Fransa’nın baskısıyla Kral Konstantinos 1917’de tahtı oğlu Aleksandros’a[113] bıraktı. Savaşın sonunda Bulgaristan, Batı Trakya’yı Yunanistan’a terketmek zorunda kaldı. İtilaf devletlerinin Osmanlı hükümetiyle yaptığı 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması, Yunanistan’a hem adalar üzerinde hem Doğu Trakya ve Batı Anadolu’da önemli haklar tanıyordu. Bu toprak kazanımları Büyük Yunanistan idealinin gerçekleşmesi için önemli bir başarı olarak görülüyordu. 1920’de Kral Aleksandros’un ani ölümüyle sürgündeki Konstantinos tekrar geri çağrıldı. Aynı yıl yapılan seçimlerde Venizelos’un yönetimindeki Liberal Parti seçimi kaybetti. Bununla birlikte Venizelos karşıtları ve Konstantinos, Venizelos’un Anadolu’ya yayılma politikasını devam ettirdi. Anadolu’da başlayan Kurtuluş Savaşı hareketi Sevr Antlaşması’nı tanımadığından İngiltere, Yunan ordularının bu hareketi bastıracağını umarak Yunanistan’ın ileri hareketine destek verdi.


TROİA SAVAŞI

MÖ 2000 yılının ortalarında Çanakkale’de Hisarlık tepesinin doğusunda kalan topraklar Hitit İmparatorluğuna aitti. Hitit kralı IV. Tuthaliya'ya (MÖ 1250-MÖ 1220) ait bir kaya anıtında iki yer isminden bahsedilir (Wilusa ve Troia). Hititoloji bulgularına göre Troia (İlion), Hititlerin sözünü ettiği Wilusa kentidir. Şehrin yeni bulunan bronz mührü eski Yunanca değil, Anadolu'da binlerce sene önce konuşulan Luvi dilinde idi. Benzer şekilde toprağın metrelerce altından çıkarılan evler de Yunan özelliği taşımıyorlardı ve Anadolu'ya özgüydüler.

 

Troia körfezi ve buraya akan nehirler

1870 yılında Alman arkeolog Heinrich Schliemann tarafından başlatılan kazılarda Hisarlık tepesinde üst üste kurulmuş dokuz kent katmanı bulunur. Bu katmanların altıncısı MÖ 1184 yılında gerçekleşen savaşta Akhalar tarafından tahrip edilip yakılan efsanevi Troia kentidir. MÖ 5. yüzyılda Homeros ‘İlyada’ efsanesinde Troia savaşının bir bölümünü ayrıntılarıyla yazıya aktarmıştı. Troia savaşının Yunanistan’dan gelen tarafı Akhalar, MÖ 2000 yılı başlarında kuzeyden ve doğudan göçen kavimlerin Antik Yunanistan’daki halk ile birleşip kaynaşmasından doğmuş yeni bir ırkdır. Hitit egemenliği altındaki Troia kentinin önünde haritada görüldüğü gibi geniş ve korunaklı bir körfez vardı ve kent denize çok yakındı. Zamanla bu körfez kentin iki yanındaki nehirlerin alüvyonlarıyla doldu. Şimdi Antik Troia kenti denizden yaklaşık 15 km uzaklıkta.

Savaşın başlama nedeni

Troia savaşının başlangıcına ilişkin birçok mitos vardır. Ancak en ilginci insan nüfusunun hızla çoğalmasıyla zor durumda kalan Yeryüzü tanrıçası Gaia’nın bu duruma çare bulması için Zeus’a başvurması mitosudur. Bir kez daha tufan yaratmak istemeyen Zeus’un Yunanistan’da çıkardığı savaş da işe yaramayınca acı ve alayın tanrısı Momos’un verdiği akıl uyarınca Helene’nin doğmasıyla sonuçlanacak evliliğin yapılmasını sağlamıştır. Zeus’un organize ettiği şekilde Peleus ile Thetis evlenmiş ve Thetis, Helene adlı dünya güzeli bir kız doğurmuştur. Doğu ve Batı bu güzel kıza sahip olabilmek için sonsuza kadar savaşacaklardır. Gerçekten de bu tarihten itibaren Ege denizinin öte yakası ile bu yakası arasında sürekli bir savaş durumu vardır.

Zeus’un Elektra’dan doğma oğlu olan Dardanos, ülkesi olan Samothrake[114] adasından Zeus’un dünyaya gönderdiği tufandan kurtularak bir sal üzerinde Asya kıyılarına çıkmıştır. Burada önce Troia tepesinde bir kent kurmak istediyse de tanrılar o tepenin lanetlendiğini söyleyince Dardaniaos kentini kurmuştu. Dardanos’un üç oğlu vardı; Erikthonios, İdaios ve İlios. İdaios’un da bir oğlu oldu ve adını Troas koydu. Kaz dağlarının diğer adı olan İda adı İdaios’dan gelir. İdaios bu dağda tanrıların anası Kybele’ye bir tapınak yaptırmıştı.

Mitosa göre, İlios, Phrygia’da yapılan bir oyuna katılmış ve ödül olarak 50 si erkek 50 si kadın olmak üzere 100 köle kazanmıştı. Ayrıca kral ona bir benekli inek vermiş ve inek nerede durursa orada kent kurmasını öğütlemişti. Uzunca bir yolculuğunun sonunda inek Ate (Hisarlık) tepesine varınca çökmüş. İlios’da İlion adını verdiği kenti bu tepede kurmuştu. İlios’un da bir oğlu olmuştu ve kendisinden sonra tahta geçmişti. Laomedon isimli yeni kral kentin lanetlenmesindeki en büyük paya sahipti. Laomedon kenti etrafına sur yaptırmak için Zeus’dan yardım isteyince Zeus’da kendisine bir süre önce başkaldıran Poseidon ve Apollo’na surları yapmasını söylemiş iki tanrı da çaresiz kabul etmek zorunda kalmışlardı. Ancak Laomedon bu işin karşılığında onlara ödemede bulunacaktı. Tanrılar Laomedon yapabileceği bir sahtekarlığa karşı sur inşaatında insanları da kullanmışlardı.  Surlar kısmen insan yapımı oldukları için yıkılmaz değildiler. Nitekim Laomedon işin bitmesinden sonra söz verdiği ödemeyi yapmaya yanaşmadığı için kent lanetlenmişti. Laomedon sadece bu tanrıları değil Herakles’i de kandırmıştı. Parası ödenmeyen Poseidon sinirlenerek Laomedon’un kızını kaçırmıştı. Kızına düşkün Laomedon’da Herakles’den yardım istedi; kızını kurtarırsa tanrısal kısrakları ona vereceğine söz verdi. Ancak kızını kurtaran Herakles’e de sözünü tutmadı. Bunun üzerine Herakles’in öfkesi korkunç olmuş, kenti kuşatıp yağmalamış ve Laomedon’u öldürdükten sonra da kenti ve krallığı Laomedon’un oğlu Priamos’a teslim etmişti.

Yeni kral Priamos’un, Hekabe ile evliliğinden çok sayıda çocuğu oldu. Ancak son çocuğu hem kendisinin hem de kentin sonunu getirdi. Priamos’un karısı Hekabe bir gece rüyasında içinde yılanların çöreklendiği bir çalıyı dünyaya getirdiğini görmüş ve uyandıktan hemen sonra da Troia ve İda dağındaki ormanların yandığını haykırmıştı. Bu olayı duyan Priamos, kâhin olan oğlu Aisakos’u çağıtarak bu rüyanın ne anlama geldiğini yorumlamasını istemişti. Aisakos annesinin doğuracağı çocuğun Troia’nın yerle bir olmasına neden olacağını söylemiş ve onu hemen öldürmesini tavsiye etmişti. Ancak Hekabe çocuğunu gece yarısından önce dünyaya getirdiği için Priamos tarafından bağışlanmıştı. Kahinler ısrar edince, Priamos, çocuğu öldürmesi için çoban Agelaos’a verdi. O da çocuğu götürüp dağa bırakmıştı. Beş gün sonra gidip baktığında çocuğun ölmediğini, ayılar tarafından emzirildiğini görünce, çocuğun tanrısal bir kişilik olduğuna hükmedip yeni doğan kendi çocuğuyla birlikte büyütmeye karar verdi. Çocuğu para kesesinin içinde evine taşıdığından ad olarak para kesesi anlamına gelen Paris ismini vermişti. Böylece öldüğü sanılan Paris, İda dağı eteklerinde büyümeye başladı.

Paylaşılamayan elma ve güzellik yarışması

Tanrılar tarafından ölümlü Peleus’la evlenmeye razı edilen Thetis’in düğününe huzursuzluk çıkmasın diye kavga tanrıçası Eris çağırılmamıştı. Buna içerleyen Eris, tanrılar düğün şöleninde eğlenirken üzerinde ‘en güzeline’ yazan bir altın elmayı masaya atmıştı. Gökten üzerinde en güzeline yazan bir altın elma düştüğünü gören tanrıçalar elmanın kendileri için gönderildiğini düşünerek tartışmaya giriştiler. Athena, Hera ve Aphrodite’in her biri elmanın kendi hakkı olduğunu iddia ediyordu. Elma paylaşılamayınca gözler hakemlik yapması için Zeus’a dönmüştü. Ne de olsa adaletten sorumlu tanrıydı. Ancak bu sorumluluk Zeus’u korkuttu. Bir yanda karısı Hera, bir yanda kızı Athena ve diğer yanda da dünyalar güzeli Aphrodite olunca karar vermekten kaçındı ve bu kararı İda Dağı’nda çobanlık yapan Paris’in vermesini istedi. Zeus üç tanrıçayı tanrı Hermes’in rehberliğinde Paris’in bulunduğu İda dağına gönderdi. Paris önce elmayı üçe bölmeye kalktıysada, Hermes bunu engelledi. Bunun üzerine daha iyi karar verebilmek için tanrıçaların soyunmasını istedi. Bu arada tanrıçalar kendisini seçmesi için Paris’e rüşvet de teklif ediyorlardı. Hera kendisini seçmesi durumunda Paris’i Asya’nın hükümdarı yapacağını söylemişti. Athena ise Paris’i bütün savaşları kazanan bir komutan, bilge ve yakışıklı bir adam yapacağını söylemiş ve kendisini seçmesini istemişti. Son olarak Aphrodite kendisini seçmesi koşuluyla dünyanın en güzel kadını olan Helene ile aşk yaşamasını garanti ediyordu. Bu garanti üzerine Paris zaten en güzeli olduğunu düşündüğü Aphrodite’ye elmayı vermekte tereddüt etmemiş ve hemen ardından dünyanın en güzel kadını Helene’yi bulmanın yollarını aramaya başlamıştı. Yarışmayı kaybeden Hera ve Athena’nın Troya Savaşı süresince hep Akhaların yanında yer aldıkları görülür. Oysa Aphrodite, Apollon ve Artemis Anadolu kökenli oldukları için Troia’lıların yanındadırlar. Paris önce Troia’ya uğrayarak, Kralın düzenlediği oyunlara katıldı. Bu yarışların ödülü bir boğa idi. Paris yetiştirdiği boğa ile birlikte şehre gider yarışlara katılır ve birinciliği alır. Onun bu başarısını hazmedemiyen Priamos’un diğer oğulları onun kardeşleri olduğunu bilmeden öldürmeye kalkarlar.  İşte bu arada Agelaos olan biten herşeyi Priamos’a anlatır. Priamos oğlunun yaşadığına sevinir. Paris böylece gerçek ailesi ile tanışır ve saraya taşınır. Paris, babası tarafından dostluk elçisi olarak Sparta Kralı Menelaos’un Yunanistan Sparta’daki sarayına gönderilir. Menelaos ve karısı Helene Anadolu’dan gelen prensi oldukça dostça karşılarlar. Helene Sparta kralı Tyndros’un karısı Leda ile tanrı Zeus’un kızıdır. Ancak Menelaos dedesi Katreus’un davetine gitmek için Girit’e hareket edince Helene’de Paris ile Troia’ya kaçar. Uzun bir deniz yolculuğundan sonra tam karaya çıkacakken Hera’nın çıkardığı bir rüzgâr onları Kıbrıs üzerinden Sidon kıyılarına sürükler. Türlü maceralardan sonra aşıklar Troia’ya gelmeyi başarırlar.

Resim 3-4 Tanrıların güzellik yarışması

Troia seferi başlıyor

Menelaos karısının Paris ile kaçtığını öğrenir öğrenmez hemen ağabeyi Mykenai kralı Agememnon’u yardıma çağırır. Ayrıca daha önce destek verecekleri sözünü veren Helene’nin eski taliplerinden yardım ister. Bütün prens ve krallar Menelaos’un abisi Agamemnon’un komutasında toplanmayı kabul ederler. Odysseus savaşa katılmakta isteksizdir, çünkü kâhin ona eğer savaşa katılırsan 20 sene sonra fakir ve herşeyini kaybetmiş bir adam olarak ülkene dönebileceksin demiştir. Savaşa katılmamak için deli numarası yapmaya başlar ama bu numarası da anlaşılınca mecburen savaşa katılır. Kâhin Khalkas’ın kehanetine göre Peleus ile Thetis’in oğlu Achilleus eğer bu savaşa katılmazsa bu savaşın kazanılması imkansızdır. Achilleus'un annesi Thetis deniz tanrıçası olduğu için, Achilleus doğumundan hemen sonra topuğundan tutularak kutsal sularla kutsanmıştı. Vücudunun yanlızca topuğu[115] kutsal suyla ıslanmadığı için buradan öldürülmesi mümkündü. Annesi ve babası onu bu savaştan uzak tutmaya çalışıyorlardı. Ama başarılı olamadılar ve Hephaistos’un düğün hediyesi olarak verdiği kutsal zırh ve Poseidon’un armağanı atları vererek onu savaşa uğurladılar. Yunan filosu Troia seferi için Yunanistan’da Aulis limanında toplandığında, uzun bir süre, uygun rüzgâr çıkmamış ve limanda mahsur kalmışlardı. Biliciler bunun Artemis’in işi olduğunu ve ancak Agamemnon’un kızı İphigeneia’yı kurban ederse tanrıçayı yatıştırabileceğini söylediler. İntikam duygusuyla yanıp tutuşan Agamemnon kaderine razı oldu ve kızını, Achilleus ile nişanlanacağını söyleyerek kurban yerine götürdü. Achilleus kızı kurtarmaya çalıştıysa da başarılı olamadı ve İphigeneia kurban edildi. Bunun üzerine Achilleus ile Agamemnon’un araları açıldı ve Achilleus savaşa katılmaktan vazgeçti. Akhalar, dokuz yıl süren kuşatma sırasında Troia çevresindeki zengin bölge ve şehirleri yağmaladılar, genç kız ve kadınları esir aldılar. MÖ 1184 yılında batı dünyası ile Asya arasındaki ilk büyük çarpışma gerçekleşti. Akhalar şehri kuşattı ve iki ordu karşı karşıya geldi. Savaşın kendi yüzünden çıktığını bilen Paris, Menelaos ile teke tek düello etmeyi kazananın Helene'i almasını teklif etti. Düello sırasında Menelaos, Paris’i yenmek üzereyken Tanrıça Aphrodite araya girdi ve Paris’i kurtardı. Başka bir savaşçı olan Pandoros’un Menelaos’a bir ok atmasıyla iki ordu birbirine girdi. Akhalı savaşçılar birçok Troialıyı öldürdüler. Bu korkunç savaşa tanrılardan Athena, Aphrodite ve Ares’de katıldı. Hektor savaşamayacak kadar yaşlı Troia kralı Priamos’un büyük oğlu idi ve Troia askerlerine komuta etmekteydi. Hektor Akhaların Akhilleus’tan sonra en büyük kahraman olan Aias ile savaşır. Her iki tarafta üstünlük sağlayamayınca Akhilleus ile Hektor’ün düello yapması gerekir. Troia savaşına gönülsüz katıldığı için keyifsiz olan Akhilleus düelloya girmek istemez. Akhilleus'un kuzeni olan Patroklos ısrar eder ama Akhilleus'u ikna edemez. Bunun üzerine Patroklos askerlerin moralinin azalmaması için Akhilleus'un zırhını gizlice giyip Akhilleus yerine düelloya gider. Düelloda Hektor zırhın içindekinin Akhilleus olmadığını anlar, zira zırh Patroklos'un bedenine büyük gelmiştir. Ayrıca Patroklos, Akhilleus kadar yetenekli değildir. Düelloda Hektor, Patroklos'u öldürür. Menelaus ölenin Akhilleus olduğunu sanarak keder içinde cesedin başına gidince, ölenin Patroklos olduğunu anlar. Bu durumu Akhilleus'u çadırından çıkarmak için fırsat bilerek Patroklos'un cesedini Akhilleus'un çadırına götürür. Akhilleus en iyi dostu olan Patroklos'un öldürülmesi ile çılgına döner. Troia kapılarına dayanarak tekrar bir düello talebinde bulunur. Hektor istemese de kabul etmek zorunda kalır. İkisi Troia kapılarının önünde düelloya tutuşur ve sonuçta Akhilleus, Hector'u öldürür. Hırsı geçmeyen Akhilleus Hektor’un cesedini atlı arabasının arkasına bağlar ve güvenli bir mesafeden dokuz gün boyunca Troia surları etrafında Hektor'un cesedini sürükleyerek paramparça eder. Bu olay savaşın seyrini değiştirmeye başlar. Zira başkomutan olan Hektor'un düşüşü Troia tarafında derin bir moralsizliğe neden olur. Hektor'un teyzesi Penthesileia Karadeniz’deki Amazon krallığının kraliçesidir. Penthesileia Hektor'un düşüşünün ardından Troia'ya destek için gelir ve savaşa katılır. Savaşta Akhilleus tarafından öldürülür. Savaş genel olarak karşılıklı kayıplarla ve Troia’nın aleyhine sonuçlarla devam eder ta ki Paris[116] bir ok ile Akhilleus'u topuğundan vurup öldürene dek.

Tahta at hilesi

Savaş tüm şiddetiyle sürüyor ve Yunanlıların inancı giderek azalıyordu. Savaş başlıyalı 10 yıl olmuştu ve hala güzellik yarışmasını kaybeden Athena’nın öfkesi azalmamıştı. Athena, Hermes’in oğlu Prylis’in aklına tahta at fikrini düşürmüş, daha sonra bu fikri Odysseus kendine mal etmişti. Bunun üzerine hemen at yapımına başlanmıştı. At yapımını üstlenen Epeios köknar tahtalarından içi boş devasa bir tahta at inşa etmişti. Odysseus’da tahta atın içerisine girecek olan yiğitleri ikna etmişti. Atın üzerine büyük harflerle Athena’ya ithafen ‘sağ salim evlerimize dönmemize yardım edeceği için Yunanlı askerler olarak tanrıçaya sunduğumuz hediyedir’ yazmışlardı. Bütün hazırlıklar tamamlanınca Yunanlılar atı surların önünde bırakarak gemilerine binmiş ve gidiyormuş gibi yapmışlardı. Troialılar sabah olup attan başka bir şey kalmadığını görünce savaşı kazandıklarını düşünmüşler ve tanrıçaya hediye edilmiş atı kenteki tapınağa götürmeye karar vermişlerdi. Başta Kassandra olmak üzere kahinler bunun bir hile olduğunu söyleseler de Troialıları ikna edemediler. Bu sırada özellikle Laokoon’un öyküsü trajiktir. Laokoon’da tahta atın kente alınmasına karşı çıkanlar arasındaydı; ancak o da lanetliydi. Apollon’un rahiplerinden olan Laokoon, karısı Antiope ile tanrıyı temsil eden heykelin önünde seviştiği için tanrı tarafından lanetlenmişti. Ayrıca başka bir olaydan dolayı Poseidon’da Troialılardan intikam almak istiyordu. Troialılar, Yunanlıların saldırısını önleyemediği gerekçesiyle Poseidon rahibini öldürmüşlerdi. Troialılar, Laokoon’u Poseidon’a bir kurban adamak üzere görevlendirmişlerdi. Laokoon çocuklarıyla beraber deniz kenarında kurban kesmeye gittiğinde, Poseidon’un denizden gönderdiği iki yılan Laokoon ve iki oğlunu feci şekilde öldürmüştü. Yılanlar daha sonra tahta atın önünde giderek çöreklenince, Troialılar bu mucizeyi, Laokoon’un tahta atın şehre alınmasına karşı çıkmış olması nedeniyle yaşandığını düşünerek tüm şüphelerinden sıyrılmışlardı. Böylece Troialıların tek sorunu kalmıştı; o da şehrin kapılarından geçemiyecek kadar büyük olan atı nasıl içeri sokacaklardı. Önce atı parçalayarak içeriye sokma fikri ortaya atıldıysa da tanrıçanın buna sinirlenebileceği düşüncesiyle surların bir kısmının yıkılmasına karar verilmişti. Tahta at içeri alınırken, Kassandra onun içinde Yunanlı askerlerin olduğunu bile bilmişti; ancak ona hiç kimse inanmamıştı. Tahta at içeri alındıktan sonra, Helene’nin atın içinde kocası da dahil olmak üzere Yunan askerleri olduğunu bildiğini ileri sürerler. Tahta at içeri alındıktan sonra Troialılar büyük bir şölen düzenlediler. Bütün Troialılar eğlencenin ve şarabın etkisiyle ortadan çekilince tahta atın gizli kapıları açılıp Yunanlı askerler dışarı çıktılar. Şehrin kapılarını açan askerler dışarıda bekleyen diğer Yunanlı askerlerin de içeri girmesiyle büyük bir katliam yapmaya başladılar. Kısa sürede Troia düştü, Kral Priamos’da Neoptolemos tarafından öldürüldü ve kentte taş üstünde taş kalmadı.


Resim 3-5 Üstte Troia atının görüldüğü ilk obje 1961’de Mikanos adasında bulundu. Altta MÖ 650-675 yıllarında yapıldığı tahmin edilen anfora üzerine işlenmiş Troia atı figürü.

Savaşın sonuçları

Savaşın en önemli özelliği bir hile ile sonlanmış olmasıdır. Athena ve akıl savaşta kazanan taraf olmuştu. Aklı temsil eden atın, ineğe karşı olan üstünlüğüyle sona eren bir savaştır Troia savaşı. Antik Yunan kültürünün Doğu’dan gelenler tarafından kurulduğu ileri sürülür. At ve inek de Doğudan yükselmiştir. Bereketli Hilal’de evcilleştirilen inekle, binlerce yıl sonra Asya steplerinde evcilleştirilmiş ve batıya geçmiş atın savaşıdır bu. Bu anlamda tam da bir medeniyet savaşıdır. At aklı temsil eder. Poseidon’un Yunan kültürüne armağan ettiği at Doğu’dan gelmiştir. Doğudan gelenin doğuya karşı verdiği bir savaştır Troia. Yunanistan yeterince tarım arazisine sahip değildir. Hitit Anadolu’nun tüm zenginliğine sahip bir uygarlıktır ve Troia Hitit uygarlığının dışarıya açılan kapısıdır. Karadeniz’den gelen tahılın kontrolü Troia’dan geçmektedir. Bu nedenle at kültürünün inek kültürüne ihtiyacı vardır. Troia’ya saldırmak siyasal ve askeri olarak Hitit kültürünün boğazına saldırmaktır. Nitekim bu savaştan sonra Hitit’de fazla dayanamaz ve yıkılır. Diğer yandan bu savaş zenginliğin, mütevazi aşka karşı savaşıdır. Bu anlamda Hera ve Athena’nın temsil ettiği güçlerin Aphrodite’nin aşkına karşı savaşıdır. Gücü seçenleri aşkı seçenlere karşı savaşıdır. Aile ve ahlakın aşka savaşıdır. İnsanın aşkı savaşılası bir şey olarak gördüğünün işaretidir. Tanrıların kurmaya çalıştıkları aile düzenini bozan, yuva yıkan aşka karşı savaştır. Menelaos’un kültür düzenini ahlaksız aşkla bozan, yıkan Helene’nin yenildiği savaştır. O halde bu aynı zamanda kadına karşı yapılan bir savaştır. Bu savaş, kültürün aşka karşı savaşıdır ve aşkın yenilgisinin hazin öyküsüdür. Bu savaşın devamı hala devam etmekte ve açıkca medeniyetler savaşı olarak da isimlendirilmektedir. Bu savaş Doğu’nun doğurduğu Batı kültürünün kendisini doğurana duyduğu kompleksden kaynaklanır. Homeros’un ayrıntılarıyla tasvir ettiği Achilleus ile Amazonların Kraliçesi Penthesileia arasındaki mücadele sembolizmi öne çıkarır. Amazon kraliçesi Penthesileia Yunan kültürüyle yetişmiş kişiler için kültür düşmanı bir karalık bilinçdışı kahramandır. Tanrısal bilincin kahramanı Achilleus, doğanın, bedenin ve kadının korkunç karanlık bilinçdışı kimliğine karşı savaşmaktadır. Bu tam da sonradan anlaşıldığı biçimiyle kültürün doğaya karşı verdiği ölüm savaşıdır. Penthesileia’nın ölümü doğanın kültür silahları karşısında aldığı kesin bir mağlubiyeti temsil eder. Apollon’un Delphi’deki dev yılan Python’a karşı verdiği mücadelenin bir devamı gibidir. Ama ne yazıktır ki Apollon da bu savaşı kazanabilmek için kurban vermek zorundadır. Şanı, savaşçılığı, unutulmazlığı seçen Achilleus aşkı seçen Paris’in attığı okla ölür. Kurban verilmiş, savaşı kazanmanın önünde bir engel kalmamıştır artık. Bu savaş ışıklı, aydınlık, akıllı Batı’nın, karanlık, dişil ve bedensel Doğu’ya karşı ilk zaferidir ama son da olmayacaktır. Acaba tarihte varlıkları hep sorgulanan Amazonlar, tam da kadın egemen toplumdan erkek egemen topluma geçilmeye çalışıldığı dönemde ileri batı kültürünün sonu belli bir senaryo ile ortaya attığı bir hayal miydi? Troia düştükten sonra şehirden kaçıp yeni yurt arayanlar, Aeneas önderliğinde Kaz Dağları’nın güneyindeki Antandros (Altınoluk) kentine gelip buradan gemi ile denize açılırlar. Kartaca’da Kraliçe Dido’nun bir süre misafiri olduktan sonra tekrar yola koyulur ve Orta İtalya’da Castro yakınlarında karaya çıkarlar. Aeneas, burada yörenin kralı Latinus’un kızı Lavinia ile evlenerek Lavinium kentini kurar. Aeneas’ın soyu, oğlu Lulus ile devam eder ve Roma’yı kuran ünlü ikizler Remus ve Romulus’un bu soydan geldiği söylenir. Troia Savaşı, insanlık tarihinin ilk emperyalist savaşıdır. Batı emperyalizmine karşı, Anadolu’nun yurdunu savunmasıdır. Tarih tekerrürden ibarettir. Nitekim bu savaştan üçbin ikiyüz yıl sonra yine emperyalist Batı orduları bir olup I. Dünya Savaşı sırasında yine Çanakkale’ye büyük bir donanma ile saldırmışlardır. İlginçtir ki Çanakkale Boğazına ilk saldıran İngiliz gemisinin adı, antik Troia kentine saldıran Akha ordusunun komutanının adı olan Agamemnon’dur. Ayrıca Mondros Ateşkes Antlaşması da bu gemide imzalanmıştır. Batı her fırsatta geçmişi hatırlatarak Anadolu halkı üzerinde üstünlük kurma çabasında olmuştur. Fakat hesaplar tutmamış Gazi Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Türk milleti büyük bir direniş başlatarak topraklarını kahramanca savunmuştur. Bu nedenledir ki Sakarya Savaşı’ndan sonra Mustafa Kemal Atatürk ‘Ben Yunanlıları burada yenmekle Troia’lı Hektor’un öcünü aldım’ demiştir.   

 

 



[67] Yunanlıların soyu hakkında çalışmalar yapan Alman Prof.Jakop Philpp Fallmerayer (1791-1861) ‘Bizans Tarihi’ adlı eserinde günümüzdeki Yunanlıların Antik Yunan ırkından gelmediklerini, Slav ve Arnavut asıllı olduklarını ifade etmektedir. Yunan tarih Profesörü Konstandinos Paparrighopuls 1872 yılında yayınladığı kitabında gerçek Yunanlıların MS 146’da Romalıların Korent’i işgal ve tahrip etmeleri ile yeryüzünden silindiklerini iddia etmektedir. MS 6. yüzyılda Yunan yarımadasına kuzey ve batıdan akan Slav, Arnavut ve Ulahlar bölgeye yayılmışlardır. Grek, Slavca bir kelime olup, sözlük anlamı ‘Hilekâr, dolandırıcı’ dır.

[68] Devlete ait toprakları kiralayıp işletmek

[69] Fener semtinde son Bizans İmparatorunun soyundan gelen Kantakuzenos’un sarayının bulunduğu yere sonradan Prens Dimitri Kantemir’in sarayı yapıldı. Dimitri Kantemir, Boğdan (Moldovya) Voyvodası Constantin Cantemir'in oğludur. İlk 14 yaşında eğitim görmek için geldiği Konstantinapolis’e sonra Boğdan Veliahtı olarak 2 defa gelmiş, toplam 21 yıl kalmıştır (1688-1710). II. Ahmed zamanında saray'a alınmış ve Enderûn'da öğrenim görmüştür. Türk musiki tahinde seçkin bir yeri olup 36 adet eseri vardır. Türkiye’den ayrıldıktan sonra Rusların yanında Türkiye aleyhinde faaliyetlerde bulunmuştur.

[70] Kölelerden oluşan korumalar.

[71] Refah içinde bir yaşam

[72] Özellikle buğday

[73] Rahip, haritacı, yayıncı, çevirmen, filolog, devrimci, siyasetçi.

[74] Panslavizm, Rusya'nın, özellikle Çarlık döneminde uyguladığı, varsayımsal Slav ırkından olanları kendi hakimiyeti altında bir devlet halinde toplama siyasetidir.

[75] Burkhard Christoph von Münnich (1683-1767) 1735-1739 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Rus ordularına komutanlık etmiş bir generaldir.

[76] Anna İvanovna (1693-1740) 1730-1740 arasında tahta kalan Rus çariçesi. II. Petro'nun ölümü üzerine tahta geçti. Onun devrinde Ruslar Karadeniz’e inme maksadıyla İran’la dostluk teyit edilerek Petro devrinde alınan yerler geri verdi. 1736’da müttefiki Avusturya ile Osmanlı'ya savaş açtılar. Ancak Avusturya siyasi destek vermekle yetinerek savaşın 1739’da kadar uzamasına sebep oldu. Bu esnada Ruslar 1735’te Kırım’a girmiş, Oçakov, Prepko (1736-37) ve Azak Kalesi’ni zapt ederek kazanımlarını 1739 Belgrad Antlaşması ile onaylatarak Karadeniz’e inmede esaslı bir evreye adım atmıştı.

[77] Sadece Türkler Deli Petro diyor

[78] II.Katerina’nın eşi Büyük Petro’nun torunu idi.

[79] 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı, Osmanlıların Ruslara yenik düşmesiyle sonuçlanmış bir savaştır. Bu savaşın sonucunda Ukrayna'nın güneyi, Kuzey Kafkaslar ve Kırım, Rusya'nın eline geçmiştir. Karada Moldova, Ukrayna ve Bulgaristan’da, denizde ise Çeşme açıklarında gerçekleşen savaşın sonunda Küçük Kaynarca Antlaşması imzalanmıştır.

[80] 1081-1185 döneminde Bizans imparatorları ve sonradan 1204-1461 döneminde Pontus imparatorları olarak görev yapan hanedanlık.

[81] Atanasios İpsilantis’in kardeşi Aleksandros İpsilantis (1725-1805) Osmanlı Devleti'nin Eflak ve Boğdan beyliğini yaptı. Oğlu Konstantin’de Boğdan Beyliği görevinde bulundu.

[82] Aleksandros İpsilantis’in torunu, Konstantin'in oğlu Aleksandros İpsilantis ise Rumların Osmanlı Devletinden bağımsızlığına öncülük yapan Filiki Eterya derneğinin başkanlığını yaptı. İpsilantis ailesi Osmanlı Devleti’nin yüksek kademelerinde aldıkları görevlerden dolayı çok zengin oldular. Tarabya semtinde inşa ettirdikleri gösterişli yalı Fransız ressam Melling'in gravüründe tasvir edilmiştir. Ailenin Yunanistan'ın bağımsızlık hareketlerine katılmalarını cezalandırmak için Osmanlı Devleti bu yalıya el koydu. Yalı önce Fransa'nın Osmanlı Elçiliğine yazlık binası olarak verildi. Binanın bazı bölümleri yıllar boyunca çeşitli yangınlar sonucu kül oldu. Geriye kalan bölümleri şu an Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi tarafından Fransızca Kamu Yönetimi bölümünün binası olarak kullanılmıştır.

[83] Saint Petersburg dönemin Rusya başkenti.

[84] Filiki Eterya 1814 yılında Odessa kentinde Nikolaos Skufas, Emmanuel Ksanthos adlı iki Rum tüccar ile Atanasios Çakalof adlı bir Bulgar tüccar tarafından kurulmuştu.

[85] Yaş, Romanya'nın kuzeydoğu bölgesinde yer alan tarihteki Boğdan devletinin başkenti.

[86] Mehmet Sait Halet Efendi (1760-1823) ulema sınıfından Osmanlı devlet adamı. II. Mahmud zamanında Rikab-ı Humayun Kethüdası ünvanını alarak önemli bir konum elde etmiştir. 1815'de Halet Efendi nişancı görevini, yani padişahın başkâtibi sıfatını aldı. Halet Efendi kinciliği ve acımasızlığı ile isim yapmıştır. En basit nedenlerden bile insanları öldürtmekten çekinmediği ve hatta halk arasında terör saçıp korku yaratmak için masum kişileri idam ettirdiği; bu öldürücü sadizmi doğal saydığı belirtilmiştir. Buna tam çelişkili olarak şairliği, engin kültürlülüğü, zarif kişiliği, nezaketi ile de bilinmektedir.

[87] Campo Formio Barışı veya Campo Formio Anlaşması 18 Ekim 1797 tarihinde Devrimci Fransa devletinin Alpler ordusunun İtalya seferi ięin başkomutanı olan Napolyon Bonapart'ın İtalya'nın kuzeyini ele geçirmesi sonrası Avusturya ile yapılan antlaşma. Campo Formio Kuzey İtalya'da Udine yakınlarında bir köyün adı idi.

[88] Sümer çivi yazısı 1844 yılında deşifre edilmesinden sonra Sümer tabletleri okunmaya başlandı ve uygarlığın bilinen en eski toplumunun Sümerler olduğu belirlendi.

[89] George Gordon Byron (1788-1824) Anglo-İskoç şair ve Romantizm akımının önde gelen simalarındandı. Londra'da soylu bir muhafız subayının oğlu olarak dünyaya gelen George Gordon Byron, doğumundan bir yıl sonra Lord unvanını kazandı. İlk şiir kitabı olan Aylaklık Saatleri'nde yer alan şiirlerini Cambridge'deyken kaleme aldı. 1809'da Yakındoğu ve Güney Avrupa'ya geziye çıktı. 1811 yılına kadar devam eden bu geziden döndükten sonra dört ciltlik Kanto serisi ile Childe Harold'un Hac Seyahati adlı kitapları yazdı. Dokuz mısralı Spenser kıtalarıyla yazılmış bu kitabın lirik kahramanı İspanya, Yunanistan ve Arnavutluk'un özgürlük mücadelelerini yaşamış olup, toplumsal yoksulluk ile ulusal direnişin sebeplerini araştırır. Byron, ezilen halka duyduğu yakınlığı 1809'da katıldığı Lordlar Kamarası'nda yaptığı konuşmalarda da dile getirmiş ve Ludditler ile İrlanda'daki durumun düzeltilmesinden yana çıkmıştır. Siyasî ve ailevî sebeplerle, 1816'da İngiltere'yi bir daha dönmemek üzere, terk eden Lord Byron, önce İsviçre'ye gitmiş ve orada Percy Bysshe Shelley ile tanışmıştır. Şair 1817'den itibaren Milano, Venedik, Ravenna ve Pisa'da yaşamıştır. Burada halk kurtuluş savaşına yakınlık gösteren Byron, İngiliz işçilerinin de ihtilalci mücadeleye geçmesi gerektiğine inanmıştır. Ravenna'ya gittiğinde ihtilalci-demokrat Carbonari'nin yanında yer alan Byron, hareketin yenilgiye uğramasıyla birlikte Marino Faliero, Venedik Cumhuriyet Şefi ve Foscariler adlı siyasal oyunları yazmıştır. Don Juan adlı eseri eleştirel manzum roman olup İngiltere, Rusya ve Osmanlı Devleti'ndeki soyluların hayatı anlatılmaktadır. Sıkı bir filhelenist olan Lord Byron, 1823 yılında Yunanların Osmanlılara karşı isyanlarına bizzat katılmak gayesiyle Yunanistan'a gitmiş ama ateşli bir hastalığa yakalandığı için savaşa katılamadan ölmüştür. Shelley'le birlikte İngiliz edebiyatının romantik ihtilalcileri arasında yer alan Lord Byron'ın eserlerinde görünen şiddetli çelişkiler ve burjuva-yurtsever tavrı, halk kitlelerine duyduğu yakınlık ve feodal bağnazlığa karşı düşmanlığı ile anarşist-ferdiyetçi tutumu ve derinden kötümser arasındaki çelişkiden kaynaklanır. Şair olarak dünya çapında ün kazanan Byron'ın yaşadığı dönemde ünü İngiltere sınırlarını aşmış, Rus edebiyat üstünde etkiler bırakmıştır. Ayrıldığı eşinden olma kızı Ada Byron (Lady Lovelace) ilk algoritmayı yazan matematikçidir.

[90] Yunan İhtilali’nin öncüsü, Yunan ulusal kahramanı yazar, politik düşünür ve ihtilalcidir.

[91] Filiki Eteria Dostluk Cemiyeti

[92] Eflatun

[93] 17. asırda devletin merkezde ve taşradaki otoritesi zayıflamaya başladığı bir dönemde ortaya çıkan Ayanlar özellikle 18. asırda taşrada etkin bir güç haline geldiler. Bu kişiler daha çok asker ve ulema kökenliler (eski idareciler), zengin tüccarlar ve köklü ailelerin liderleriydiler. Taşrada güçlü toprak beyleri olarak ortaya çıktılar Ayanlar etkili oldukları bölgelerde güçlü yönetimler kurdular. Âyanlar zamanlar devlet tarafından tanınan, tayin ve azilleri yapılan, yetki ve yetki alanları belirlenen bir güç haline geldiler. Zamanla devletin desteği altında eşkıyalığın önlenmesinde ve halkın oluşturduğu milis kuvvetlerin sindirilmesiyle görevlendirildiler. Ekonomik sahada giderek artan para ihtiyacı için taşrada geliştirilen iltizam, malikâne ve esham usullerinde âyanlar mültezimlik, muhasallık, mütesellimlik hatta voyvodalık gibi farklı görevleri bünyelerinde topladılar. Bir yerde devletin temsilcileri, taşranın vekilleri durumuna gelmiştiler. Âyanlar etraflarında eski timarlı sipahileri, devlete küskün olanları ve işsiz taifesini toplayarak iyice güçlendiler. Osmanlı’da ilk kez hanedan dışında kişilerin güçlenmesi üzerine II. Mahmud 29 Eylül 1808’de Ayanları başkente davet etti ve Osmanlı tarihinde benzeri görülmeyen bir Sened-i İttifak imzalandı. Bu belgeyle ayanlar II. Mahmut’a itaat edip emirlerini yerine getirme sözü verdiler karşılığında ise Osmanlı Devleti ayanların bazı haklarını garanti altına almıştır. II. Mahmut gücünü toplar toplamaz bu belgeyi rafa kaldırmış ve ayanlara savaş açmıştır. Alemdar Mustafa Paşa yeniçeri isyanı sonrasında öldürülmüş, diğer ayanlarda bu süreçte büyük ölçüde güçlerini kaybetmiştir.

[94] Tepedelenli Ali Paşa (1744-1822), Osmanlı Devleti’ne isyan etmiş olan Yanya valisi. Yanya Aslanı olarak anılırdı. Bu günkü Arnavutluk'un Tepelen kasabasında doğdu. Zengin ve nüfuzlu bir ailenin çocuğu olmasına rağmen 1758 yılında babasının öldürülmesinden sonra ailesi nüfuzunu büyük ölçüde kaybetmişti. 1768 yılında zengin bir paşanın kızıyla evlendi ve Osmanlı Devleti hizmetinde hızla yükselmeye başladı. 1788 yılında Yanya valiliğine getirildi. Hurşit Ahmet Paşa, Tepedelenli Ali Paşa'nın işgal ettiği yerleri geri alarak Tepedelenli Ali Paşa'nın oğullarıyla birlikte ordusunu yendi. Ali Paşa canına dokunulmaması şartıyla 24 Ocak 1822'de teslim olsa da ilerde tekrar isyan çıkarma riskine karşı idamına karar verildi. Bu kararı öğrenince silahına davrandığı için, kurşunla vurularak öldürüldü. Başı kesilerek Konstantinapolis’e gönderildi.

[95] Arnavutluk’a yakın Epir bölgesinin en büyük şehri

[96] Adriyatik denizinde Arnavutluk’a çok yakin Yunanistan’a bağlı ada

[97] Osmanlının Hıristiyan tebaadan o bölgenin ileri gelenine verdiği isim.

[98] Fransız Konsolosu Pouqueville anılarında şunları yazıyor: ‘Bu korkunç geceden sonra, tekrar aydınlığı görebileceğime inanmadım. Yirmi bin nüfuslu bir şehir yok oldu. Yunanlılar Türk mahallesini ateşe verdiler. Yollar cesetlerle doldu. Yunanlılar köylerden Patraya ‘Türklere ölüm’ naralarıyla geldiler. Camilerde haçlı bayrak dalgalanıyordu. Papazlar birçok Türk çocuğunu vaftiz ettiler. Vostiça’dan gelen Rum ayanları şehre girdiler. Bunların önlerinde, ellerindeki her mızrakta, beş Türk kellesi geçirilmiş olarak kendi adamları yürüyordu...’

[99] Monemvasia, Navarin, Vostiça, Balyabadra, Gördüs, Argos, Gastuni, Valteçi olayları.

[100] ‘Yüzlerce köydeki Türk aileleri yok edildiler. Erkeklerin, kadınların ve çocukların cesetleri rastgele köyün dışındaki evlere atıldı ve ateşe verildi. Bu hiçbir Hıristiyan’ın, çukur kazarak bir imansızın cesedini gömecek kadar kendisini rezil etmek istememesinden kaynaklanmaktadır.’

[101] ’20.000’i aşkın Türk erkek, kadın ve çocuk, birkaç hafta süren boğazlamalar sırasında Grek komşuları tarafından katledildiler. Onlar kasten ve vicdan azabı duyulmadan öldürüldüler. Mora’nın her yanında sopa, orak ve tüfeklerle silahlı Grek asiler, çevreyi dolaşarak öldürüyor, yağmalıyor ve ateşe veriyorlardı. Çoğu kez Ortodoks papazlar onlara önderlik ediyor ve sözde kutsal eylemlerinde onları kışkırtıyorlardı.’

[102] Yunan Hayranlığı

[103] Sözde merkezi 1833 yılına kadar Anabolu olup bu tarihte Atina’ya taşınan Yunan Devleti eski Yunanistan’a referansla Hellas adını aldı.

[104] Kapodistrias 1831’de, Türklere karşı başarılı ayaklanmanın lideri olan Petrobey Mavromichalis'in hapsedilmesini emretti. Mavromichalis, Yunanistan'ın en vahşi ve asi bölgelerinden biri olan Mani Yarımadası'nın Beyi idi. Patriklerinin tutuklanması Mavromichalis ailesi için ölümcül bir suçtu ve 27 Eylül'de Kapodistrias, Petrobey'in kardeşi Konstantis ve oğlu Georgios Mavromichalis tarafından Nafplion'daki Saint Spyridon kilisesinin merdivenlerinde öldürüldü.

[105] Otto Friedrich Ludwig (1815-1867), Londra Sözleşmesi uyarınca 1832'de Yunanistan'ın ilk Kralı olan bir Bavyera prensiydi. 1862'de tahttan indirilene kadar hüküm sürdü. Bavyera Kralı I. Ludwig'in ikinci oğlu olan Otto, henüz küçükken Yunanistan Krallığına seçildi. Hükümeti başlangıçta Bavyera mahkeme yetkililerinden oluşan üç kişilik bir naiplik konseyi tarafından yönetiliyordu. Yetişkin yaşa gelince Otto, naipleri yönetimden uzaklaştırdı ve mutlak bir hükümdar olarak hüküm sürdü. 1843'te bir darbe sonucu anayasal düzene geçti, gene bir darbe ile 1862’de tahttan uzaklaştırıldı.

[106] George I (Geórgios I; 1845-1913), 1863'ten 1913'teki suikastına kadar Yunanistan Kralıydı. Aslen bir Danimarkalı olan prens, Kopenhag'da doğdu ve Danimarka Kraliyet Donanması'nda kariyer yapmak üzere yetiştirilmişti. Yunan halkı tarafından çok sevilmeyen eski Yunan kralı Otto'yu görevden alan Yunan Ulusal Meclisi tarafından kral seçildiğinde sadece 17 yaşındaydı. Adaylığı Büyük Güçler tarafından önerildi ve desteklendi. 1867'de Rusya Büyük Düşesi Olga Constantinovna ile evlendi ve yeni bir Yunan hanedanının ilk hükümdarı oldu. İki kız kardeşi Alexandra ve Dagmar, İngiliz ve Rus kraliyet aileleriyle evlendi. Kral VII. Edward ve Çar III.Alexander, kayınbiraderleriydi ve Kral George V, Çar Nicholas II, Danimarka Kralı Hıristiyan X ve Norveç Kralı Haakon VII yeğenleriydi. 

[107] Charilaos Trikoupis (1832-1896), 1875'ten 1895'e kadar yedi kez Yunanistan Başbakanı olarak görev yapan Yunan politikacı.

[108] Bulgar Eksarhlığı Otosefal Bulgar Ortodoks Kilisesi'nin resmi adıdır. Eksarhlık, 1945 yılında Ekümenik Patrikhane tarafından tanındı ve 1953 yılında Bulgar Patrikliği'ne dönüştürüldü. Rum patriğinin ikâmet ettiği binaya "patrikhane" dendiği gibi, Bulgar ruhâni liderinin bulunduğu Fener'deki yere de Eksarhhâne denirdi.

[109] Gudi ihtilali

[110] Yanya, Selanik, Serez ve Kavala dahil hem Güney Epir hem de Makedonya’nın önemli bir kısmı ile Ege adaları Yunanistan’ın eline geçti. 30 Mayıs 1913 Londra ve 10 Ağustos 1913 Bükreş antlaşmaları ile Yunanistan’ın kazanımları tanındı.

[111] Meis adası 1923 Lozan antlaşmasıyla Yunanistan’a bırakıldı.

[112] İoannis Metaksas (1871-1941), 1936-1941 arasında ülkesini diktatörlükle yöneten Yunan asker ve devlet adamı.

1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'na katıldıktan sonra, askerî eğitim görmek üzere Almanya'ya gitti. Balkan Savaşları (1912-13) sırasında gösterdiği başarılarla adını duyurdu. 1913 yılında kurmay başkanı, 1915 yılında genelkurmay başkanı, 1916 yılında da general oldu. I. Dünya Savaşı sırasında Yunanistan'ın tarafsızlığını koruması gerektiğini savundu ve Başbakan Elefterios Venizelos'un Batı Anadolu'yu ele geçirme planlarına karşı çıktı. 1917 yılında Kral Konstantin'in tahttan indirilmesinden sonra ülkeyi terk ettiyse de 1920 yılında kralın tahta çıkarılması üzerine geri döndü. Aynı yıl Kralcı Liberal Parti'yi kurdu ve Nikolaos Plastiras hükûmetine karşı kralcı bir darbe girişiminde bulundu. Başarılı olamaması ve krallığın devrilmesi üzerine ikinci kez sürgüne gönderildi. Yunanistan'da cumhuriyetin ilanından sonra, 1928 yılında ülkesine geri döndü ve bakanlık yaptı. Daha sonra kral yanlısı küçük bir partinin başkanlığını üstlenerek hükûmete karşı sert bir muhalefet yürüttü. 1935 yılında krallığın kurulmasından kısa süre sonra Nisan 1936 tarihinde, Kral II. Georgios tarafından başbakanlık, savaş bakanlığı ve parlamento başkanlığı görevlerine atandı. Mayıs ayında güçlü ve anti-komünist bir rejimin kurulması amacıyla sıkıyönetim ilan etti. Yunanistan Komünist Partisi yasa dışı ilan edildi ve solculara karşı yaygın tutuklama ve sürgünler yaşandı. 4 Ağustos 1936 tarihinde parlamentoyu dağıtıp bütün siyasal partileri kapatarak ülkede tam bir dikta yönetimi kurdu. Bununla birlikte bazı ekonomik ve toplumsal reformlar yaptı. Ekim 1937 tarihinde Türkiye'ye giderek Ankara'da Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk'ü ziyaret etti. Dış politikada önce Almanya ve İtalya'ya yaklaştı. Almanlar, Yunan ekonomisini düzeltmek için Dr. Schacht'ı görevlendirdi. Nisan 1939 tarihinde İtalyanların Arnavutluk'u işgal etmeleri üzerine Büyük Britanya saflarına geçti. Ekim 1940 tarihinde Benito Mussolini'nin Yunanistan toprakları üzerindeki isteklerini içeren ültimatomunu geri çevirdi. 1940 yılında Yunanistan İtalyan işgaline uğradığında ülkeyi başarıyla savundu. 29 Ocak 1941 tarihindeki ölümüne değin iktidarda kaldı. Ölümünden sonra, Alman işgali sırasında Kuzey Yunanistan'da Metaksas tarafından yaptırılan surlar yerinde kaldı. Bu surlar Bulgar sınırı boyunca inşa edilmişti ve Metaksas Hattı olarak biliniyordu. Günümüzde, Yunan tarihinin son derece tartışmalı bir figür olmaya devam etmektedir. Bazıları tarafından kurduğu diktatörlükteki halkçı politikaları, yurtseverliği ve saldırganlıkla meydan okuması, başkaları tarafından ise İtalya'ya karşı askerî zaferi takdir edilmektedir.

[113] I. Aleksandros (1893-1920), 1917-1920 arasında hüküm süren Yunanistan kralı. Kral Konstantinos (1913-1917 ve 1920-1922) ile Kraliçe Sophia'nın ikinci oğluydu. I. Dünya Savaşı sırasında İtilaf Devletleri'nin babasını çekilmeye zorlaması üzerine 12 Haziran 1917 tahta çıktı ve bu devletlerin yanında savaşa katılmaya razı oldu. Ama kısa bir süre sonra Yunanistan başbakanı olan Elefterios Venizelos, savaş sonrası barış antlaşmalarında diplomatik başarılar sağladı. 1920'deki Sevr ve 1919'daki Neuilly antlaşmaları ile Osmanlılardan İzmir ile Doğu ve Batı Trakya'yı, Bulgaristan'dan da Trakya'daki toprakları aldı. Daha sonra Aleksandros'u, Anadolu topraklarını alarak ülke sınırlarını genişletmeye razı etti. Ama Aleksandros bu tasarıyı uygulayamadan bir Berberi şebeği maymunun ısırması sonucu yaralarının enfeksiyon kapması nedeniyle 23 gün sonra kan zehirlenmesinden öldü.

[114] Semadirek-Gökçeada’nın 37 km kuzeyinde bir ada.

[115] Günümüzde ayak bileğinin arkasındaki tendona Aşil tendonu adı verilmektedir.

[116] Efsanenin bir başka versiyonda Achilleus Apollon’un attığı ok ile topuğundan vuruldu.

Comments