2 - ANTİK DÖNEM TARİHİ

 Hellenler Tarih Sahnesi Çıkıyor

Yunan mitolojisine göre Tanrı Zeus, insan soyunu yok etmek amacıyla yeryüzünü sular altında bıraktığında yalnızca Prometheus’un oğlu Deukalion ile karısı Pyrrha’yı dürüstlükleri nedeniyle bu cezanın dışında tutmuştu. Karı-koca, bir gemi yaparak dokuz gün sular üzerinde dolaştıktan sonra, Tesalya'daki (Orta Yunanistan) bir tepede karaya çıkarlar. Dünyayı yeniden insana kavuşturabilmek için toprağa erkek ve kadına dönüşen taş ekerler. Böylelikle ikisi de Yunan ırkının atası olarak kabul edilir. Tufan efsanesinin yanı sıra çağdaş açıklamalar bu taşların varlığını kimi zaman bir volkan püskürmesine, kimi zaman da Tesalya'da dağınık olarak bulunan çok sayıda dikili taşa bağlamaktadır. Bu çiftin oğullarından biri Hellen’di. Hellen’in oğulları Dorus, Aiolos, Ksutos; sırasıyla Yunan boyları olan Dorların, Aiollerin, Akaların ve İonların atalarıydılar. Ksutos, Akaların atası olan Akeos’un ve İonların atası olan İon’un babasıydı.

Resim 2-1 Yunan mitolojisine göre Yunanlıların ataları


Yunanistan adı antik İyonya’nın (günümüzün İzmir, Aydın, Manisa, Muğla bölgesi) Arapça ve Farsça söyleniş şeklinden gelir. Rum kelimesinin kökeni ise Doğu Roma İmparatorluğu halkının kendisine verdiği Romai sözcüğüne Arapların Rum demesinden kaynaklanıyordu. Osmanlılar zamanında Araplar Anadolu’nun içinde olduğu Osmanlı topraklarına ‘Rum-eli’ ‘Rum-ili’ yani ‘Romalılar diyarı’ diyorlardı. Fatih Sultan Mehmet’in de kullandığı ünvanlar arasında Doğu Roma İmparatoru yer almaktaydı. Yunanlılar bir halk olarak, Yunanistan topraklarında MÖ ikinci bin başlangıcında ortaya çıkarlar. Kendilerine Hellenler, yaşadıkları toprağa da Hellas demeye başlayacaklardır. Grek sözcüğü, Epiros’daki (Bugünkü Arnavutluk ile Yunanistan arasındaki bir bölge) bir kabileye Romalıların verdiği ad olan Latice ‘Graeci’den gelir. 

Yapılan kazı ve araştırmalara göre Yunanistan’ın ve Ege Bölgesi'ndeki yerleşim izleri MÖ 40.000 yıllarına paleolitik çağa kadar uzanmaktadır. Yunanistan'daki en önemli neolitik yerleşim merkezleri MÖ 6. ile 5. bin yıllara tarihlendirilmiş Tesalya Bölgesi ve Kyklad adalarıdır. Yapılan araştırmalar neolitik çağ insanının Yunanistan'a ve Kyklad Adaları'na Anadolu'dan geldiğini göstermiştir. MÖ yaklaşık 3000-1000 yılları arası Ege dünyasının 'İlk(erken) Tunç Çağı[42]' dır. Bu dönemde Girit'te 'Minos', Ege adalarında 'Kyklad', Yunanistan'da ise 'Hellas' uygarlıkları vardır. Tunç Çağı'nın Batı Anadolu'daki en önemli merkezi olarak da Troia’yı sayabiliriz. Troia'nın birinci ile beşinci tabakaları ilk tunç çağından kalmadır. İkinci Troia'nın tahribini işaret eden tabaka MÖ 2600-2200 yıllarına tarihlendirilmektedir.


Antik yazarlar Homeros, Herodatas ve Thukydides, Ege ve Batı Anadolu’da bölgenin en eski halkları olarak 'Pelasglar[43]', 'Karlar'[44] ve 'Lelegler[45]'den bahsederler. Yunanistan, MÖ 2. bin yılın başında bir görüşe göre Karadeniz'in kuzeyinden, bir görüşe göre ise doğudan, yani Anadolu'dan gelen ve Akhalar olarak adlandırılan, Yunanca konuşan Hint-Avrupalı bir halkın istilasına uğradı. Akhaların konuştuğu Yunanca, Aiol ve İon lehçelerinden oluşuyordu. O dönemde Yunanistan'da yaşayan ama daha önce Anadolu’dan göçmüş Pelasglar yeni gelenlere boyun eğmek zorunda kaldılar. Akhaların Yunanistan’ı istilası, MÖ 2000-1700 yılları arasındaki bir dönemde gerçekleşti. Hint-Avrupalı kavimlerin Yunanistan'ı istilası üç ayrı zamanda ve üç ayrı yönden olmuştu. Akhalar, ikinci bin yılın başlarında en erken gelenlerdi. Onları biraz daha geç bir tarihte İonlar izlediler. Üçüncü ve son istilayı Dorlar, ikinci bin yılın sonlarında gerçekleştirdiler. Fakat son gelen Dorlar'ın Balkanlar'dan güneye doğru yaptıkları baskı sonucu, daha önce gelenler Batı Anadolu kıyılarına doğru yer değiştirmeye zorlandılar.

Akhalar, MÖ 2. bin yılın ortalarından itibaren Yunanistan'da yüksek bir uygarlık meydana getirdiler. Mısır, Mezopotamya, Kıbrıs, Anadolu, en fazla da Girit ile ticari ve kültürel ilişkileri olduğu anlaşılan bu uygarlık, en güçlü temsil edildiği yer olan Argolis Bölgesi'ndeki Miken kentinden dolayı ‘Miken’ Uygarlığı olarak da adlandırılmaktadır. Akha uygarlığının parlak dönemi olan MÖ 14. ve 13. yüzyıllar aynı zamanda ‘Kahramanlar Çağı’ olarak da anılır. Akhalar, her biri kale mimarisinde inşa edilmiş saraylarında hüküm süren feodal beylikler halinde yaşıyorlardı. Adını bildiğimiz en ünlü Akha kralı, Troia seferinin komutanı Agamemnon dur. Akhalar, Doğu ve Batı Akdeniz kıyılarında ve Batı Anadolu'da da ticaret kolonileri kurarak yayılmacı bir politika izlediler. Yunanistan dışında ele geçen Myken eserleri bunu kanıtlamaktadır. Nitekim, MÖ 1300 yıllarında tahta at hilesiyle ünlü Troia Savaşı, efsanede anlatılan kaçırılan eşin intikamı değil, Akhaların kuzeybatı Anadolu'da bir üsse sahip olmak böylece Çanakkale boğazından geçişleri kontrol ederek gelir elde etmek ve Karadeniz'e açılma arzularını gerçekleştirebilmek için verdikleri mücadelenin bir sonucudur. Aynı dönemde Anadolu'daki en büyük güç, örgütlü ilk devleti kurmuş olan Hititler’di. Akhalar, 13. yüzyılın ikinci yarısında kuzeyden gelen istilacıların baskısı sonucu zayıflamış ve 'Ege Göçü' olarak anılan bu istilanın son dalgasını oluşturan Dorlar tarafından da MÖ 1200-1150 civarında tamamen ortadan kaldırılmıştır. Akhaların Dorlar tarafından ortadan kaldırılmasından sonra Tunç Çağı yerini Demir Çağı'na bırakmıştır. Demir çağı silahlarını Yunanistan’a Dorlar getirmiştir. Dorların baskıları sonucu Yunan ana karasından Batı Anadolu kıyılarına göç ve yerleşimler üç farklı grup tarafından gerçekleştirilmişti:

  • Aioller, Lesbos Adası ve Anadolu'nun kuzeybatısına (Çandarlı Körfezi çevresine) yerleştiler. Aslında Yunanistan'ın Tesalya ve Boiotia bölgelerinden Batı Anadolu'ya ilk gelenler Aioller idi. Bu nedenle bu bölge Aiolis adını aldı.
  • İonlar, Attika, Euboia, Ege adaları ve Anadolu'nun batı kıyılarının orta kesimine yerleştiler. Orta Ege bundan dolayı İonia ismini aldı. Güney sınırı Büyük Menderes ırmağı idi.
  • Dorlar, bir süre Yunanistan'ın kuzeyindeki Doris bölgesinde oturduktan sonra Peloponnesos, Girit, sonrasında da Anadolu'nun güneybatı kıyılarına (Bodrum, Datça-Reşadiye) ve Rodos ile Kos adasına yerleştiler. Bu bölge, burada daha önce yaşayan Karlar'dan dolayı Karia adını taşıdı.

Başka bir görüşe göre de esas yurtları Tesalya olan organize topluluklar, denizden yaptıkları akınlar sonucu Akha merkezlerini çökertmişlerdir. Gerçekte, Akhalar'ın yıkılmasına neden olan istila yalnızca onları değil, Ege ve Anadolu'daki diğer devlet ve uygarlıkları da etkilemişti. Deniz Kavimleri teorisine göre, Hint-Avrupalı bir topluluk olan Illyrialılar (Arnavutların kökeni), Balkanlara doğru inerken önlerindeki diğer toplulukları yerlerinden etmişlerdi. Söz konusu toplulukİardan bir kısmı Yunanistan'a kaçarken, bir kısmı da Anadolu'ya geçmişti. Anadolu'ya geçenlerden Phrygler, Hititlerin yıkılmasına neden olmuşlardı. Deniz Kavimleri önlerine çıkan yerleşmeleri yakıp yıkıyorlardı. Ancak Mısır'a vardıklarında yenilgiye uğradılar.

MÖ 2. bin yılda Anadolu'nun batısında büyük bir siyasal ve askeri güç yoktu. Ülke, en ünlüsü Arzava olan birtakım beylikler arasında paylaşılmıştı. Bu dönemde Yunanistan'da hüküm süren Akhalar doğu ve batı Akdeniz kıyılarında olduğu gibi, Batı Anadolu kıyılarında da ticaret kolonileri kurmuşlardı. Anadolu'nun kuzeybatı köşesinde yer alan Troia, MÖ 3. bin yılda olduğu gibi, 2. bin yılda da yerleşime sahne olmuştu. Troia'nın VI. tabakası MÖ 2. bin yılı kapsamaktadır. VII. tabaka ise MÖ 2. bin yılın sonlarıdır. Troia Savaşı'nın VII. ya da VI. tabakalar ile temsil edilen kentlerden birinde geçtiği düşünülmektedir (MÖ 1300'ler).

Akha krallığının Dorlar tarafından ortadan kaldırılmasından sonra, Ege dünyasında 'Karanlık Çağ' adı verilen bir suskunluk dönemi yaşanmıştır. MÖ 12. ile 9. yüzyıl arasını kapsayan bu döneme ilişkin bilgilerimiz ne yazık ki çok azdır. Yunan kentlerinde giderek zengin bir aristokrat sınıfı oluştu. Önceleri krallar kenti tek başlarına yönetirken, zamanla yönetime aristokratları da ortak ettiler.  MÖ 9-8. yüzyıldan itibaren kent devletleri küçülmeye krallar yerlerini aristokratlara terketmeye başladılar. Krallığın ve eski geleneklerin sürdüğü tek yer Sparta idi.


Yunanistan'ın Karanlık Çağı'nda dikkati çeken bir konu da nüfusun azalmış olmasıdır. Yazı da kaybolmuştur; ancak 8. yüzyılda tekrar ortaya çıkacaktır. Aynı şekilde atlı arabalar da görülmez olur. Yunanistan'ın Karanlık Çağ'dan çıktığı MÖ 9. yüzyılın ikinci yarısı, Orta Doğu'da önemli değişikliklerin olduğu bir dönemdir. Asur İmparatorluğu güçlenmekte, Fenike kent-devletlerinin ticari amaçlı yayılımı başlamaktadır. Fenikeliler, Kuzey Afrika, Sicilya, Sardinya, İspanya ve Kıbrıs'ın güneyinde koloniler kurmuşlardır. Eski Yunan kolonileri, genellikle ana kentlerden uzak, denizaşırı yerlerde kurulmuşlardır. 'Büyük Kolanizasyon Dönemi' Ege, Marmara, Akdeniz ve Karadeniz kıyılarında çok sayıda koloninin kurulduğu, MÖ 750-550 yılları arasına ilişkin, 200 yıllık bir süreçtir. İlk olarak koloni kurma girişiminde bulunanlar, Yunanistan ile Samos ve Lesbos gibi adalarda yaşayan Yunanlılardı. Özellikle Euboia adasındaki Eretria ve Khalkis kentleri ile Peloponnesos'un kuzeydoğusundaki Korinthos kenti, koloni kurmada oldukça aktif idiler. Daha sonra Batı Anadolu'da Miletos, Phokaia ve diğer İonia kentleri de koloniler kurmaya başlamışlardır. Yunanistan halklarına koloni kurmak için en cazip görünen yerler, Güney İtalya ve Sicilya idi. Byzantion (İstanbul) ve Kalkhedon (Kadıköy) kolonileri ise Orta Yunanistan'dan gelen Megaralılar tarafından kurulmuştur. Genellikle her koloninin bir kurucusu vardır. Kurucu önce Delphi’deki Apollon kehanet ocağına danışarak yeri belirlerdi. Sonrada liderinin önderliğinde 50-70 erkek bir gemi ile yeni yerleşimlerine göç ederler, o bölgedeki kadınları kendilerine eş alarak koloniyi büyütürlerdi. Koloniyi kuran ana kent ile bağlı koloni kent arasında ekonomik ve dinsel bağlar vardı. Kolonizasyonun birkaç nedeni vardır. Bunlardan biri, tarım yapılabilecek topraklara olan gereksinimdi. Diğeri ise ticari faaliyetlerde bulunarak gelişmek isteyenlerin kurduğu ticari kolonilerdi. Kolonizasyon sürecinde Akdeniz dünyası küçülmüş ve Hellenleşmiştir.

Resim 2-2 Ayvalık körfezinin dar girişi. Karşıda Midilli adası. 

Anadolu’da Yerleşimler

Thukydides, Peloponnessoslularla Atina’lıların Savaşı’nın birinci kitabında: ‘Troia Savaşı’ndan önce, Hellas’ın birlikte gerçekleştirdiği bir eyleme ilişkin herhangi bir kanıt yoktur’ der. Muhtemelen o dönemde Yunanistan’ın tamamı için Hellas adı kullanılmamaktaydı. Bu ismin diğer isimlere üstün gelmesi epeyce zaman almış olmalı. Benzer şekilde Homeros’da ordunun tamamı için Hellen adının hiçbir yerde kullanılmadığını yazar. Homeros destanında, Hellen sözcüğünü Phtiotis’ten gelen Akhilleus ve arkadaşları için kullanır. Şiirlerinde genellikle Danoalar, Argoslular ve Akhalar’dan bahseder. Çünkü onun zamanında Hellenler henüz tek bir isimle anılmıyorlardı. Tarihçi John Freely ’Bir halk olarak Yunanlıların tarihinin, Yunanistan’da değil, Homeros’un Troia Savaşı destanıyla birlikte, edebiyatlarının doğduğu Anadolu’da başladığını’ söyler. Anadolu, Türkiye topraklarının yüzde 93’ünün uzandığı Asya kesimindedir. ‘Anatoli’ sözcüğü Yunanca ‘doğu’ daha doğrusu ‘güneşin doğduğu ülke’ anlamına gelir. Benzer şekilde Hint-Avrupa dillerinde ve Sami dillerinde ‘Asya’ ismi de aynı anlamda dır. Avrupa’nın da ‘günbatımı’ ya da ‘Karanlık ülke’ anlamına geldiği kabul edilir.


Taş devri olarak da adlandırılan Neolotik dönemde (MÖ 7000-5500) Anadolu’da Hacılar, Can Hasan, Çatalhöyük gibi çok önemli eski yerleşim yerleri bulunmuştur. Kazılarda kanıtlandığı gibi buralar tarımın başlangıcına öncülük ve tanıklık etti. İçlerinde en önemli yerleşim MÖ 7000-5500 yılları arasında üst üste 12 yerleşim katmanıyla 130 dönüm yerleşimli Çatal Höyük dür. Yakındoğu’da ortaya çıkarılmış en büyük Neolotik Çağ kentidir. Bu ilk yerleşim yerlerinde kerpiç evlerde yaşayanların dini tapınakları ve kült alanları vardı. Tapınakların tümünde kabartma olarak oyulmuş ya da heykel biçiminde yontulmuş erkek üreme gücününün simgesi olan boğa başı bulunuyordu. Kült alanlarında ise Ana ya da Anadolu Tanrıçası olarak tanınan kocaman gögüslü ve kalçalı kadın tanrıça heykelleri olurdu. Kompozisyonda Ana Tanrıça genellikle yanında koruyucu aslan ve leoparla birlikte görülür. Ana Tanrıça kültü, Phrygialı Kubaba, Lydialı Kybele, Yunan Artemis, Romalı Dianna ve sonunda da Tanrı’nın annesi Meryem Ana olarak birbirini izleyen kültürlerle birlikte değişerek günümüze kadar gelmiştir.

Başkentlerini Halys ırmağının kıvrıldığı noktadaki Hattuşaş’ta kuran, MÖ 1700 yılı başlarında Orta Anadolu’ya yerleşmiş bir Hint-Avrupa kökenli bir kavim olan Hititlerin öncesinde Anadolu’da Hattiler[46] vardı. Hititler MÖ 1500’de Anadolu’nun egemen gücüydü. MÖ 1295 yıllarında Hitit İmparatorluğu en geniş sınırlarına ulaştı. Genellikle Yunanca ‘Asya’ sözcüğünün Hititçe Assuva’dan türetildiği kabul edilir.

Miletos yaklaşık MÖ 1600’de, Minos Girit’inden denizciler tarafından kurulmuştu. Minos Uygarlığı MÖ 1450 civarında, Akhaların Girit’in egemenliğini ele geçirdiği dönemde sona erdi. MÖ 14. yüzyıl sonunda Akhalar Miletos’u işgal ettiler. Kent, Yunanistan’daki Akha şehirleriyle ticaret yaptı ve zamanla Hitit İmparatorunun vassalına dönüşen bir Akha kralı tarafından yönetildi.

Troia kazılarını 1988’den beri yöneten Korfmann’a göre geç Bronz dönemi diye adlandırılan MÖ 1250-1180 tarihlerinde aktif olduğu sanılan ve Troia VIIa olarak adlandırılan kentin bir yangın sonucu yıkıldığı açıktır.  Troia VII’nin ara katmanları ise MÖ 1400 yılına kadar varlığını korumuştur. Kent, MÖ 700’den kısa bir süre öncesinde Aiolılarca yeniden iskân edildi. MÖ 700-85 yılları arasında aktif olan Troia VIII olarak tanımlanan kent, Yunanca İlion, Latince ise İlium olarak biliniyordu. Yunanistan’ı işgali öncesinde Pers Kralı Kserkses’in ve Asya seferi sırasında Büyük İskender’in ziyaret ettiği kent, işte buydu. Troia IX (MÖ 85-MS 500) Julius Caesar tarafından ziyaret edilen ve İmparator Augustus döneminde (MÖ 27-MS 14) yeniden inşa edilen Roma kenti olarak tanımlanır. MS 330’da Roma İmparatoru Konstantin kendi adına bir kent kurmaya karar verdiğinde önce İlium’u düşünmüştü. Kent surları bitirilme aşamasına geldiği bir gece Konstantin rüyasında gördüğü Tanrının kendisinden kenti başka bir yerde kur isteğine uyarak inşaatı durdurmuş ve Byzantion’da karar kılmıştır.

İlyada’nın ikinci kitabı, Agamemnon’un seferine Yunanistan’ın 178 bölgesinden kuvvetlerin katıldığından bahseder. Arkeolojik çalışmalarla bahsi geçen yerlerin 100 adedi belirlenmiş ve hepsinin de Akha işgali yaşamış olduğu ortaya çıkmıştır. Troia işgaline katılanların büyük bir kısmının Akha yönetimindeki bölgelerden geldiği açıktır.

Miken (Akha) Uygarlığı

İsmini Argolid’deki Bronz Çağı kenti Mykenai’den alan Miken dönemi yaklaşık MÖ 1550’de başladı. Miken çömlekleri Ege Denizi kenarında kurulan bütün kentlerde ve kıyıya yakın adalarda ortaya çıkmıştır. Homeros’un Gemiler Kataloğu’nu, her biri kendi başbuğu kumandasında Troia’nın savunmasına asker gönderen yerlerin bir listesi olan Troia Kataloğu izler. Kataloğa göre savunmaya katılan gruplar:

  • Büyük Hektor’un önderliğinde Troialılar ile birlikte Dardanieliler, Zeleialılar ve Pelasglar
  • Trakya’dan üç farklı kavim,
  • Karadeniz’in güneyinden Paphlagonialılar ve Halizonlar.
  • Troas’ın güneydoğusundan Mysialılar ve Phrygialılar (Bu kavim Avrupa’dan göç edip Hititlerin yerini aldı)
  • Güneybatı Anadolu’dan Maionialılar, Karyalılar ve Lykialılar.

Mysia, Karya ve Lykia bölgeleri ve muhtemelen Troialıların Hititçeye yakın bir dil olan Luvi dilini konuştukları sanılıyor. Günther Neuman, 1992 de yayınladığı makalesinde Hititçe hieroğlif yazının temelde Luvi dili için tasarlandığı sonucuna varır. Antik Yunan geleneği, Troia Savaşı’ndan sonra muhtemelen Hellenler ve diğerlerinden oluşan karışık birçok kavmin Anadolu’nun güneyine Akdeniz kıyısına gittiğini bir kısmının Pamphylia ve Kilikia’ya yerleştiğini, diğerlerinin daha da güneye Suriye ve Fenike’ye kadar indiğini anlatır. Hititçe göndermeler, Anadolu’daki ilk Hellenlerin, Ege kıyısı boyunca yerleşim kuran ve Troas’ta büyük bir savaş yapan, bu savaşın ardından Akdeniz kıyısı boyunca kentler kuracak karışık birçok kavmin bir parçasını oluşturan geç Bronz Çağ Akhaları olduğuna dair antik Yunan geleneklerine dayanır.  Bunu izleyen olaylar, tarihin kayıtlarından silinmiş, Bronz Çağı sonunun ardından yüzlerce yıllık Yunan Karanlık Çağları’nın kefenine bürünmüştür.

Resim 2-3 Ayvalık körfezinde günbatımı.

Büyük Göç

Thukydides, Peloponnessos Savaşları’nın başlangıcında Hellas’da ilk zamanlardan itibaren düzenli bir yaşam kurulamadığından söz eder ve ‘Halklar her an güçlü istilacılardan kaçmak için göçe hazır bir yaşam sürmüşlerdir’ der. Hellenlerin Ege’nin karşı kıyısına, İonya’ya ve Anadolu’nun Ege kıyılarının diğer bölgelerine getiren büyük göç, Bronz Çağı sonunu izleyen birkaç yüzyıllık bir dönem olan Yunan dünyasının Karanlık Çağları sırasında yaşandı.  MÖ 13. yüzyıl ile MÖ 12. yüzyıl başındaki elli yıllık bir dönem boyunca Doğu Akdeniz veya Anadolu kıyılarındaki her kent veya kale, çoğu bir daha asla iskân edilemiyecek şekilde, bilinmeyen bir felaket sonucu yıkılıp yok oldu. Nedeni ne olursa olsun, sonuç başta Ege adaları, birçok yerleşimin terk edilmesi, hayatta kalan toplulukların da dağılıp birbirinden kopmasıyla, Yunan nüfusunun azalması oldu. Antik gelenek, Anadolu’ya Yunan göçünü, kuzeyden gelen Dor akınlarının sonucu olarak kabul etse de modern araştırmalar bu iddiayı reddetmektedir. Dorlar, Aioller ve İyonyalılarla birlikte, muhtemelen MÖ 11. yüzyılda başlayan bu göçün bir parçasıydı zaten. Eratoshenes, Aiol göçlerinin başlangıcını MÖ 1124 olarak verir. Yani, Troia’nın düşüşünden 60 yıl sonra. İonyalılar, Anadolu’nun Ege kıyılarının orta kesimine ve açığındaki adalara; Aioller kuzey Ege’ye; Dorlar da güneyine yerleştiler. Aiol yerleşimleri, tek bir istina ile Hellespontos ile Hermos (Gediz Çayı) ırmağı arasında ve Lesbos ve Tenedos adalarındaydı. İonyalılar Hermos ile Maiandos vadilerinin yanısıra, Khios (Sakız) ve Samos’ta kentler kurdular.  Dor kolonileriyse, Kos ve Rodos adalarının yanı sıra, Anadolu’nun güneybatı köşesinde, Ege’nin Akdeniz’e kavuştuğu Karya’daydı.

Herodotos’a göre, bu üç Yunan koloniciler grubu, başlangıçta Aiol ve İonya kentiyle, Dorların altı kentinden oluşuyordu. Her kentin özerk olduğu bir konfederasyon oluşturmuşlardı. Genel kanı, Aiol kentlerinin Yunanistan’ın Doğu Thessalia ve Boiotia bölgelerinde Ege kıyılarına yelken açıp Hellespontos ile Smyrna Körfezi arasında yerleşimlerini kuran koloniciler tarafından kurulduğudur. Lesbos ve Smyrna’da ortaya çıkarılan çömleklerden ilk yerleşicilerin yaklaşık MÖ 1000 hatta daha erken geldiklerini işaret eder. Aiol konfederasyonunun kentleri, Kaikos (Bakır çay) ve Hermos (Gediz) ırmakları arasındaydı. Mysialılar, Kaikos Irmağı ile Adremyttion (Edremit) Körfezi arasında yaşadılar. Herodotos, Aiol konfederasyonunun üye kentlerini Kyme, Larissa, Neonteikhos, Temnos, Killa, Notion, Aigiroessa, Pitane, Aigaia, Myrina, Gryneia olarak sayar. Smyrna, başlangıçta Aiol konfederasyonunun parçasıyken, daha sonra İonyalılar tarafından işgal edildi. Anadolu’nun daha içlerindeki yüksek bölgelerinde, MÖ ilk binyıl başlarında Hititlerin yerini alan bir Hint-Avrupa halkı olan Phrygialılar yaşıyordu. Homeros Phyrgialılardan İlyada’da bahseder ve Troialıların Anadolulu müttefikleri arasında Lelegler, Pelasglar ve Mysialılar birlikte onları da sayar.

Halkının denizcilikteki becerileriyle nam saldığı Aiollerin Kyme (Aliağa yakınında) kenti, konfederasyonun en önemli yerleşimiydi. Kymeliler MÖ 757’de İtalya’da ilk Yunan kolonisini olan Cumae’yi kurmak için Khalkis ve Erythrai ile bir araya geldiler. Kymeliler daha sonra tek başlarına Side’yi kurdular. Konfederasyonun en kuzey kenti, Kaikos Irmağı’nın denize kavuştuğu yerde bulunan Pitane’nin büyük bir limanı vardı. Nekropolisinde bulunan çömlek parçaları MÖ üçüncü bin yıla tarihlenir. Muhtemelen daha öncesinde başka bir kavim tarafından kurulmuştu. Yaygın kanıya göre Pitane, Smyrna, Kyme, Myrina ve Grynia kentleri Amazonlarca kurulmuştu. Bu iddia Herodotos’un Karabel Geçidi’nde gördüğü Hitit savaşçı kabartmasından kaynaklanmış bir mit olabilir. Myrina kentinin adı, Homeros’un İlyada’da mezarının Troia surları dışında olduğunu bahsettiği Amazon Kraliçesinden geldiği ileri sürülüyordu. Kyme ve Pitane dışındaki diğer Aiol kentleri hiç iz bırakmadan yok olup gittiler. Aioller antik çağda eğlence ve lüks düşkünü yaşam tarzlarıyla nam salmışlardı.  Lesbos’da en önemlileri Mytilene ile Methymna olan altı kent vardı.  Methymnalı koloniciler Adramyttion (Edremit) Körfezi kıyısında Assos kentini muhtemelen MÖ 8. yüzyıl sonunda kurdular. MÖ 750 civarında, Aiol kolonicileri, Antik Troia’nın yerinde, bugün Troia VIII olarak anılan katmanda, İlion adlı bir yerleşim daha kurdular. İonyalı Yunanlılar batı Anadolu sahillerinden önce Ege Denizi’nde Kyklad Adaları’nda koloniler kurmuşlardı. 

Aioller

Hellenler öncesi Anadolu’nun batısının yerli halkı Pelasglar ve Lelekler’di. Bu toplumlar tarihte yeterince tanınmıyorlar. Pelasglar, Troia savaşlarında Kral Priamos’un yanında Akhalara karşı savaştılar. Hellen ana karasından gelen Ailoller, Anadolu’nun yerli halkı Pelasg ve Mysia kentlerini ele geçirdiler. Kentlerin yönetim biçimi, birbirinden farklılık gösterir. Bazıları Anadolu halkını yurttaş kabul eder, bazıları da tarım işlerinde köle olarak kullanır. Buna karşın tüm kentler, kendilerini birer Hellen kenti olarak görür ve antik çağ boyunca çeşitli kurumlarını bu anlayışla düzenler. Aiol kentlerinin dini inaçlarında tanrı Apollon öne çıkmıştır. Gerek site devletlerinde kullandıkları paralarda gerekse bu bölgedeki tapınaklarda Apollon figürü daha baskın olarak görülür.



Resim 2-4 Üstte Adramytteion parası MÖ 350. Altta Kyme parası MÖ 165-140 

 11. yüzyılda Orta Yunanistan’dan göç edenler Çanakkale boğazından İzmir Körfezine kadar olan kıyı bölgesine yerleştiler. Burada kurdukları oniki kent birleşerek Aiol Birliğini oluşturdu. Bu kentlerden Smyrna zaman içerisinde İyonlaşmış ve daha sonra bu birlikten ayrılmıştır. Çanakkale Boğazı’ndan Edremit’e kadar sahil şeridine bölgenin en eski kenti Troia’dan (MÖ 3000-MS 1000) dolayı Troas, Edremit Körfezi’nden İzmir körfezine kadar uzanan sahil bölgesine Aiolis adı verilmiştir. Aioller ilk olarak Lesbos (Midilli) dışında Tenedos (Bozcaada) ve Ekatonisi’ye (Yund Adalarına) yerleştiler. Sonra da karşılarında bulunan yerlerde yeni koloniler kurdular. Bölgenin en eski ve büyük yerleşimi Troia, en görkemli zamanlarını, Tunç çağı olarak ifade edilen MÖ 3000-MÖ 1200 yılları arasında yaşadı. Troia yaklaşık milattan önce binli yıllarda Balkanlar’dan Anadolu’ya yapılan büyük göçlerin sonunda yıkıldı. Aynı göçler Anadolu’da Hititleri de tarihten silmiştir. Troia bir daha toparlanamaz giderek küçülür ve MS 1000 yılında terkedilir.

İonlar ve Pers Savaşları

İonlar, Siklad adaları, Sakız, Sisam ve İkarya adaları dışında Orta Batı Anadolu’nun kıyılarını sömürgeleştirdiler. En önemli İon kentleri Anaksimenis, Anaksimandros, Milet, Myus, Priene, Ephesus, Kolofon, Lebedos, Teos, Erythrai ve Notion idi. Hermos (Gediz) nehrinden güneyde Halikarnassos’a kadar uzanıp sömürgeleştirilmiş sahil bölgesine İonya adı verilmiştir. İon kentleri Anadolu’nun diğer kentlerinden daha fazla geliştiklerinden dolayı zamanla Batı Anadolu’nun tümüne İonya adı verilmiştir.

Resim 2-5 Pers Yunan savaşı haritası 

MÖ 6. yüzyılda Aiolis ve İonya önce Lidya Krallığının egemenliğine girer sonra tüm Anadolu ve Ege sahilleri Persler tarafından işgal edilir. MÖ 499’da bu bölgelerde dayanılmaz Pers hakimiyetinden gelen hoşnutsuzluk açıkça isyana dönüşmüştür. Başlangıçta isyancılar başarı gösterirler fakat ardından ağır bir yenilgiye uğrarlar. İon kentleri Pers hakimiyetinden ancak Yunan-Pers savaşlarından sonra kurtularak MÖ 5. yüzyılın ortalarında Atina liderliği altında bulunan Delos Birliği’ne katılmıştır.

Büyük İskender Dönemi

Aleksandros babası II. Philippos’un ölümü üzerine 20 yaşında Makedonya Kralı oldu. MÖ 334 ilkbaharında Çanakkale Boğazı’ndan Anadolu’ya geçerek Pers İmparatorluğu’nu karşı sefere çıktı. İki ordu MÖ 334 Mayıs ayında Granikos (Biga) çayının kıyılarında savaştı ve Pers kuvvetlerinin yenilgisiyle sona erdi. İskender’i kurtarıcı olarak kabul eden Yunan koloni kentleri özerkliklerini ilan ettiler. İskender’in ölümünü takiben MÖ 301’de Aiol ve İon kentleri Büyük İskender’in generallerinden Lysimakhos’un payına düştü. Lyksimakhos tüm hazinesini Pergamon kalesinde muhafaza edilmek üzere bıraktıktan sonra çıktığı seferde MÖ 281’de ölünce, Pergamon kenti kendisine kalan hazine ile kendi krallığını kurdu ve Aiolis bölgesine egemen oldu. Yaklaşık 100 yıllık hakimiyetten sonra MÖ 129 yılında Romalılar Batı Anadolu’nun tümünü istila ettiler ve bölge Roma’nın Asya eyaleti oldu.

Roma Dönemi

Milattan sonra ilk iki yüzyıl boyunca Roma devletinde hâkim olan barış, imparatorluğun hemen hemen tümüne ekonomik kalkınma sağlamıştır. Roma imparatorlarının ilgisi sayesinde Smyrna kenti özel ayrıcalıklardan istifade etmiştir. Aiolis ve İonya sakinlerinin Hıristiyanlaşması, bölgedeki ziyaretleriyle havari Pavlus’un misyonuyla gerçekleştirilmişti. Ephesus’ta Pavlus’un çalışmaları İncil yazarlarından olan Yuhanna tarafından devam ettirilmiştir.

5. yüzyılda Aiolis ve İonya kentleri barbar Got, Hun ve Slav kavimlerin yağmalamalarına maruz kaldılar. Buna rağmen bu dönemde Smyrna önemli bir ticaret merkezi olma niteliğini korumuştur. İonya’daki en önemli Bizans eseri Ephesus’taki İncil yazarlarından Yuhanna’ya adanmış bazilika idi. Altıncı yüzyılda yıkılan mabetin yerine imparator I. Justinianos’un yaptırdığı görkemli kilise 12. yüzyıla kadar korunmuştur. Bazilikanın toplam uzunluğu 130 metreydi. Günümüzde mabette parçalı restorasyon çalışmaları yürütülmektedir.

Türkler Anadolu’da

Bizanslıların 1071 yılında Malazgirt Savaşı’nda Sultan Alpaslan komutasındaki Selçuklular karşısında aldıkları ağır yenilgide imparatorları IV. Diyojen esir düştü. Böylece Anadolu’nun kapıları Türklere tamamen açıldı.  10 yıl gibi kısa bir sürede Aiolis ve İonya bölgeleri dahil tüm Anadolu 1084’te Türklerin eline geçti. Sonrasında Bizans İmparatoru Aleksios Komninos İzmir’in Selçuk Emiri’ni yenerek Anadolu’nun batı kısmını geri aldı ve Selçuklular İç Anadolu’ya doğru çekildi. Anadolu’nun ortasında Anadolu Selçuklu Devleti kurulurken Bizans ile aralarındaki tampon bölgeye uç Türk beyliklerini yerleştirerek kendilerini güvence altına aldılar. 13. yüzyılın sonlarında Anadolu Selçuklu Devleti gücünü yitirince, bu beylikler bulundukları yerde kendi bağımsız yönetimlerini ilan ettiler. Anadolu Selçuklu Sultanı II. Gıyasettin Mesut’un vezirlerinden Karesi Bey, Mysia’da[47] 1282 yılında Karesi uç beyliğini kurmuştu. Beyliğin sınırları kuzeyde Marmara Denizi, güneyde Bergama’ya kadar uzanıyordu. Ayvalık ve çevresi de bu beyliğin sınırları içinde idi. Beyliğin doğudaki komşusu Osmanoğulları Beyliği idi. Edremit Körfezi’nin yamaçlarındaki dağ köylerinde olduğu gibi, Ayvalık ve civarındaki çok sayıdaki konar göçer Türkmen boyu yöreye bu dönemde gelmişti. Karesi Beyliği Osmanlı Beyliği ile yakın ilişkiler içerisinde idi.

Ertuğrul Gazi’nin oğlu Osman Bey Bursa yakınlarındaki bölgeyi istila ettikten sonra 1299’da kurduğu devletin sultanı ilan edilir. Osmanlılar Marmara Bölgesi ve Balkanlarda hızla ilerlediler. 1354 yılında Yunan karasında Peloponez’e kadar gitmişlerdi. Sultan II. Murat döneminde 1424’de İzmir’i alarak Anadolu’da genişlemeye devam ettiler. 1453’te Osmanlıların İstanbul’u fethi Bizans’ın sonu oldu. Midilli adasını almak isteyen Fatih Sultan Mehmet, 1462 yılında Edremit Körfezi’ne geldi ve kuşatmanın hazırlıklarına nezaret etti. Toroslar’dan gemi yapımında ustalaşmış Tahtacı Türkmenleri getirti. Askerî harekâtı ise Altınova (Ayazmend) kadırga iskelesi’nden yönetti. Seferde yer alan yeniçerilerin bir bölümünün savaştan sonra bölgede asayişi korumak amacıyla Küçükköy civarına yerleştirildikleri söylenir.

Resim 2-6 Piri Reis’in kitabı Kitab-ı Bahriye’de (1521) yer alan Midilli ve Ayvalık çevresini gösteren harita[48]  

AYVALIK’TA ANTİK YERLEŞİMLER

Antik dönemlerde günümüz Çanakkale’sinden Ayvalık’a kadar olan bölgeye Troia deniyordu. Bu bölgede Asos'un ve Edremit Körfezi'nin karşı kıyısında bulunan uygarlığın adı Nesos'tu. Yazılı kaynaklara göre, Antikçağ'da, Ayvalık Adaları'na Hekatonisa deniliyordu. Bu isim, Tanrıça Hera ile ilişkiye girdiği için mis kokulu Nesos’a (Moshonis) sürgüne gönderilen Apollon’dan geliyordu. Farklı adlarla da anılan Apollon bir diğer adı da Hekatos dur.

Hekatonisa Adaları'nda Nesos dışında Chalkis, Pordoselene ve Kydonia yerleşimleri vardı. Antik kaynaklar, Chalkis, Pordoselene ve Nasos'tan çok söz etmelerine karşın, Kydonia hakkında sadece Plinius, yazları akan ünlü bir sıcak su kaynağından bahseder. Bu dört antik kentten Chalkis ve Pordoselene aradan geçen yüzyıllar içinde yok oldular, ancak Kydonia ve Nesos, sırasıyla Ayvalık ve Cunda (Alibey) olarak günümüze ulaşmayı başardı.

Resim 2-7 Leopar kabartmalı ve Apollon baskılı Pordoselene paraları

Pordoselene / Pyrgos Antik Kenti

Yunan tarihçi Strabon (MÖ 64–24) Geographika adlı coğrafya kitabında, Apollon adalarında, üzerinde bir kent bulunan Pordoselene (Maden Adası) adasından bahseder. Bu kentin önünde, daha büyük olan fakat iskân edilmemiş ve içinde Apollon'a ait bir tapınak bulunan bir adanın (Cunda-Moshonis) olduğunu yazmıştır.

 

Resim 2-8 Cunda’nın kuzey batı ucundaki Pordoselene (Maden) Adası

 

Resim 2-9 Cunda’dan Maden adasına sığ geçiş kanalı. 

Pordoselene kentinin yüksek bir tepesinde gözetleme amaçlı kullanılan bir kule vardır. Midilli, etrafındaki adalar ve Edremit Körfezi’ni gözetlemek için yapılan Pordoselene Kulesi’nin MS 8. yüzyılda tekrar inşa edildiği bilinmektedir. Yaklaşmakta olan düşmanları görebilmek için yapılan bu kule sonradan Kilikya korsanları tarafından yıkılmıştır. Şu anda harap bir şekilde kalıntısı mevcuttur.

 

Resim 2-10 Maden adasının tepesindeki antik Pordoselene kulesi

Chalkis

Ayvalık boğazının tam girişinde stratejik bir konumdaki antik yerleşim yeri, Badavut’un tam karşısındaki Çıplak Ada’da bulunuyordu. Prof. Dr. Engin Beksaç’ın bölgede yaptığı yüzey araştırmaları Ada’da bulunan kalıntıların bir Castrum’a[49] ait olduğunu kanıtlıyor. Ayvalık boğazına girişi kontrol etmek amacıyla inşa edilen bu küçük kalede yaşayanlar ada da bulunan tatlı su kaynağından da faydalanmışlardır.

Resim 2-11 Chalkis yeni adıyla Çıplak ada.

Nesos / Moshonisi / Cunda

Ayvalık’tan gelirken, Tavuk adasından sonra Türkiye’nin ilk boğaz köprüsünden geçip Cunda’ya adım attığınız da yolun sağ ve sol kısmında bulunan arazide antik dönemde Nesos yerleşimi vardı. Antik kentten günümüze pek kalıntı kalmamıştır. Neses-Nasos Yunanca’da ada demektir. Antik dönemde Nesos olarak bilinen adaya Rumlar Moshonisi demişler, Türkler Cunda ya da Ali Bey[50]  adası diye adlandırmışlar.

Resim 2-12 Tavuk adasından boğaz köprüsüyle geçiş yapılan Nesos (Cunda) adası


 
Resim 2-13 Cunda boğaz köprüsü

Kydonia

Antik Kydonia kenti bugünkü Ayvalık’ın olduğu bölgede kurulmuştur. Bulunan çanak çömlek parçacıklarından, buranın Hellenistik ve Roma çağlarında varlık göstermiş bir yerleşim olduğu anlaşılıyor. Tahminlere göre Kydonia antik kenti en parlak dönemini Roma döneminde yaşamış, Bizans döneminde ise önemini yavaş yavaş yitirmişti. Kent, 15. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı egemenliğine geçmiştir.

Resim 2-14 Ayvalık Saatli Cami

Kız Çiftliği

Gömeç yerleşim merkezinin 3 km. kuzeybatısında, Edremit körfezi'nin Antarak Burnu ile Karatepe Burnu arasında kalan koyun kıyısında, deniz tarafından yükselerek güneye ve güneydoğuya doğru alçalan tepe Kız çiftliği olarak bilinmektedir. Antik dönemden kalma Höyük yerleşimi olarak tescil edilmiştir. Kuzeyde dik bir sırtla yükselerek kuzeydoğu-doğuya doğru sert, güney-güneydoğuya doğru yumuşak bir eğimle alçalan höyük, adını en yüksek noktasında yer alan eski bir çiftlik evinden almaktadır. Antik kaynaklardan Strabon, Sokrates ve Plinius bu bölgede Kistene adında bir yerleşimden bahsederler. Sokrates’te Sparta Kralı Agisilaos önderliğinde MÖ 397 yılında Kistene’nin ele geçirildiğini ve 100 Talent vergiye bağlandığını yazmaktadır. Prof.Dr. Engin Beksaç eserlerinde Kız Çiftliği Höyüğünün Kisthene olduğunu vurgulamaktadır.

Resim 2-15 Kız Çiftliği ve Höyük 

MÖ 4. yüzyılda Pers Satrabı Orantes adına para basmış olan Kistene yakınında bulunan Adramyttion kenti ile birlikte önemli bir şehir gibi durmaktadır. Bazı kaynaklarda Kız Çiftliği için antik kaynaklarda Passanda adı ile anılan başka bir kent ismi de düşünülmektedir. Bölgede araştırmalar yapan Vigant 1904 yılında yayınladığı yazısında, Gömeç çevresinde gördüğü 5 adet sütun, girlantlı altar[51], lahit kapağı, inci dizili mermer mimari parça ve bazı Bizans dönemi bezemeli plakaların varlığından söz etmektedir. Ayrıca Vigant, Gömeç Camisi önünde granitten ve mermerden sütun parçaları ve bir adet sütun başlığından bahsederek, bu malzemelerin olasılıkla çiftlikten buraya getirildiğine değinmektedir.

1980-1990’lı yıllarda bölgede araştırma yapan Stauber, Gömeç Camisi önünde bulunan kaide şeklinde bir altar, yazıtsız bir tabula anzata ile girlantlı ve defne yaprağı bezemeli altar parçası hakkında bilgi vermektedir. Çevrede yaptığı araştırmalarda ise Gömeç ana yolunun batısında Armutova Çayı köprüsünün 500 metre kuzeyindeki bir tarlada 8 adet sütunun varlığından bahsetmektedir. Stauber, bu mimari parçalardan bir kısmını Roma, bir kısmını da Bizans Dönemine tarihlendirmektedir. Höyük özellikle Levanten dönemde Trikopi/ Kızçiftliği olarak anılmaktaydı. Kız Çiftliği, Trikupi adlı bir Rum’a aitti. Çoğu yerde bu kişi ile Kurtuluş savaşı Yunan Küçük Asya Ordusu Başkomutanı Nikolaos Trikupis[52]  ile karıştırılmaktadır. Bu iki kişi arasında isim benzerliğinden başka bir ilişki bulunmamaktadır. General Trikupis savaştan sonra yazdığı anılarında bu çiftlikten ve Ayvalık’taki konuttan hiç bahsetmemektedir.

Adramyttion (Ören)

Latince Adramyttion olarak adlandırılan Ören (Eski Edremit), sahildeki Karataş mevkiinden başlayarak sekiz kilometre çapında bir daireyi kaplayan alanda kurulmuştur. Kent Mysie bölgesinin Edremit Körfezinde bulunan en eski Anadolu yerleşimi. Ören civardaki o dönemin önemli kentleri olan Troia, Pergamon, Tep şehirleriyle aynı zamanlarda kurulmuş (MÖ 1422). Kent, Troia ve Pergamon yolu üzerinde olması nedeniyle sık sık istilalara uğradığından bugün çok az tarihi eser kalıntısına sahiptir. Eski Edremit (Adramytteion) MÖ 1124-I000 yılına kadar Aiol’ların sömürgesi olmuştur. Troia Savaşları’ndan sonra bütün bu çevre Lidyalıların eline geçmiş. Daha sonra Büyük İskender kenti ele geçirmiş. Büyük İskender’in ölümünden sonra Bergama Krallığına bağlanan kent, MÖ 241 yılından itibaren 109 yıl körfezin en önemli kenti olup, Pergamon’a dahi rakip gösterilmiş. MÖ 132 yılında ise Pergamon Krallığı ile birlikte Eski Edremit’te Roma İmparatorluğu’na dahil olmuş.

Bölgedeki bir diğer antik kent, Ayvalık Aşağıbey Köyü’ndeki Perperene dir. Kentin tiyatro kalıntıları görünür durumdadır. Diğer birçok yapı ise çamların ve makiliklerin arasında gün yüzüne çıkarılmayı bekliyor. Tiyatronun haricinde, çevrede tapınaklarda ve agora yapısında kullanıldığı sanılan bol miktarda sütun tamburu, hamam kalıntısı, temel izleri, sarnıçlar, orijinal kayaya oyulmuş lahitler var. Nekropolis (Mezarlık) alanı olarak kullanılan iki alan dikkat çekiyor. Aşağı Nekropolis alanında setler üzerinde konmuş Roma Dönemi lahitleri mevcut. Yukarı Nekropolis alanında ise uygun kayalar oyularak lahit olarak kullanılmış. Bu alanda da Roma Dönemi lahit mezar örnekleri görülüyor.

Ayvalık Çevresindeki Antik Yerleşimler

ADRAMYTTEİON                            : Ören

İOLLA                                               : Ören civarı

ADRAMYTTEİON                            : Kaya sunakları

TRARİON                                         : Kuyumcu, Kaplan sivrisi akropolü

KİSTHENE                                        : Kız çiftliği, Gömeç

PASSANDRA                                    : Gömeç

PYRRHA                                           : Karaağaç kıyısı

KORYPHANTİS                                : Keremköy yakını

HERAKLEİA                                      : Çakalya, Ayvalık

TIFILLAR                                          : Ayvalık

HEKATONESSOİ                             : Yund adaları, Ayvalık Adaları

PERPERENE                                     : Kozak, Aşağıbey

ATARNEUS                                      : Dikili, ağıltepe

KARİNE                                            : Nebiler Köyü ılıcası yakını

PERGAMON                                    : Bergama

ALLİANOİ                                         : Paşa ılıcası

ELAİA                                               : Zeytindağ, Kazıkbağları

TEUTHRANİA                                  : Kalargatepe, Ovacık

KANAİ                                              : Bademli, Killik

 

 

ANADOLU’LU ANA TANRIÇA KYBELE

 

Günümüzden 10 milyon yıl önce başlayan Paleolitik Çağ’da insanlar, toplayıcı ve avcıydı. Doğumun gizemi karşısında şaşıran insan, oturduğu mağaranın duvarlarına erkek ve kadın resmi yapmaya başladığında tanrı ve tanrıçalarını da yaratıyordu. Paleolitik çağ toplumu avcı olduğu için erkek egemen bir toplumdu. MÖ 10 bin yıl önce gerçekleşen bir sıçrama ile insan, önce Mezopotamya’da hayvanları evcilleştirdi ve toprağı işlemeye başladı. Avcılığa dayalı göçebeliği bırakarak, tarım ve hayvancılığa dayalı yerleşik bir düzene geçti. Böylece MÖ 8 binlerde Neolitik Çağ başladı. Mağaralardan çıkılıp tarım arazisindeki sazdan yapılma kulübelere geçilmişti. Bir süre sonra evlerin yanında tanrılar için tapınaklar da oluşmaya başladı. Kuraklık riskiyle yaşayan Kalkolitik (Bakır dönemi MÖ 5000-3000) tarım toplumları ihtiyaçtan fazlasını üretip depolamak zorundaydı. Böylece nüfus hızla çoğalmaya başladı. Artı ürünün elde edilmesi için tarım işçisine; depolanması için binaya, korunması için askere, dağıtılması için de rahiplere ihtiyaç vardı. Tüm bunların toplamı ise organize bir iş bölümü yani devlet demekti.

Tarım ve hayvancılığa geçişle birlikte, insan için en önemli olgu, bereket olmuştur. Mutlu ve tok bir yaşam, ancak bereketli bir doğada gerçekleşebilir. Çevresinde tekrarlanan döngüleri gözlemleyen insan, baharın yeşermesini doğumla ve soğuk kışı ölümle özdeşleştirmiştir. Araştırmalar tarımın kadının icadı olduğunu kanıtlar niteliktedir. Bedenindeki doğum ve ölüm süreçlerini, bahar ve kış aylarının mevsimsel döngüsüne benzeten insan, doğa ve kendisi arasında bir paralellik kurmuştur. Periyodik olarak tekrarlanan doğa olaylarının arkasında yaratıcı bir güç aramıştır. Paleolitik dönemde daha önde olan erkeklerin, ereksiyon halindeki cinsel organı miti, Neolitik Çağ’la birlikte yerini yavaş yavaş doğurgan ana rahmine bırakır.

Göbeklitepe

Göbekli Tepe’de (insanlığın avcı toplayıcı döneminde yerleşim ve tarım kavramlarından çok uzak olduğu bir zamanda) bulunan MÖ 9600 yılına ait en eski dini yapıda henüz ana tanrıça kültüne rastlanamadı. Yükseklikleri 3 ile 6 metre arasında değişen 20 adet T şeklindeki her biri 40-60 ton ağırlığındaki taşların oluşturduğu yuvarlak yapı muhtemelen bir tapınaktı. Görsel betimler çoğunlukla Animalist (Hayvan kutsama) inanış ve eril figürlerden oluşmaktadır. Son araştırmalar, Neolitik dönemin ilk bölümünde hala erkek cinselliğinin egemen olduğunu gösteriyor. 
Ana Tanrıça Kybile

Çanak-çömlekli Neolitik Çağ’la birlikte bereket sembolü, erkek cinselliğinden kadın cinselliğine geçer. Kadının doğurganlığı ile doğanın baharda yeşermesi hep aynı yaratıcı gücün eseridir. Öyleyse doğayı kontrol eden ve yeşerten güç bir ‘Ana’ olmalıdır. Anaerkil toplumların yarattığı, üremeyi ve bereketi simgeleyen bu dişil güç, Anadolu’da oldukça eskilere dayanmaktadır.

Ana Tanrıça Miti

Anaerkil aile geleneğinin analık, üreme, dişilik simgesi olarak Ana Tanrıça’nın Anadolu’daki geçmişi MÖ 6500–7000 yıllarına dayanıyor. Anadolu’da matriyarkal toplumun büyük ana tanrıçasının adı yerine göre değişiklik gösterir. İlk insanlarda Tanrılar, insanların kişiselleştirilmiş istekleriydi. İnsanların istekleri ise, açlıktan ölmemek, toprağın verimli olması, bir de komşu kabileler tarafından öldürülmemekti. Bunun için de çok çocuk ve savaşçı yetiştirilmesi gerekiyordu. Belki de erkeğin doğuma katkısı henüz anlaşılamamıştı. Tarıma tam anlamıyla geçilmediği bu dönemde erkekler av peşinde koşarken mağaraya çoğu kez eli boş dönerdi. Kadın ise evin önündeki küçük bahçesiyle açlığın sigortasıydı. Kadın ve anne her şeyi üretendi. İşte bundan dolayı kadın ekonominin direğiydi ve Kybele Anadolu’da yeryüzü tanrıçasıydı. Doğa olaylarının nedeni tanrılar olarak düşünüldüğünden her şeyin bir tanrısı vardı ve ana tanrıça da Kybele idi.

Zamanla bereket olgusunu vurgulamak için Ana tanrıçayı gebe bırakacak bir sevgili bulmak gerekti. Bu sevgili Anadolu’da Attis idi. Bunların birbirleriyle evlenmesi Boğazköy’deki Yazılıkaya da görülür. Bu birleşmeler ilkbahar da olurdu. Yapılmakta olanı görenler de aynı şeyi yapmaya özendirilirdi. Bu davranışı krallar ve kraliçeler de ilkbahar da tekrarlardı. Bu dinsel birliktelik, gerçek çiftleşmeye ne kadar benzerse o kadar etkili sayılırdı. Sırf bu yüzden Suriye ve Filistin tapınaklarında dinsel fuhuş ortaya çıktı. Orada da din adamları bu işi rahibeler ya da dini inancı kuvvetli kadınlar ile tekrarlıyordu.

Orta Anadolu’da Phrygia’lı Ana Tanrıça kültü örneklerine benzeyen buluntular veren Çatakhöyük ve Hacılar gibi iki Neolitik yerleşim yeri vardır. Çatalhöyük, MÖ 6200 ile MÖ 5400 yılları arasında sürekli yerleşme görmüş büyük bir Neolitik höyüktür. MÖ 5400’de bilinmeyen bir nedenden terk edilmiştir. Pişmiş topraktan yapılmış olan ve iki aslanın koruduğu bir tahtta oturan çıplak tanrıça heykeli çok ünlüdür. Göğüsleri, kalçaları ve karnı abartılı şekilde iri olarak yapılmış tanrıça, anaerkil iktidarın tahtında, doğum ve bereketi yönetmektedir. Aynı zamanda yanında tasvir edilen ve elleriyle başlarından tuttuğu aslan (ya da leopar) gibi hayvanlar O’nun doğa üzerindeki egemenliğinin bir göstergesidir. Anne rolündeki kadın heykelcikleri her iki buluntu yerinde de özellikle tahıl ambarlarının içerisine yerleştirilmiştir.

Phrygia’da Ana Tanrıça Kybele

Latince Cybele, Yunanca Kybele, Büyük Ana ya da sadece Ana olarak bilinen tanrıça, Akdeniz dünyasının dinsel yaşamındaki en ilginç kişiliklerinden biridir. Akdeniz insanı MÖ birinci bin yılın erken döneminden Roma İmparatorluğu’nun yıkılış günlerine MS 5. yüzyıla kadar Ana Tanrıçaya tapınmayı sürdürmüştür.  Ana Tanrıçaya en canlı haliyle antik Yunanistan ve Roma’ya ait şiirlerde, övgülerde ve dinsel anıtlarda rastlarız ama onun asıl yurdu Anadolu idi. En kalıcı özellikleri Phrygia’da biçimlenmişti. Tanrıçanın adı ilk kez MÖ 7. yüzyılda Phrygia’da ortaya çıktı. Orada kendisine Phrygia dilinde Matar(Ana) diye seslenilmiştir.

Ana Tanrıçanın Phrygia’dan Yunanistan’a geçişi, MÖ 7. yüzyılın geç dönemi ile 6. yüzyılda gerçekleştiği sanılıyor. Anadolu’nun dinsel geleneğinde Ana Tanrıçanın öne çıkması, Anadolu’nun Phrygia öncesi sakinleri arasında anaerkil toplumun geleneğinin yaygın olduğuna bir işarettir. Anadolulu Ana Tanrıça kültünün Demir Çağı’na (MÖ 800) kadar Phrygia’da adamakıllı yerleşmiş durumda olduğu ve Phrygia’ya özgün biçimiyle Anadolu’nun batı kıyısına yayıldığı neredeyse kesindir. Phrygia’da yaşayan insanların vahşi karakteri dinsellikte aşırıya varan bir gelenek doğurmuştu. Her zaman olgun bir kadın olarak betimlenen tanrıça, başı, gövdesi ve bacakları dimdik durur. Kolları, genellikle gövdesi üzerinde çaprazlama kıvrılmış olup, elinde çeşitli cisimler tutar. Bedeni yoğun kumaş kıvrımlarıyla örtülüdür. Boynuna dek kapalı, uzun kollu, uzun ve bol etekli, belde kemerle toplanan bir elbise giyer. Phrygia’nın dağlık kesimlerinde yoğunlaşan anıtlar, Porsuk ve Sakarya ırmaklarının denizden uzak kısımlarındaki dağlık arazide, günümüzün Eskişehir, Kütahya ve Afyon illerinin sınırları içerisindedir. Hepsi doğal kayaya oyulmuş 23 adet anıt saptanmıştır. Aslan, Phrygia’da her zaman Matar’ın yanında görülmemesine rağmen Orta Phrygia’da kayda değer anıtta gözükmektedir. Yunan Meter’inde ise aslan vazgeçilmezdir. Her zaman tanrıçaya eşlik eden yırtıcı hayvanlar, tanrıçaya ürkütücü değil, doğal çevreye egemen bir güç imajı verirler. Tanrıçanın önemli atribülerinden olan lir ve flüt yumuşak ezgili müziği anımsatsa da Greko-Romen kaynaklarda Kybele kültüyle bağdaştırılan vahşi çıldırtıcı müziği bu enstrümanlarla nasıl bağdaştırmak gerekir bilinmez. Greko-Romen Kybele’nin en yaygın müzik aleti olan tef tanrıçanın Phrygia tarzındaki betimlerinde görülmez. Phrygialı Ana Tanrıça’yla ilgili bir soru işareti de tanrıçanın eşi konusudur. Phrygia’daki betimlemelerde tanrıça tek başınadır. Boğazköy ve Gordion kaynaklı heykellerde tanrıçanın yanında bulunan erkek figürleri tanrıçadan daha küçük boyutta olduğu için tanrıçanın dengi değil yardımcısı olduğunu gösterir. Yunan ve Roma kültünde tanrıça Mater ya da Magna Mater’e çoğunlukla genç bir tanrı Attis eşlik eder. Rahiplerinin hadım edilmesini gerektiren Attis tapımı, daha sonra Yunan ve Roma toplumundaki Ana Tanrıça kültünün en tanınan özelliklerinden biri olur.

MÖ 1200 yıllarında Trakya üzerinden Ege Göçleri ile Anadolu’ya giren Phrygia’ler, zayıflamış Hitit Devletini ortadan kaldırarak Anadolu’yu egemenlikleri altına almışlardır. Phrygia’lerin esas yerleşim bölgesi Gordion merkez olmak üzere Sakarya nehri civarı olup Afyon, Kütahya, Eskişehir bu bölgeye bağlıdır. Geride bıraktıkları çok az sayıdaki yazıtlar onların Hint-Avrupalı bir dil kullandıklarını göstermektedir. MÖ 750 yıllarında Phrygia Devleti Kral Midas’ın döneminde büyük güç kazanmış ve zenginlemiş, ancak MÖ 7. yüzyılın başlarında Kimmer akınları ile zayıflamış; daha sonra Lidya egemenliğine girmiş ve MÖ 550 yıllarında da Pers istilası ile bağımsızlığını tamamen yitirmiştir. Truva savaşında Yunanistan’dan gelen Akhalara karşı Truvalıların safında savaştıkları biliniyor.

Başkentleri olan Gordion’dan başka Kızılırmak yayı içinde ve güneyindeki Alacahöyük, Boğazköy, Pessinos’da da şehirler kurmuşlardır. Dans ve müzikte iyi idiler. Flüt bir Phrygia çalgısıdır. Phrygia kadınları başlarına turban takarlardı. Phrygia dili tam olarak çözülememiştir. Phrygia’lerin baş tanrıça olarak kutsadıkları Kybele, Phrygialar Anadolu’ya gelmeden önce MÖ 2 bin de Hitit panteonunda ‘Kubaba’ olarak zaten vardı. Phrygialer çok-tanrılı bir dine sahip olmalarına rağmen ana tanrıça kültü öylesine ön plana çıkmıştır ki onların nerdeyse tek tanrılı bir Kybele dinine inandıkları söylenebilir.

Attis’in Kökeni

Büyük ana tanrıçanın sevgilisi Attis’in kökenini bulmak için Sümerlere kadar gitmek gerekiyor. Sümerlerin panteonunda Tammuz adı verilen tanrı önemli bir yer tutardı. Bu tanrının Sümerce adı ‘Derin suların gerçek oğlu’ anlamına gelir. Sümerler o dönemde sonradan Babil adı verilen uygarlığı yaratıyorlardı. Tarım yapıyor, su kanalları kazıyor, yazıyı icat ediyorlardı. Babil’in dinsel edebiyatında Tammuz, Ana Tanrı İştar’ın genç sevgilisi olarak görülüyor. Tabiatın gücünü temsil eden Tammuz her yıl temmuz ayında ölüp yeraltı dünyasına gidip mart ayında ilkbahar ile birlikte yeniden doğuyordu. Güncel takvimlerimizdeki temmuz ayının adı buradan gelir.  Tammuz’un Sümerler de derin suların gerçek oğlu olması, Phrygialer de Attis’in de Sakarya Nehrinin Nana adındaki kızının oğlu ve dolayısıyla bir nehir evladı olması pek rastlantı sonucu olmasa gerek. Damızlık sözcüğü de Tammmuz’dan gelmedir. 

Attis, Kybele’nin sevgilisi, rahibidir. Çok yakışıklıdır ve Kybele ona aşıktır. Bu durum, Sümer tanrıları İnanna-Dumuzi ilişkisinin neredeyse tıpatıp benzeridir. Mit şöyle anlatır:

Attis, Pessinus kralının kızı ile evlenecektir. Ancak Attis’e aşık olan Kybele kıskançlıktan deliye döner ve Attis’i çıldırtır. Deliren Attis, kendi penisini keserek yere atar. Döllenen topraktan bitkiler fışkırır, bereket gelir, doğa canlanır, kanının değdiği yerde kırmızı taçlı dağ laleleri biter. Aşığının ölümüne dayanamayan Kybele onu çam ağacına dönüştürür. Çamın dört mevsim yeşil kalmasının nedeni işte budur.

Phrygia mitolojisinde, Tanrıça, Sangrion (Sakarya) ırmağına atılmış bebek Attis’i (Atys) bulur. Onu evlat olarak bağrına basar, çocuk büyüdükten sonra onu eşi yapar. Monoteizmdeki Adem’in kaburga kemiğinden kadının yaratılması inancının tersine, Ana Tanrıça erkeğini kendi buluyor.

Efes ve Girit’te Kybele

Efes Kenti çok uzun süre Kybele kültünü muhafaza etti. Kybele’nin rolü sonradan Yunan döneminde Artemis’e, Roma döneminde de Diana’ya yüklendi. Bir tarihten sonra Kybele batı toplumlarında Rhea ile özdeşleştirilmiştir. Zamanla Yunan tanrılarının anası olan Rhea, Kybele’ye dönüşmüştür.  Gök Tanrısı Kronos ile evli olan Rhea, Zeus’u Girit’te bir mağarada doğurur. Bu olay matriyarkel toplumdan patriyarkel topluma geçiş ile birlikte olmuştur. Patriyarkel toplumda baş tanrının bir erkek olmasına karar verildikten sonra Baş tanrıçaya bir çocuk doğurtularak Zeus yaratılmış ve baş tanrıça Kybele tanrılar panteonundan çıkarılarak neredeyse ölümlü insana dönüştürülmüştür. Bu değişim daha sonra Yunanistan’a da oradan Roma’ya da geçecek ve yaygınlaşacaktır. Girit’teki Minos kültüründe Zeus, toprağı simgeleyen annesi Rhea ile birleşecek, onu dölleyerek doğada bereketi sağlayacaktır.

Yunan toplumların Kybele ile tanışması

Phrygialı Ana Tanrıça, Anadolu’dan MÖ 6. yüzyılın başlarında Yunan dünyasına geldi ve orada güçlü bir varlık haline gelerek Yunan toplumu üzerinde kalıcı bir etki oluşturdu. Phrygia’daki kült ünvanı Matar, Yunanistan’da Meter(ana) adıyla kullanıldı. Meter kültünün Yunanistan’a gelmesiyle birlikte hiçbir zaman Yunan toplumu tarafından kabul görmeyecek, hadım rahipleri yani Galluslar da geldiler. Ancak onların Yunanlılar tarafından hoş karşılanmadıkları ‘yıkıcı, barbar, sorunlu topluluk’ kelimeleriyle açıklanabilecek ‘gallus’ olarak adlandırılmalarından anlaşılmaktadır. Kybele, Yunan edebiyatında, özellikle Atina tiyatrosunda ünlü bir kişilik oldu. Ünü arttıkça adı, görünümü ve geçmişi Helenleştirildi. Rhea ve Demeter gibi tanrıçalarla bütünleşti. Ama gene de yabancı statüsünü korudu. O Asyalı Ana, Phrygia’lı Kybele idi.

Tanrıça Yunan dünyasında ilk olarak Anadolu’nun batı kıyısında ortaya çıkar. Miletos, Smyrna ve Kyme’de(Aliağa) kabartmalar bulunmuştur. Tanrıçanın tapımı oradan kara Yunanistan’a ve daha batıdaki Sicilya, İtalya ve Güney Fransa’daki Yunan kentlerine yayılmıştır. MÖ 5. ve 4. yüzyılda Klasik Dönemde, karşımıza daha da canlı bir Meter portresi çıkar. Tanrıça, Yunan kült geleneğinde, halka açık kutsal alanlarda tapınılan ve kendisine yüzlerce kişisel adak sunulan bir figürdür. Giderek diğer Yunan tanrıçaları Rhea ve Demeter’le kaynaşmış, dinsel törenleri de Dionysos ve Pan gibi önemli Yunan tanrılarının dinsel törenleriyle birleşmiştir. Meter’in dinsel törenleri, gizli kutlanan, yalnızca külte giren kişilerin katılabildiği gizem ayinleriydi. Ayinler muhtemelen gece yapılıyordu. Kaynakların meşale kullanımından sık sık söz etmesi bu savı doğruluyor. Gece ayinlerinin görsel etkisi müzikle güçlendirilmiş olabilir.

Kybele

Klasik mitolojiye göre Kybele

Klasik ve formel mitolojiye göre Kybele, gök ve toprağın kızı idi. Sonradan Kronos’un karısı olur. Kybele’nin çocukları Zeus, Hera, Poseidon ve Hades idi. Kybele doğar doğmaz bir ormana bırakılır. Kendisine yabani hayvanlar bakarlar. Kybele Phrygia’lı genç ve güzel Attis’e aşık olur. Kendisine tamamıyla sadık kalması şartı ile sevgilisini inancını yaymasıyla görevlendirir. Attis, Kybele’ye ettiği yemini unutarak Sangarid adlı peri kızıyla evlenir. (Sangarid Sakarya nehrinin kızı demektir) Kybele kıskançlıktan peri kızını hastalandırarak öldürtür. Attis o kadar üzülür ki kendi erkekliğine kıyar, kendini öldürmeye kalkışır. Kybele Attis’e acır ve yaptığına pişman olarak Attis’i çam ağacına dönüştürür. MÖ 6. yüzyılın ortasında Yunan ozan Hipponaks Anadolulu Ana Tanrıça Kybele’yi tanrıların anası Rhea ile birleştirdi. Bu birleşme, MÖ 5. yüzyılda Meter kült figürüne hem Kybele hem Rhea diye seslenme noktasına vardı. Tragedya da Kybele ile Rhea’nın her ikisi de tef kullanıyordu ve meskenleri dağlardı. Rhea’da Phrygialı Ana Tanrıça gibi bir ana tanrıça olduğuna göre, yabancı tanrıçayı yerli Tanrılar Anası ile özdeşleştirmek, yabancı tanrıçayı Yunan panteonunun içinde eritmenin bir yoluydu. Rhea ile özdeşleştirilmesi onu kesin olarak Tanrıların Anası yaptı.

Kybele ve Attis’in doğuşu

Tanrıça Kybele ve tanrı Attis’in doğuş mitosu hakkındaki bilgileri, Yunanlı Diodoros (MÖ 90-30), Lydialı gezgin Pausanias (ölümü MS 180) ve Kuzey Afrikalı Hiristiyan rahip Arnobius’un (MS 255-330) metinlerinde buluyoruz. Diodoros’un anlatımında;

Kybele’nin babası Phrygia Kralı Maeon(Meion) ve annesi Dindymene’dir. Doğduğu zaman babasının Kybelon dağında bıraktığı bu çocuk, leoparlar tarafından beslenerek mucizevi bir şekilde hayatta kalır ve Kybele adını alır.

Arnobius’un anlatımında;

Kybele Phrygia’daki Agdos Dağı’nın altında yatmış uyurken, Zeus onun ırzına geçmek ister. Tanrı amacına ulaşamaz menisini dışarı akıtmak zorunda kalır. Gebe kalan dağ, Agdistis adında hem dişi hem de erkek organlarına ve her iki cinsin cinsel dürtülerine sahip olan, vahşi ve azgın bir yaratık doğurur. Agdistis’in çift cinsiyetli oluşu ve bundan kaynaklanan şehvet düşkünlüğü tanrılar için bir tehdit oluşturduğundan, tanrılar onun erkeklik organını keserler. Bunlar toprağa düşer ve toprakta bir badem ağacı türer. Daha sonra Sangarios’un (Sakarya ırmağı) kızı ağaçtan badem toplar ve badem den hamile kalıp, çok güzel bir çocuk olan Attis’i doğurur.

Pausanias ise Agdistis ve Attis’in doğuşunu şöyle anlatmıştır:

‘Zeus bir gece bir rüya görür ve bunun etkisi ile toprağa boşalır. Bunun sonucunda Agdistis adında bir hermaphrodite (çift cinsiyetli insan) dünyaya gelir. Yaptığı azgınlıklar ile tanrıları sinirlendiren Agdistis’i durdurmak için tanrı Dionysos görevlendirilir. Dionysos, Agdistis’in her gün serinlemek için gittiği suya şarap karıştırarak onu sarhoş etmeyi başarır. Sızan Agdistis’in erkeklik organını da bir çam ağacına bağlar. Agdistis ayılıp kendine gelince, birden zıplar ve böylece kendi kendini hadım etmiş olur. Agdistis’in kesilen organından akan kanlardan bir badem ağacı ve meyveler oluşur. Irmak tanrısı Sangarios’un kızı bu badem ağacından bir meyve alıp koynuna koyar ve hamile kalır. Kızın babası bu durumu öğrendikten sonra kızını ölüme terk eder ama tanrılar kıza yardım ederler ve onun beslerler. Tanrıça Kybele’ye dönüşen kız, Attis’i doğurur. Babası Sangarios çocuğun doğduğunu duyduğunda bebek Attis’i sokağa atar. Tanrıça Attis’i alır ve onun himayesi altında çobanlar Attis’i keçi sütü ile besleyerek büyütürler.’

Kybele-Attis doğuş mitosunun Anadolu kaynaklı olması muhtemeldir, çünkü olayların geçtiği yerler, Anadolu’dadır. Mitosta adı geçen ırmak tanrısı Sangarios, Phrygia bölgesinden geçen Sakarya ırmağının adıdır. Agdistis’in ve Attis’in doğuş mitosunun kökleri MÖ 3. yüzyıl Tunç Çağı’nda, özellikle Hitit destan geleneğinde yatar. Hititler’e ait Ullikummi Şarkısı, Kumarbi söylencesi ve Yunan mitolojisinde Thegonia (Tanrılar’ın Doğuşu) mitosu ile benzer yönler sergilemektedir. Agdistis ve Attis’in doğuş mitosunda görülen Agdistis’in hadım edilmesi olayı Yunan mitolojinde Hesiodos’un Theogonia (Tanrıların Doğuşu) adlı eserinde, Kronos ile Uranos arasında geçen mitos ile de benzerlik göstermektedir. Kronos ile annesi Gaia anlaşır. Gaia, Kronos’u saklar ve onu pusuya yatırır, eline tırpan verir. Uranos geceyle birlikte yeryüzüne iner. Ama pusuda bekleyen Kronos, babası Uranos’un cinsel organını tırpanla keser ve onları fırlatır. Atılan organdan çıkan kanlarla toprak ana hamile kalır; Erinysler’i, öç tanrılarını, parlak zırhlı, uzun kargılı devleri, Orman perilerini doğurur. Atılan hayalar denize düşmüştür. Hayalardan çıkan ak köpüklerden (spermler) tanrıların en güzeli Aphrodite dünyaya gelir. Agdistis’in kesilen erkeklik organından çıkan tohumlar ile güzel bir bebek olan Attis doğar. Theogonia (Tanrılar Doğuşu) efsanesinde de Uranos’un tohumlarından dünyalar güzeli Aphrodite doğmuştur. Attis’in doğuşu ile Aphrodite’nin doğuşu birbirine benzemektedir. Ayrıca güçlü bir kral olan Uranos’un ortadan kaldırılmak istenmesi ile tanrıların Agdistis’i ortadan kaldırmak istemeleri de benzer yönlerdendir.

Matriyarkel dönemden Patriyarkel döneme geçiş ile Kybele’ye ne oldu?

Patriyarkel toplum artık herkes tarafından kabul edildikten sonra efsane gene şekil değiştirir. Attis kendisine kıydıktan sonra Kybele ettiğine pişman olarak Zeus’a başvurur. Ondan Attis’in ruhunun bir çam ağacına geçmesine izin ister. Zeus izin verir. Yeni dönemde artık Kybele’nin dönüştürücü tanrısal gücü yoktur. Neredeyse evdeki kadına dönüşmüştür, sadece isteyebilir. Attis’in kesilen penisinden dökülen kanlardan taçlı dağ gelincikleri(laleleri) oluşur.

Şu halde, Roma çağının Magna Mater'i, Hellen kültürünün Kybele'si aslında Hititler devrinin Kubaba'sı idi. Ve Kubaba'nın da vatanı Anadolu idi. Ancak bu sonuca Çatalhöyük ve Hacılar gibi neolitik kültür yerleşmelerinden elde edilen arkeolojik kıyaslamalara dayanılarak yapıldığını unutmamak gerekir. Çatalhöyük ve Hacılar tanrıçasının, göze çarpar şekilde belirtilmiş üreme organları ve vahşi hayvanlarla tahtta oturmuş olması gibi tasvir biçimleri kendisinin bir "Ana Tanrıça" ve evrensel "Doğa Tanrıçası" olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Anadolu‘da varlığını sürdüren Ana Tanrıça, insanlığın nüfus olarak çoğaldığı, uygarlığın gelişmesi için daha geniş topraklara ihtiyaç duyulan ve savaşların kazanılmasında erkeğin gücünün ön plana çıktığı Hellenistik Devir‘de (MÖ 330-MÖ 30), erkek egemen Yunan Panteonu‘nda kişiliği birkaç Tanrıça arasında paylaşılmış olarak varlığını sürdürmüştür. Bu devirde Anadolu‘da kent merkezlerinde tapınım gören en önemli Tanrıça olmamakla birlikte yine de dağlık, kırsal kesimde saygı görmüştür. Ancak MÖ 4. ve 3. yüzyıllarda saban tarımına geçildikçe kadın toplum içinde giderek ikincil role itilmiştir. Böyle Mezopotamya ve Küçük Asya da yavaş yavaş anaerkil toplumdan ataerkil topluma geçiş gerçekleşmiştir. Tarihsel çizgide kadının bu geri itilişi önce tanrılar panteonunda erkek tanrıların ön plana çıkışına, giderek ana tanrıça kültünün yok oluşuna ve devamında tek tanrılı dinlerin hayat bulmasına denk gelir.

Doğurganlık özelliğiyle yücelen ve bu anlamda yaratıcılara denk görülen kadın cinsinin elinden yavaş yavaş bu özelliğinin yüceliği alınır ve yücelik erkeğin eline geçer. Kadın artık yaratıcıyla özdeşleşen erkek sperminin taşıyıcısıdır sadece, bir araçtır, içi erkek tarafından doldurulan taşıyıcı bir kaptır. Takvim, Hz İsa’dan 4 bin yıl önce Mezopotamya’da zaten belirlenmişti. Paskalya şenlikleri ve Hristo Anesti yani İsa’nin dirilişi ve ondan önceki perhizler, Attis’in ölümü ve yeni baştan dirilmesinden başka bir şey değildir. Aslında Hıdrellez ve Nevruz’da Attis’in ölümü ve dirilişi az buçuk gün farkı ile aynı şeydir. Hatta o günler, kadınlar dileklerini kağıtlara yazarak Hızır İlyas’a gönderirler. Yani yazdıkları mektupları göle ırmağa ya da denize atarlar. Unutmayalım ki Tammuz ya da Attis Sümer’de Derin suların oğludur. Attis’de Sakarya ırmağının torunudur.

Kybele kültü birçok dini ve gelenekleri etkilemiştir. Kybele matriyarkel bir tanrıça idi. Toplum patriyarkel olunca öteki matriyarkel topluma karşı bazı fedakarlıklarda bulunmak zorunda kalmıştır. Bu nedenle matriyarkel toplumun baş tanrıçası Kybele, patriyarkel toplumun baş tanrısı Zeus’u Girit’te Dikte mağarasında doğurdu. Bu suretle Kybele, Tanrının anası oldu. Efes kentinin tanrısı Artemis’de bir çeşit evrimleşmiş Kybele idi. Onun için Tanrı anası sayılırdı. Efes’te yeni Hıristiyan olanlar eski inançlarını da tamamen terk etmemişlerdi. Onun için MS 431’de Hıristiyan kilisesinin büyükleri, Meryem Ananın özelliklerini belirlemek için Efes’te konsil topladığında halkın baskısıyla karşılaştılar. Konsül, Meryem Ana’yı da Tanrının anası olarak saymak zorunda kaldı. Unutulmamalı ki Paskalya, yani İsa’nın dirilişi yortusu İlkbahar’ın ilk günü, yani 21 mart’ta gece ve gündüzün denkleştiği anda kutlanır. Luvilerin Kuwawa’sı, Mezopotamya-Anadolu-Mısır-Yunanistan-Avrupa arasında seyahat eden bir Ana Tanrıçadır. Bu tanrıça Kenan ülkesinde Havva olacaktır ya da Meryem. Kenan ülkesinde doğan Meryem Ana, Hz.İsa’nın ölümünden sonra hayatının son döneminde Efes’e gelerek yuvasına dönmüş olur aslında…

 

 YUNAN MİTOLOJİSİ

 Mitler doğa güçlerini ve doğaüstü yaratıkları vurgulayan hayal ürünü öykülerdir. Yüzyıllar boyunca bu öyküler birbirlerinden beslenerek zenginleşmiştir. Logos usa uygun anlamlı söz, mitos ise hayali öyküdür. Tüm dinlerde evrenin yaratılışından önce var olduğu kabul edilen bir kaos dönemi vardır. Yine tüm dinlerde ortak olan evrenin yaratılışında toprak dişil ya da eril olarak parthenogenesise[53] sahiptir. Hellen Pantheonunda da bu düzen aynen görülür. Toprak Gaia adıyla tanımlanan toprak anadır yani dişildir. Parthenogenesis özelliğiyle üç eril çocuğunu, Uranos (gök), Pontos (denizler) ve dağları yaratmıştır. Daha sonra Gaia Uranos’la birleşir ve buradan Titanlar[54], Kykloplar[55]  ve Hekatonkheirleri[56] doğurur. Ancak baba Uranos çocuklarını fiziksel anomalilerinden dolayı toprak ananın bağrına gömmeye başlar. Burada ilk kez babanın toplumsal düzen içinde doğan çocukların yaşama haklarını elinde tuttuğunu gösteren uygulama görülmektedir. Bu andan itibaren toplumda anaerkilliğin yerini ataerkillik almıştır.

Kardeşlerini toprak ananın bağrına gömdüğünü gören Titan Kronos, annesinin önerisi üzerine, kardeşlerinin intikamını almak için tırpanla babasının erkeklik organını keser[57]. Burada babaya isyan eden ve onun her dediğinin ve yaptığının doğru olduğu düşünmeyen çocuk karşımıza çıkıyor. Bu olaydan sonra yönetimi ikinci nesil ele geçirmiştir. Uranos’un etrafa saçılan spermlerinden çocuklar doğar. Klasik Yunan’da Uranos’un kültünün olmaması, kökeninin Yunan öncesine dayandığını gösteriyor olabilir.

Birinci kuşak yönetim Kronos’la son bulur. Yönetimi ele geçiren ikinci kuşaktan Kronos, kardeşi Rhea[58] ile evlenir. Kronos’un kardeşiyle evlenmesi gerçekte toplumsal düzende birinci derece kan bağı evliliklerin meşru sayıldığının bir göstergesidir. Kronos, çocuklarından birinin evrenin yönetimini elinden alacağı korkusuyla[59] doğan bütün çocuklarını (Demeter, Hades, Poseidon, Hera, Hestia, Zeus) yutmaya başlar. Ancak sıra Zeus’a gelince, Rhea, Gaia’ya başvurmuş ve önerdiği planı hayata geçirmiştir: Büyükçe bir taşı kundağa sararak Kronos’a vermiş, bebeği Zeus’u Girit’e götürmüştür. Kronos’un çocuklarını yutması olayında, yönetimdeki gücün önemli olduğunu anlayan erkeğin yönetici kimliğini koruyabilmek amacıyla her türlü yola başvurabileceği olgusu karşımıza çıkıyor. Ananın çocuklarını koruma içgüdüsü ve ilk kadın dayanışması (Rhea ile Gaia’nın iş birliği) bu mitosla gündeme gelmektedir.

ZEUS

Tanrıların ve insanların babası olarak bilinir. Kendisinden önceki tüm güçlerle savaşmış yeryüzünün korkunç çocuklarını (Titanları) dünyadan temizlemiş, yaşamın tüm koşullarını oluşturmuştur. O yaratan ve cezalandırandır. Prometheus’u, insanı yaratmakla görevlendiren de elinden ateşi alarak cezalandıran da yine odur. Erkeği cezalandırmak için de Pandora’yı yaratmıştır. Zeus insan veya tanrı fark etmeksizin her kadının peşinde koşar. Şekiller değiştirir, zorla yataklarına girer, kaba kuvvet uygular, tecavüz eder. Yunanlar binlerce yıl bu bencil, kibirli ve çapkın tanrıya dualar etmişlerdir. Romalılar’da ona Jüpiter olarak taptılar. Karısı baş tanrıça Hera’dır. Şimşeklerin ve gök gürültüsünün tanrısıdır. Her tanrı gibi caydırıcı ve hükmedici bir gücü vardır. Dünyaya dair çok az şey bilen insanoğlu denizlerden, gökyüzünden ve doğal afetlerden fazlasıyla etkilenerek bu tanrıları yaratmıştır.

Şair Homeros’a göre Zeus bir tek baş tanrıça Hera ile evli kaldı. Yazar Heseidos ise Zeus’un birçok evliliği olduğunu söyler. İlk olarak bilgeliği temsil eden Metis ile evlenmiştir. Metis’den doğacak bir erkek çocuğun, tahtını ele geçireceği kehanetini duyunca Metis’i yutmuştur. Ardından ikinci evliliğine başlar Zeus. Onun adı ise Themis’dir ve adaleti simgeler. Bu sefer de Eurynome ile evlenir. Dördüncü karısı ise Mnemosyne’dir ve onunla evliliğinden dokuz esin perisi olan Musalar doğar. Ardından kardeşi Demeter ile birlikte olur. Bu evliliğinden Persephone doğar. Son karısı Hera’dan ise ateş tanrısı Hephaistos, savaş tanrısı Ares, gençlik tanrıçası Hebe ve ebe tanrıça Eileithyia doğar. Ardından gidip Atlas’ın kızı Maia ile birlikte olunca bu ilişkiden Hermes doğar. Kendi alnından Athena çıkar. Ardından Semele ile birlikte olur ve bu ilişkisinden Dionysos doğar. Antiope ile de birlikte olmuştur. Zeus’un kafasına taktığı bir başka kadın ise İo’dur. İo, Agros Kralı İnakhos’un kızı ve Hera tapınağı rahibesidir. Bulut şekline girip İo ile birlikte olur.

Zeus

Hera kadınların kötü özelliklerini barındırırken, Zeus da erkeklerin kötü özelliklerini barındırır. Cinsellik şüphesiz o dönem için seksin ötesinde bir yaratma unsurudur. Zeus her birlikteliğinden doğan çocuğuyla insanoğlu için yeni bir kavramı yaratmıştır. Tanrılar da üreyerek insanları ve başka tanrıları meydana getiriyorlardı. Karısı Hera’yı her fırsatta aldatan, ama karısından da bir o kadar korkan, cinsel arzuları ve kendi çıkarları doğrultusunda, elde etmek istediklerini her türlü yola başvurarak elde eden bencil, kibirli, sevimsiz bir tanrıdır. Kız kardeşi Hera ile tuhaf bir evlilikleri vardır. Zeus’un ikinci eşi adaleti simgeleyen Themis’tir. Bu birliktelikten Hora ve Moiralar meydana gelmiştir. Bu doğum da Disiplin, Adalet ve Barış’ı simgeler. Zeus’un Olympos’da bir tahtı bulunmaktadır ve Hephaistos’un yaptığı bir krallık asasına sahiptir. Antik Yunan’da Olympia Zeus tapınağında bulunan Zeus heykeli Dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul ediliyordu. Olympia kenti o dönemlerde Zeus’un anısına ilk olimpiyatların da başladığı önemli bir merkezdi.

Anadolu’da ise özellikle Ege’de iki önemli Tanrı vardır. Gök gürültüsü ve yağmur yağdıran tanrı Zeus ve denizlerin ve deniz canlılarının hâkimi Poseidon. Troia savaşında Anadoluları tutan Zeus, savaşı Edremit Adatepe’deki sunağından izlemiştir. Zeus’un kökeni tartışmalıdır. 19. yüzyılda tanrının Yunanistan’daki Olympos Dağı’yla ilişkili olduğu söyleniyordu. Ancak Olympos’un anlamı Uludağ’dır[60]. Yunanistan dışında Anadolu’da da antik dönemde birçok dağın adı Olympos’tur. Bunun için tanrının kökenini Olympos’la birleştiren varsayım bugün için geçerliliğini yitirmiştir. Buna karşın Zeus’un doğuşuyla ilişkili tüm mitoslarda babadan kaçırılan bebeğin Girit Adası’nda İda ya da Dikta adı verilen mağara ya da dağda büyütüldüğü anlatılır. Burada keçi Amaltheia’nın sütüyle beslendiği, nymphelerin[61] kendisini yetiştirdiği ileri sürülür. Girit’te ana tanrıça kültü vardır ancak inanışlarına göre ana tanrıçanın yılda bir kez baharın başlangıcında döllenmek için bir erile ihtiyacı vardır. Bu eril, ana tanrıçayı dölledikten sonra hiçbir işlevi kalmaz ve ölür. Bu eril bir boğadır ve ikinci planda kalan gök tanrıdır. Zeus kültü buradan yayılmış olabilir[62]. Zeus’un en eski kült merkezi Yunanistan’da Dodona’dır. Erken dönemlerde burada bir ağaç kültünün olduğu ve tanrının simgesi olan bu ağacın meşe olduğu antik yazarlardan bilinmektedir.

Titanomakhia (Titanlar) Savaşı Mitosu: Zeus olgunlaştığı zaman ona Kronos’un oğlu olduğu ve babasının kardeşlerine neler yaptığı anlatılır. Zeus da kardeşlerinin intikamını almak ve evrenin yönetimini ele geçirmek için babasına karşı savaş açmaya karar verir. Önce Metis ile birlikte hazırladığı tatlı ama mide bulandırıcı içkiyi Kronos’a içirir, böylece yutulmuş kardeşlerini olgunlaşmış halleriyle babasının karnından kurtarmış olur[63]. Gaia’nın önerisiyle yeraltına hapsedilmiş olan Kyklopları (Brontes, Stereopes, Arges) ve Hekatonkheirleri (Kottos, Briareus, Gyes) kurtarır ve kendi safına alır. Titanlar ise Kronos’un yanında yer alırlar. Zeus’un babasına karşı başlattığı bu savaşa Titanlar Savaşı adı verilir. On yıl süren bu savaş Zeus ve yandaşlarının lehine sonuçlanır ve Zeus ile evrenin değişmez yönetimi kurulur. Uranos ile başlayan üç nesil çatışması mitosları Hititlerin Kumarbi mitosundan aynen alınmıştır. Evrenin yönetimini kuran Zeus göktanrı ve baştanrılığı üstlenir. Kardeşi Poseidon’a denizler hakimiyetini, diğer kardeşi Hades’e ise yeraltı dünyasının tanrılığını verir. Baş tanrı Zeus’a adanmış olan tapınakların, karısı Hera’dan daha sonra yapılmaya başlanmış olması bugüne değin süren bir tartışma konusudur. Bu konu belki Zeus öncesinde toplumların anaerkil düzende yaşamasıyla açıklanabilir. Tanrı Zeus adaletin simgesi olmasına karşın ki bu simgesi terazi ile gösterilir, çoğu kez davranışlarında ikilem olan bir tanrıdır. Sıklıkla affedici bir tanrı kimliği yerine cezalandırıcı tanrı kimliği sergiler. Bunun en güzel örneği Prometheus mitosunda görülür.

Prometheus Mitosu: Prometheus bir Titanın oğludur. Zekasıyla Zeus’a üstün olduğu için onu korkutur. Bazı mitoslara göre insanı yaratır, bazılarına göre ise sadece Hephaistos’un ocağından ateşi çalar ve insana verir. Onlara soğuktan nasıl korunacaklarını, nasıl yemek pişireceklerini anlatır, onlara yardım eder. Bu işlerle fazla meşgul olan insanlar, Zeus’a ibadet etmeyi ikinci plana atarlar. Prometheus aynı zamanda geleceği önceden bilen anlamına gelir, yani kahinliği de vardır ve Zeus’a yönetiminin bir gün elinden alınacağını haber verir. Zeus da buna kızar ve Prometheus’u cezalandırır. Onu bir kayaya bağlatır, sonsuza kadar her gün ciğerini bir kartal yiyecektir, ciğer geceleri kendini yenileyecek ve ertesi sabah her şey yeniden başlayacaktır[64]  Prometheus ölümsüz olduğu için bu acılardan asla kurtulamayacaktır. Bu ceza ile her gün yüzlerce kez ölüme mahkûm edilmektedir ama ölmemektedir. Bu mitos hem köle-sahip ilişkisini hem insanın özgür olma isteğini hem de içindeki başkaldırıcı, isyankâr ruhu anlatıyor. Zeus aynı zamanda kinci bir tanrıdır. Bu yüzden sadece Prometheus’u cezalandırmakla kalmaz, aynı zamanda insanları da cezalandırmalıdır. Burada da Pandora mitosu karşımıza çıkmaktadır.

Pandora Mitosu: Pandora, bütün tanrıların armağanı anlamına gelen ismiyle ilk kadındır. Pandora, Hephaistos tarafından çamurdan yaratıldıktan sonra tüm tanrı ve tanrıçaların belli özelliklerini katmalarıyla oluşturulur. Zeus tarafından da Prometheus’un kardeşi zekasız Epimetheus’a hediye olarak sunulur. Prometheus ona, Zeus’tan hediye almamasını, alırsa insanlara kötülük yayacağını söylemiştir ama Epimetheus, Pandora’nın güzelliği karşısında bu sözleri unutur ve onunla evlenir. Zeus, düğün hediyesi olarak Pandora’ya açmaması gereken bir kutu verir. Ancak meraklı kadın kimliğiyle Pandora bu kutuyu açar ve buradan tüm dünyaya kötülükler saçılır. Olayı anlayan Pandora son anda kutunun kapağını kapatır ve içinde insanlar için sadece umut kalır[65]. Aslında Pandora mitosu erkek egemen toplumlarda kadının günah keçisi olarak gösterildiğinin bir örneğidir. Pandora mitosunun kökeni yine Mezopotamya’ya dayanmaktadır ve buradan Havva ile Adem’e dek uzanan bir çizgi izlenmektedir. Zeus’un kimlikleri gerçekte toplumdaki en küçük kurum olan çekirdek ailenin babasından yönetici konumundaki yani piramidin çatısındaki kişiye kadar egemen erkek yapısı sergilemektedir. Tanrı Zeus ile Hera’nın evlilikleri kutsal evlilik olarak kabul edilir ve buna Hieros Gamos adı verilir. Bu evlilik töreninde tanrı ve tanrıça Teleia epitethi (sıfatı) altında tapım görürler. Bu evlilikte ortaya çıkan toplumsal olgu, birinci derece kan bağından evliliklerin meşru sayıldığıdır. Baş Tanrı Zeus, çapkınlıklarıyla ünlü bir tanrıdır. Ölümlü, ölümsüz, eşcinsel gibi tüm ilişkilere açık bir kimlik sergiler. Ölümlü ve ölümsüz kadınlarla girmiş olduğu ilişkiler erkek egemen toplumdaki çapkın erkek kimliğini meşrulaştıran bir olgudur.

HERA

Hera ve Zeus

Hera’nın isminin Hora ya da annesi Rhea’dan geldiği düşünülür. Horalar mevsimleri getiren tanrıçalardır. Hera ise ‘evlenecek olgunlukta’ demektir. Hera’nın işlevleri arasında en önemli yeri ineklerin ve otlakların koruyucu tanrıçası olması yer alır. Kadınlar, gemiciler için uğursuz sayılmasına rağmen, Hera denizcilerin de koruyucu tanrıçasıdır. Bunu gösteren arkeolojik kanıt, bir gemicinin Cebelitarık Boğazına kadar gidip, sağlıklı dönüşünde tanrıçaya hediye ettiği bronz kazandır. Ayrıca yazılı belgeler de bunun doğru olduğunu gösterir[66]. Kendisine Yunanistan dışında özellikle adalarda tapınılır. En büyük kült merkezlerinden biri de Samos’tur. Yunanistan’da ise Miken, Tyrins, Argos gibi şehirlerin bulunduğu Argos bölgesi Hera’nın en çok tapım gördüğü yerlerdendir. Tanrıça Hera, sikkenin bulunuşundan önce kendisine parayla eşdeğer olarak kullanılan ebolos sunulan, tanrı ve tanrıçaların en zengini kimliğindedir. Argos’taki tapınağında çok pahalı hediyeler alır. Tanrıça, ‘Hera Pais’ adı altında ‘Bakire Hera’ olarak tapım görüyordu. Hera kimlik olarak son derece tutucu, tüm hayatını kocasına adamış, kıskanç, sürekli kocasını izleyen veya izleten bir kadın tipidir. Bazı antik yazarlara göre Hera tanrıçaların en güzelidir çünkü evli ve erdemli kadın en güzel kadındır.

DEMETER: (De meter)

Tarımın ve bereketin tanrıçasıdır. Kronos ve Rhea’nın kızı, Zeus’un kardeşidir. Demeter, özellikle tanrıların değil insanların sofrasını paylaştığı için çok sevilen bir tanrıçaydı. Tanrıça Demeter, 12 Olympos tanrısı arasında yer alan ve Zeus’la kurulmuş olan üçüncü nesil yönetimde kimlik kazanmış bir tanrıçadır. 

Tanrıçanın kökeninin Neolitik dönemlere kadar gittiği, isminin etimolojik kökeninin de De ya da Da adlı bir tanrıçanın ismiyle ilişkili olduğu ileri sürülmektedir. Demeter Thesmophoros[67] kültü özellikle Yunanistan ve adalarda, daha sonra güney İtalya’da, 5. yüzyıldan sonra da Anadolu’nun bazı yerlerinde tapım gören bir külttür. Kültün kökeni MÖ iki binin ortalarına değin gitmektedir. Miken’de bulunmuş olan fildişi grup yardımıyla bu kültün kökeni hakkında bazı bilgiler elde edilmiştir. Sadece kadınlara özgü bayramlardan biri olan Thesmophoroi bayramlarının kökeninin Yunanistan’daki bu fildişi grup ve adalardaki grupla ilişkili olduğu bugün kesinlik kazanmıştır. Themophoroi bayramları ekim ayında üç gün kutlanan, tahıl ürünlerinin bereket ve bolluk bayramıdır. Bu bayramlar erkeklere ve kısır, yaşlı, evlenmemiş kadınlara yasaktır. Doğum yapmış ve doğurgan kadınlara özeldir. Bayramdan üç ay önce (temmuz ayı içinde) bir törenle, ellerine domuz yavruları alıp, en yakın kutsal mağaraya gidip bu yavruları bırakıyorlar (yemeksiz ve susuz) ve mağaranın ağzını kapatıyorlardı. Bayramın birinci günü bu kadınlar, yine aynı tören eşliğinde içlerinde gübre olan sepetlerle mağaraya giriyorlar, domuz yavrularından kalanları bu gübreyle karıştırıp, dönerken geçtikleri tarlalara bolluk ve bereket getirmesi dileğiyle serpiyorlardı. Domuz genelde tanrı(ça) kültlerinde az kullanılan bir hayvandır. Bayramın birinci günü başlar. Birinci ve ikinci gün boyunca yemek, içmek, eğlenmek serbesttir. Üçüncü gün kadınlar, belden aşağıları çıplak bir şekilde toprağın üstüne oturup, akşam güneş batıncaya kadar topraktan dölleneceklerine inanıp, orada durur, ilahiler söylerlerdi. Güneş batarken diz üstü çöküp ellerini açarak tanrıçaya şükranlarını sunuyorlardı. Bayramın üçüncü günü kutsal doğum günü olarak adlandırılırdı.

HADES

Tartaros ve tanrısı Hades yaklaşık 50 bin yıllık geçmişiyle İnsanın en eski mitosudur. Günümüz insanına Neanderthal’lerden aktarılmıştır. İnsanda var olan en eski korku ölüm korkusudur. İnsan ölüm korkusunu kültür ile yenmeye çalışmış ancak sadece yaşamı uzatabilmiştir. Zihinsel yapısında ne kadar geri iterse ölüm korkusu o kadar artmıştır. Bilinciyle aydınlattığı dünyanın karanlık noktasında kalan bu korkuya insan cehennem adını vermiştir. İnsanı suçtan uzak tutan en önemli psikolojik baskı unsuru cehennem olmuştur. Bütün mitosların ortaya çıkmasına neden olan kaynağın ölüm korkusu olduğu ortadadır. Edebi düşman ölüm, insanda bilinç kavramının ortaya çıkmasını sağlar. Bilmek, kontrol altına almak anlamına gelir. Dünyayı anlamlı kılmak, insanın güven içerisinde yaşamasını sağlar. İşte bu bilme ihtiyacı diğer mitosları da tetikleyen motivasyon olmuştur. İnsanın bilmek istediği her şeyi bilinç ile çözümlemesi imkansızdır. Bilemediği kavrayamadığı konularda bilinçdışı devreye girmektedir. Gerçeküstü anlatımlar olan mitoslar bu şekilde üremiş olurlar. Buraya giden geri dönemez. Geri dönmesi için yerine mutlaka bir başka canlıyı bırakmaları gerekir.

Hades isminin anlamı görünmez idi. Yeraltı dünyasının tanrısı Hades, Persephone ile evlendikten sonra kendine sadık bir yandaş bulmuş olarak gücünü ikiye katlamıştır. Karı-koca yeraltı dünyasına giden ölülere çoğu kez kötü davranan, onları zorlayan günahlarının listesini abartan kimlikler sergiler. Annesi Demeter’in acılarına son verebilmek için Zeus tarafından önerilen uzlaşma öyküsünde, gerçekte bir doğa olayı yatmaktadır. Yılın bir bölümünü anneyle geçirecek olan Persephone annenin mutluluğunu sağlayıcı bir eleman olmasına karşın, gerçekte anne her yıl bunu kavuşma ve kaybetme olarak yaşayacaktır. Bu olgu, doğanın dirilişi bahar ayları ve yaz, ayrılışın simgesi sonbahar ve kış olarak karşımıza çıkıyor. Persephone’nin, evlendikten sonra değişen kişiliği toplumda, evlenen kadının kendi kişiliğinden sıyrılarak kocasıyla birlikte, ona benzer davranışlar ortaya koyduğunun kanıtıdır. Hades her zaman yaşlı ve asabi bir tipi vardır. Horoz, Hades’in simgesi haline gelmiştir.

Kharon: Tüm betimlerinde saçlı sakallı, başında sivri bir bere (serpuş) olan sandalcıdır. Rüşvet almadan hiçbir ölüyü Styx nehrinden karşıya geçirmez. Bu nedenle de her ölünün ağzına geleneksel olarak bir bronz sikke konuyordu. Sikke vatan hainlerinin, katillerin ve hırsızların ağzına konmuyordu. Sikkesiz giden ölünün ruhunun yüz ya da bin yıl süresince o nehrin kenarında çırpınarak bu süresinin dolup ücretsiz olarak nehrin karşı tarafına geçirileceğine inanılıyordu. Ancak bu uzun süreç ruh için bir acı çekme dönemidir. Bu olay vicdanı simgeliyor olabilir. Hades’in dünyasına giriş, büyük bir kapıyla olmaktadır. Bu kapının koruyucusu ise Kerberos adlı Hades’in çok başlı köpeğidir. Bunun işlevi dirileri Hades’in dünyasına sokmamak, oradan kaçmak için kapıya yaklaşan ruhları korkutmak, kaçmak isteyenleri ise parçalamaktır. Mezar stelleri[68] en erken inançta ölünün evi olarak kabul ediliyordu. Sivri uçlu mezar stellerinin, aynı zamanda da evinin çatısını simgelediğine inanılıyordu. Mezar steli geleneği antik dönemden günümüze beyaz mermer olarak gelmiştir[69]. Atina’da yas törenleri çok abartılan bir olaydı. Ayrıca Kıta Yunanistan’da mermer ocaklarının yok denecek kadar az olması nedeniyle mermerler adalardan getirtiliyordu. Atina’nın ünlü devlet adamı yasa koyucu Solon, ekonomik güçlükler altındaki Atina’yı yasalar çıkartarak bu tür masraflardan kurtarmak istemiştir. Ilk yaptırım olarak da mezar steli diktirmeyi yasaklamıştır. Yasaya karşı gelmenin cezası ölümdü. İnançlı bir toplum için böylesi bir yaptırım çok ağır olmuş ancak kısa sürede buna da bir tür kılıf bulunmuştur; beyaz lekythoslar. Bu lekythosların beyaza boyanmasının nedeni stelin yerini alacağı içindir yani mermeri anımsatacaktır. Bir asır kadar bu zorunlu yaptırım devam etmiş, sonuçta yasa delinmiş ve eskiye dönüş yapılmıştır.

POSEIDON

Denizin altındaki altın sarayında yaşar. Dalgalar, denizler ve fırtınalar onun hakimiyetindeydi. Aynı zamanda depremlerinde tanrısıdır. Çok kritik bir zamanda ortaya çıkarak Troia savaşının Yunanlıların lehine neticelenmesini sağlamıştır. Laokoon, tahta atın bir oyun olduğunu anladığında, denizden çıkan yılanlar tarafından çocuklarıyla birlikte feci şekilde öldürülmesi Poseidon’un işiydi. Poseidon’un Medusa ile ilişkisinden Pegasos (kanatlı at) ve Khrysaor dünyaya gelmişti. Poseidon’un kökeni araştırıldığında Tunç Çağında Girit’e kadar gittiği görülür.


Poseidon ile Demeter aşkı en çok bilinen aşk hikayelerinden biridir. Poseidon’un Demeter ile yaşadığı aşktan bir kısrak doğmuştu. Demeter, Hades’in kaçırdığı kızını aramaktan yorgun düşmüştü. En çok da kendisini taciz eden azgın erkeklerden bıkmıştı. Kendisini bir kısrak haline sokan Tanrıça, çoban Onkos’un at sürüsü içerisine karışarak rahat etmek istemişti. Ancak Poseidon, bu kurnazlığı sezerek hemen bir aygır kılığına girmiş ve tanrıça ile birleşmeyi başarmıştı. Bu birleşmeden Nympha Despoena ve bir vahşi at dünyaya geldi.

Poseidon bilinçdışının en güçlü korkularından olan depremlerin de tanrısıdır. Yarattığı depremlerle insanın bilinçdışını harekete geçirmektedir. Onun öfkesi yeryüzünü sarsabilir, kentleri yerle bir edebilirdi. Onun öfkesinden yerlerin sarsılması insanlara öteki dünyayı hatırlatan güçlü titreşimlerdi. Bu titreşimlerle bilinçdışı dünyasının karanlıklarına mesaj gönderen tanrı Poseidon idi. Bu nedenle üç büyük tanrıdan biri olmuştur.

ATHENA

Tanrıça Athena’nın kökeni MÖ ikinci bin yıla değin gitmektedir. Linear B yazıtlarından anlaşıldığına göre Yunanistan’da A-ta-na veya A-ta-no adı altında geçen bir savaş tanrıçası söz konusudur. Ancak Atano Yunanistan’a Miken (Akha) döneminde yaklaşık olarak MÖ 1500’lü yıllarda gelmiş bir tanrıçadır. Girit Adası’nda adı bilinmemesine karşın bir barış tanrıçası olan ve sekiz şeklindeki kalkanıyla simgelenen bir tanrıça vardır. Tanrıçanın kalkan simgesi sadece koruma amaçlı olarak özellikle kapıların iki yanına (nazar boncuğu gibi) konuluyordu. Akhalar tarafından Yunanistan’a getirildiği düşünülen bu tanrıça kimlik değişikliğine uğrayarak savaş tanrıçası kimliğini almıştır ve Girit’tekinden farklı olarak başına bir miğfer eline de mızrak verilmiştir. Aynı şekilde Yunanistan’a Fenikeliler tarafından getirilmiş olan tanrıça Astarte’nin (İştar) savaş tanrıçası kimliği Girit’ten gelen bu tanrıçayla birleşerek birinci bin yıldaki Hellen Pantheon’unun Athena’sına dönüşmüştür. Athena Zeus’un başından doğması ve annesinin akıl tanrıçası olması nedeniyle doğrudan akılla ilişkilendirilir. Athena yeryüzüne hâkim olan göksel kültürün zekasıdır. Akıl kültürel toplumlarda erkek ile ilişkilendirilmiştir. Kadın beden, erkek ise akıldı. Zeus’un Metis’i yutarak yok etmesi kadının aklının alınması ve erkeğe nakledilmesidir.

 

Athena’nın Doğum Mitosu: Hellen Pantheon’unda tanrıçanın doğumuyla ilgili mitos bir kehanete dayanır. Zeus’un ilk evlendiği kadın olarak gösterilen Metis, zekâ ve bilgeliğin tanrıçasıdır. Ayrıca Zeus’un kardeşlerini kurtarma misyonunda Kronos’a o ünlü içkiyi hazırlayan kişidir. Kehanete göre Metis’ten doğacak olan erkek çocuk evrenin yönetimini Zeus’un elinden alacaktır. Bu nedenle Zeus, hamile Metis’i yutar. Zeus tanrıçayı yuttuktan sonra zamanı gelince başında ağrılar hissetmeye başlar. Başından Athena’yı doğurabilmesi için tanrı Hephaistos elindeki çiftli balta (labrys) ile babanın başını yarar ve tüm silahlarını kuşanmış olarak (kalkan, miğfer, mızrak) Athena doğar. Bu sahnenin en eski örneği 7. yüzyıldan kabartmalı bir pithosta yer alır. Gerçekte bu mitos erkek egemen toplumdaki erkeğin bilgelik ve zekâ açısından kadından daha üstün olduğunu ve kendi başından doğan çocuğuna genetiksel olarak geçirdiğinin bir öyküsüdür. Ancak her şeye karşın kadının erkekten daha zeki ve bilge olduğu tüm engellemelere karşın ortaya çıkar. Antik dönemde doğum, Yunanistan ve Anadolu’da doğum sandalyelerinde yaptırılıyordu. Zeus’un Athena’yı doğurma sahnelerinin hepsinde Zeus oturur durumdadır yani geleneksel doğum sandalyesindedir. Athena’nın işlevlerinden biri Athena Ergane kimliği altında dokuma sanatlarının koruyucu tanrıçası olmasıdır.

APOLLON

Apollon, tanrı Zeus ile Leto’nun ilişkilerinden olan ikiz çocuklardan biridir. Apollon ile Artemis, ayrı yumurta ikizleridirler. Aydınlığın, ışığın, bilgeliğin, düzenin, idealizmin, aristokrasinin tanrısıdır Apollon. Kültürün doğaya üstünlüğünün bir sembolüdür Apollon. Güçlü, güzel, genç ve sağlıklıdır. Aphrodite’nin bedeninde dişileşen estetiğin erilleşmesidir. Zeus’un kurduğu Tanrılar ve aristokrasiyi korumaya olan düzeni temsil eder.

Yunanlıların günlük hayatında daha çok devlet işleriyle ilgilenir görünmektedir. İnsan yaşadığı büyük zorlukların her birinin atlatılmasında bir canavarı öldürüyor; onun mitoloji sahnesinden çekilmesini sağlıyordu. Apollon’un doğumu karanlık toprak kültürünün son temsilcilerinden olan Python’un yok olmasına neden olmuştu. Python ile birlikte karanlıklar da yok olmuştu.

Apollon’un Doğum Mitosu: Iki ayrı öyküyle anlatılır. Birinci öyküye göre Hera’nın kıskançlığı yüzünden Yunanistan’da doğum yapmasına izin verilmeyen Leto’ya, Zeus’un yardımıyla Delos adası sahip çıkar. Zeus, Delos adasının yüzer durumunu düzelterek sabit bir adaya çevireceğine söz verir ve sonuçta Leto, adada yalnız başına, bir palmiye ağacından yardım alarak Apollon’u doğurur. Doğum mitosunun ikinci versiyonu Leto’nun önce kızı Artemis’i, Ortygia denen bir yerde doğurduğu, daha sonra da Artemis’in yardımıyla Apollon’u Delos adasında doğurduğu şeklindedir.

Ortygia, Anadolu’da Ephesos’ta, Yunanistan’da Argos bölgesinde ve Sicilya’da var olan tepelerin ortak adıdır. Bu nedenle Artemis’in doğum yeri sürekli olarak tartışma konusu olmuş, ancak bugün Ephesos’ta var olan Kubaba, Kybele, Leto ve en son olarak Artemis’e kadar gelen kesintisiz ana tanrıça kültünün varlığı doğum yerinin Ephesos olduğunu göstermektedir. Delos adası kurulduğu andan sonuna değin, tüm gelirleri kutsal alanın hazinesinde toplanan, sadece Apollon’a adanmış bir kült merkezi olma konumunu korumuştur. Faiz sistemindeki bankacılık orada kurulmuştur. Delos adası rahiplerinin özellikle tyranlara sıklıkla borç para verdiği bilinmektedir. Apollon’un kökeni İlyada’dan itibaren tartışılmıştır. Anadolu yanlısı bir tanrı olması iddia edilmesine karşın 19. yüzyıl arkeologlarının Yunanistan hayranlıklarından ötürü 12 Olympos tanrısının kökeninin Yunanistan olduğu kabul görmüştü. Bugün ise Apollon’un kökeni birinci görüşe göre Anadolu’da Lykia bölgesi, diğer bir görüşe göre ise Girit adasıdır.

Daphne mitosu: Bir peri kızı olan Daphne, kendisini tanrılara adayarak sonsuza kadar bakire kalacağına söz verir. Apollon genç kızı görünce güzelliğine dayanamayıp ona âşık olur. Ama ne yaparsa yapsın genç kızın kendisiyle ilişkiye girmeye ikna edemez ve aralarında bir kovalamaca başlar. Apollon tam kızı yakalayacakken, imdat çığlıklarını duyan tanrılar genç kıza acırlar ve onu bir defne ağacına dönüştürürler.

Sibylle mitosu: Bir Nympha (peri kızı) kızı olan Sibylle’de tanrılara bakire kalacağına dair söz vermişti. Bu nedenle Apollon’un aşkına karşılık vermiyordu. Apollon, Sibylle’den kendisinden ne isterse gerçekleştireceğine dair söz verince kafası karışan Sibylle tanrıdan ölümsüzlük istemişti. Ancak sürekli gençliği istemeyi unutan Sibylle zaman geçtikçe küçülüp büzüşüp sonunda bir Ağustos böceğine dönüşmüştü. Bir kafese konan Sibylle ona ne istediğini soranlara ‘Ölmek istiyorum’ diye yanıt veriyordu. 

Kassandra mitosu: Meşhur Troia kralı Priamos’un kızı olan (Paris ve Hektor’un kız kardeşi) Kassandra’ya âşık olan Apollon onunla birlikte olmak istemişti. Kendisini tanrılara adamış ve bakire kalmaya söz vermiş olan Kassandra teklifini kabul etmeyince Apollon ikna etmek için ona bilicilik yeteneğini vereceğini söylemişti. Kassandra bu teklif karşısında şaşırmış ve Apollon’un isteğini kabul etmeye karar vermişti. Apollon bilicilik yeteneğini verince, Kassandra sözünden cayıp tanrıyla birlikte olmak istememişti. Apollon aldatıldığını anlayınca Kassandra’nın ağzına tükürüvermişti. Kassandra gerçekten de her şeyi önceden görecek, bilecek ama sözleri inandırıcı olmayacaktı. İnsanlar onun verdiği bilgileri gerçekçi bulmayacaktı. Homeros’un İlliada’sı Apollon’un bu lanetinin gerçekleştiğini, Kassandra’nın Troia’nın yıkılacağını önceden bildiğini ancak kimseyi inandıramadığını ileri sürmektedir. Apollon Yunanlılar için daha çok gelecek ve geleceğin bilgisi anlamına geliyordu. Lydia Kralı Kroisos Perslere karşı savaş açma isteğini Apollon’a danışmıştı. Efes’in kurucusu Androklos kenti nereye kuracağını Apollon’dan öğrenmişti.  

ARTEMIS

Yunan kültürünün Büyük Anası, Anadolu’nun Ana tanrıçası, Zeus’un kızı, Apollon’un kardeşi Artemis’tir. Bereket deyince ilk akla gelen tanrıça Artemis’tir. Artemis dünyaya geldiği andan itibaren doğum ile ilgilenmiştir. İkizinden önce doğan Artemis, doğar doğmaz kardeşi Apollon’un doğumuyla ilgilenmişti. Doğum ve bereket tanrıçası Artemis’in bakire olması bir çelişki gibi görünür. İnsanlar ancak hazlarından vazgeçerek bir arada yaşayabilirlerdi. Bunun için tabular, yasaklar ve yasalara ihtiyaç vardı.

Ephesos’taki Ortygia tepesinde doğduğu varsayılan Artemis, en eski tapıma sahip olan tanrıçalardan biridir. Tapımının, insanoğlunun avcılık dönemine kadar gittiği varsayılmaktadır. Kökeni konusunda birçok tartışma vardır ancak farklı kimliklerin farklı yerlerdeki kökenini oluşturduğunu ileri sürmek daha akla yatkın gelmektedir. Örneğin av hayvanlarının koruyucusu kimliğindeki Artemis Yakındoğu kökenliyken, ebelik ve bebek bakıcılığı gibi kimlikleri daha çok Yunanistan ağırlıklıdır. Ana tanrıça kimliği ise Anadolu kaynaklıdır. Tanrıça Artemis, tanrıçaların en genci, en güzelidir ve bakiredir. Güzelliğinden emin olduğu için güzellik yarışmasına bile katılmaya gerek duymamıştır. Tüm betimlerinde güzeldir ve genelde takılarıyla betimlenir. Kardeşinden gelen bir yaptırım olarak özellikle bayramlarda kardeşi gibi başına defne çelengi takar (defne onun kült ağacı değildir). Onun kutsal ağacı, annesi Leto’nun doğum yaptığı sırada kuvvet aldığı palmiye ağacıdır (Apollon’un da kutsal ağacıdır). Tanrılara kurban sunusunda kurban edilecek olan hayvanın kendi isteğiyle sunağa gitmesi geleneği vardır. Aynı inanç ve geleneğin Artemis kültünde de var olduğu biliniyor. Ancak Artemis’e erken dönemlerde insan kurbanı yapıldığı Iphigeneia mitosundan bilinmektedir. Bu geleneğin birinci binyıl başlarında da devam ettiği biliniyor. Anadolu’da var olan kültleri içinde böylesi bir geleneğin varlığının bilinmemesine karşın olabileceği ileri sürülmektedir.

MÖ 356 yılında Efes, Pers istilası altındaydı ve Pers Valisi Tsafernes tarafından yönetilmekteydi. Efes halkının büyük uğraşlar ve fedakârlıklarla Tanrıça Artemis adına yaptırdığı ve dünyanın 7 harikasından biri olan tapınak 21 Temmuz günü adını tarihe yazmak için şöhret meraklısı Herostratus tarafından yakıldı. Halk çok uzun süre kültü tapınağa çok yakın olan Artemis’in nasıl bu yangına engel olamadığını anlayamamıştı. Sonunda kendilerinin de inanabileceği bir neden buldular. ‘Bir doğum tanrıçası olan Artemis, tapınağın yakıldığı günlerde Makedonya’ya Büyük İskender’in doğumunu yapmaya gitmişti.’

Artemis bir gün suda çıplak yıkanırken Apollon’un avcı oğlu Aktaion tarafından izlendiğini farkedince Aktaion’u bir geyiğe dönüştürüp kendi köpekleri tarafından parçalanmasına neden olmuştu. Bu mitosda Afrodit’in mahremiyete verdiği ciddi tepki mülkiyet kavramı yanında mahrumiyet kavramının da ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ahlak düzeni bu şekilde ortaya çıkmıştır. Senin olmayana bakmayacaksın. Artemis’in bereket ve bekaret çelişkisi, Efes gibi Anadolu kentlerinde zirveye çıkmıştı. Efes kentinin koruyucusu olan tanrıça Artemis, Efes’i temsil eden bir başlık giymişti. Bunun anlamı Efes’in yeri başımın üstünde demektir. Artemis heykellerinde şaşırtıcı özellikler vardır. Artemis’in saçlarının yerinde bir sürü vahşi mitolojik hayvan vardır. Kollarının üzerinde yer alan aslanlarla birlikte bu tür hayvanlar tanrıçanın neolitik Çağ’dan bu yana bilinen ve vahşi kedilerle tasvir edilen kadınla ilişkisi olduğunun göstergesidir. Tanrıçanın boğazında bir kolye gibi resmedilen üzüm ve diğer bitkisel ürünler Artemis’in bereketle ilişkisini ortaya koymaktadır. Tanrıçanın 31 adet küçük memesi vardır. Aslında ucu olmayan bu memeler memeden çok hayvan testislerini de andırmaktadır. Bu heykel daha çok kültürün kastre ettiği kadını temsil etmektedir. Avcı-toplayıcı ve neolitik insanın şişman, doğurgan ve güçlü tanrıçası gitmiş yerine zayıf bir kadın gelmiştir.

Artemis, Hz. Meryem’in öncülüdür. Artemis’ten Meryem’e geçiş tanrıların doğurtulmasından tanrının doğurulmasına geçiştir. Artemis olmasaydı Hz. İsa’nın doğumu kabul edilemezdi. Hıristiyan dünyanın iffetli kadınını ortaya çıkaran zemini Artemis hazırlar. Artemis tapınımınıı bilen Efesliler Meryem’e yabancı değillerdi. Hz. İsa’nın doğumundan sonra Meryem’i reddeden Ortadoğu’ya rağmen Tanrı anası, Efes için tanıdık gelmiş olmalıydı. Ne de olsa ikisi de bakireydi. Gaia ile başlayan ve Hera ile devam eden kendi kendine doğurma mitleri Meryem’in kabulunu kolaylaştırmıştır. Tek tanrılı Museviliğe göre Anadolu tanrının anası fikrine daha açıktı. Roma’nın efsanevi liderlerinden Sezar’ın Senato tarafından tanrı ilan edilmesi ve ardından İmparator Augustus’un da tanrı ilan edilmesi tesadüf değildir.  

Tanrıça, hamilelerin, lousaların ve yeni doğan bebeklerin koruyucu tanrıçasıdır. Tanrıça Artemis’in bir diğer kimliği ise avcılıktır. Ephesia ya da Artemisia bayramları genelde tüm Artemis bayramları için kullanılan genel bir addır. Bayramlar tanrıçaya adanmış olan Artemision ayının altıncı günü (nisan sonu-mayıs başı) başlıyordu. O gün aslında tanrıçanın doğduğu gündür. Kökeni, Prehistorik dönemlerin ana tanrıçalığından itibaren Kubaba’dan başlayarak, Kybele, Lato (Leto) ve Artemis Ephesia’ya kadar gelen bir gelenek izler. Artemis Ephesia’nın heykeli irdelendiğinde gövdesinde taşıdığı polymastos (çok memelilik), ana tanrıçalığın, üretkenliğin simgeleridir. Belden aşağısında yer alan frizler halindeki hayvan kabartmaları ise tanrıçanın yakın doğu kökenli olan Potnia Theron özelliğiyle ilişkilidir. Başında taşıdığı yüksek kalathosun kentin surlarını simgelediği düşünülür, bu da Artemis’in kentin koruyucusu olarak da tapım gördüğünü belirtir. Gerçekte Artemis Ephesia bütün Artemis özelliklerinin yanı sıra ana tanrıçalık özelliğini kendinde toplamış olan çok özel bir tanrıçadır. Buluntular en erken dönemlerden beri tanrıçaya altın ve fildişi gibi çok zengin sunuların yapıldığını gösterir. Tanrıçaya adanmış olan büyük bayramlar üç gün sürüyordu. Bu dönem kutsal barış dönemiydi. Bayrama katılan tüm kentler, Yunanistan’dan da gelmiş olsalar bu bayramı uygulamak zorundaydılar. Sabah kurban kesimiyle başlayan bayram günü, tapınaktan tanrıçanın avcı giysisi üzerine de yabani hayvan postu giydirilmiş heykelinin hazırlanmasıyla devam ediyordu. Bayram, kortej ile başlıyordu. Efesli bakire kızların dokumuş oldukları özel kumaşı taşıyan baş rahibe kortejin başında yer alıyordu. Onun arkasında sırayla iki kişiden oluşan heykel taşıyıcıları, avcı giysileri giymiş, okluğunu ve oklarını takmış olan Efesli bakire kızları, kutsal alanında yetiştirilen kutsal köpekler yer alıyordu. Müzik ve dans eşliğinde Magnesia kapısına kadar yürünüyordu. Kapıda korteji epheboi karşılıyor, onların eşliğinde tiyatroya gidiliyor, orada yapılan kurban sunularının ardından müzik eşliğinde tapınağa dönülüyordu. Korteji tapınakta erkek çocuklar karşılıyorlar ve tanrıçaya ilahiler okuyorlardı. Böylece tanrıçaya yapılan resmî tören bitiyordu. Gece kentte kutlanan şenliklerde yeme içme bedavaydı. Ancak bu kutlamalara evli kadınların katılması yasaktı. İkinci günü kente gelenlerin sunu günüydü. Bayramın üçüncü günü dans ağırlıklı kutlamalara ayrılmıştı. Lydia’dan getirilen bakire dansçı kızlar tanrıça adına özel Lydia danslarını yapıyorlar, Efesli genç kızlar da kendi danslarını icra ediyorlardı.

DIONYSOS

Dionysos, Hellen Pantheonu’na 5. yüzyılda dahil olmuş bir tanrıdır. Linear B yazıtlarında Di-wo-nu-so-jo adıyla geçen bir tanrı Dionysos’la benzerlik gösterir. Bazı araştırmacılar bu isimden yola çıkarak kökenini Girit’e bağlarlar ancak büyük bir çoğunluk Dionysos’un Thrakia kökenli olduğunu iddia ederler.

İsmine gelince Girit’teki Diwonisojo isminin Dionysos’un Girit’teki ismi olduğu ileri sürülür. Tanrılar arasında Apollon aristokrasiyi temsil ederken Dionysos halkı temsil eder. Zeus kendi bedeninden iki çocuk doğurmuştur; kızı savaş tanrıçası Athena ve oğlu Dionysos. Athena’yı başından, Dionysos’u baldırından doğurmuştur. Dionysos ayağa yakın bir yerden doğduğu için toplumun üst tabakasının değilde alt tabakasının tanrısıydı. Şarabı bulan ve yaygınlaştıran tanrıdır. Dionysos sahne gösterilerinin, sanatlarının ve eski Atina demokrasisinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Dionysos rahipleri Satyr ve Menat kılığına girip komiklikler yaparlardı. Müzik eşliğinde keçi türküleri söyleyip dans ederlerdi. Tamamen trans haline geçtiklerinde beraberlerinde getirdikleri keçileri kesip parçalayarak etrafı kan gölüne çevirirlerdi. Bu törenlerden ortaya çıktığı söylenen Tragedia’nın keçi türküsü anlamına gelmesi bir rastlantı değildir. Apollon’un erkeksi kültü karşısında dişil özellikler sergileyen Dionysos, kadınlar tarafından çok sevilmekteydi. Sakallı yüzü haricinde kadın gibi görünen Dionysos, özellikle giydiği elbiseler ile Yunan sanatında daha çok bir travestiyi andırmaktadır. Dionysos’un şarap ve kan ile ilişkisi onun Hz. İsa’ya benzetilmesine de neden olmuştur.

 

Tanrıça Hera, Dionysos’un peşini bırakmıyordu. Dionysos’un tüm dünyayı dolaşmasının nedeni buydu. Hera birinci Dionysos’u Titanlara parçalatmıştı ve ikincisini de yok etmeye çalışıyordu. Zeus baldırından çıkan Dionysos’u bakması ve büyütmesi için Hermes’e emanet etmişti. Hermes de bu görevi Orkhomenos kralı Athamas ve karısı İno’ya verdi. Hera’dan saklıyabilmek için küçük Dionysos’a kız elbiseleri giydirildi; ancak Hera bu oyunu anladı ve Athamas ve İno’yu delirtti. Bu kez Dionysos Nysa perilerine verildi. Zeus Dionysos’u Hera’nın tanımaması için oğlağa dönüştürdü. Dionysos biraz büyüyünce üzümden şarap yapmasını öğrendi, ama Hera onu delirtince başladı dünyayı dolaşmaya. Anadolu’ya gelince Kybele’nin onu koruması altına aldığı bilinmektedir.

Tufanla tüm halkını kaybeden Nuh peygamber, karaya çıkıp yeni hayatına başladığında bir tekenin bir asma kütüğünden içtiği meyve suyundan sonra neşeli neşeli dolaşmasının nedenini anlamak için kendisi de denemiş aynı duyguyu yaşamıştı. Bu olayı izleyen Şeytan asmanın üzerine işeyerek onu kuruttu. Asmanın kuruduğunu gören Nuh çok üzüldü. Sızlanmaya başlayınca şeytan insafa geldi ve bazı hayvanların kanını getirirse meyveyi yeniden canlandıracağını söyledi. Kedi, köpek, aslan, papağan, horoz ve ayıdan aldığı kanları kütüğün dibine döken Nuh asmanın tekrar yeşerdiğini görünce çok mutlu olmuştu. Ancak o günden sonra, bu asmanın suyundan içenler bu hayvanların davranışlarını da sergilemeye başladılar. Köpek gibi kavgacı, kedi gibi yaygarıcı, horoz gibi gürültücü, papağan gibi geveze, aslan gibi güçlü olup, ayı gibi de horladılar.

Dionysos’un Doğum Mitosu: Dionysos Zeus’la Semele’nin oğludur. Semele hamileyken, Hera’nın komplosuyla Zeus kendisini tüm ihtişamıyla gösterince, Semele yanmış, bunun üzerine baba Zeus anne karnından bebeği alarak kendi baldırına yapıştırmıştı. Bu mitosta Zeus’un yıldırımıyla yanan Semele doğada yıldırım çarpmasıyla ölen insanları hatırlatır. O dönemde yıldırım çarpması tanrının cezalandırılması olarak görülür ve öldüğü yere gömülürdü. Ikinci olgu ise ölen annenin karnından bebeğin alınmasıdır. Bu da o dönemin yaşantısında da bu tür operasyonların yapıldığını göstermektedir. Dionysos’un bebeklikten itibaren nympheler tarafından yetiştirilmiş olması onun kişiliğinde farklı bir etki yapmıştır[70] Bu olgu, tanrının giyiminden davranışlarına kadar etkili olmuştur.

Dionysos’la birleşen kültürel kimlik tiyatrolarla gündeme gelir. Tanrı Dionysos’la bütünleştirilen ve kültünün olduğu her kentte bir tiyatro vardır. Hellenistik dönemden itibaren tiyatroların yanında tanrıya adanmış tapınak ya da sunaklar vardır. Her gösteri öncesi tanrıya sunularda bulunulurdu. Bütün tiyatrolarda tiyatronun bezemelerinde (dekorasyonlarında) ana eleman masklardır. Bunlar komedi, trajedi ve drama olmak üzere farklı yüz ifadelerine sahiptirler. Tanrı Dionysos genellikle saçlı sakallı, olgun bir erkek tipindedir. Erken dönemdeki Dionysos şenliklerine erkeklerin katılması yasaktır. Akşam saatlerinde ormanlarda kutlanan bu şenliklere katılan kadınların şarap içip ekstase durumuna geçtikten sonra, çıplak dans etmek, yakaladıkları hayvanlar parçalayıp yemek gibi her türlü çılgınlığı yaptıkları bilinmektedir. Hellenistik döneme gelindiğinde Dionysos bir kültür tanrısı olarak (tiyatro) her yerde tapım görmeye başlar ve eski gelenekler de daha insani bir görünüm altında erkeklerin de katılabildiği bayramlara dönüşür. Tanrı toplumdaki insanların bastırılmış duygularını ortaya çıkaran ve istedikleri gibi davranmayı sağlayan bir tanrı kimliğindedir yani insanın kendisidir. Erkek egemen toplumlarda şarap, kadına yasaktır[71]. 21 Mart Nevruz olarak kutlanan bayram gerçekte birçok inançta karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan biri Dionysos adına kutlanan bayramlardır. Anthesterion[72] ayında 21-23 tarihleri arasında 3 gün süreyle kutlanan bayramın ilk iki günü yaşayanlara aittir. Bayramın birinci günü (21 Mart), Tanrı Dionysos ile Ariadne’nin evlenme günüdür. Bunun için de kentin yöneticisinin eşi tanrının heykeliyle mistik olarak evlendirilir. Bu tören, doğanın döllenmesini simgeler. Bayramın birinci ve ikinci günleri taze şarap içilir, bol bol dans edilir, neşe ve mutluluk simgelenir. Ancak üçüncü günü canlıların bayramı biter, ölülerin bayramı başlar.

APHRODITE

İlk kuşak tanrıların mücadelesi sırasında dünyaya gelmiştir. Aphrodite, Kronos’un kestiği Uranos’un penisinden doğmuştur. Adı Yunanca köpük (aphros) den türemiştir. Bitkiler dünyasının oluşumunu ona borçluyuz. Yazar Hesiodos, Aphrodite’nin karaya çıkarak yürümesiyle arkasından çimlerin ve çiçeklerin renklendiğini anlatmaktadır. Aphrodite güvercinin yuva yaptığı dişbudak ağacının tanrıçası Dione ile Zeus’un birleşmesinden doğmuştur. Aphrodite giyinik ve muhafazakâr Yunan dünyasının erotik simgesi gibidir. Tanrıçalar arasında tek çıplak olanıdır. Aşk ve güzellikle ilişkisinden olacak hep romantik olarak anılmaktadır. Oysa gerçekte, bir erkeklik organından ürediği için iktidar ve savaşla da yakından ilgilidir. Aldatan eril Yunan kültürünün içinde, aldatan tek dişil figürdür.  

Aphrodite’nin annesi olarak geçen Dione’nin kökeninin ikinci bin yıla değin gittiği Linear B yazıtlarında adı geçen Di-wi-ja adlı tanrıçanın Dione olduğu ileri sürülmektedir. Hellen Pantheonunda Aphrodite’nin doğuş mitosu iki ayrı versiyonla anlatılır. En eski olan mitosa göre tanrıça Uranos’un denize akan spermlerinden Kıbrıs’ta doğmuştur. Ya deniz köpüklerinin içinden ya da istiridyeden çıkmıştır. Kıbrıslı Aphrodite’nin kökeni Fenike’nin baş tanrıçası (en önemli işlevi aşk tanrıçalığı) olan Astarte ya da İştar adıyla tanımlanan tanrıçadan gelmektedir. MÖ ikinci bin sonları, birinci bin başlarında Fenike’den Kıbrıs’a (kuzeydoğu kıyıları) büyük göç olmuştur. İşte bu göçlerle Asterte kültü Kıbrıs’a gelmiş ancak tanrıçanın adı Aphroditos olmuştur. Daha sonra bu Aphrodite adı altında Hellen dünyasına geçmiştir. İkinci mitosa göre (daha geç olanı) Zeus ile Dione’nin kızıdır. Dione’nin kızı olarak Parthenon Tapınağı’nda birlikte görülürler. Tanrıçanın yanından ayrılmayan özellikle flüt ve harp eşliğinde dans eden üç genç kız vardır. Bunlara Kharid’ler denir. Aphrodite denizden çıkarılıp güzel giysiler içerisinde tanrıların oturduğu Olympos’a götürüldüğünde tanrılar kıskançlıktan onu Olympos’un en çirkin tanrısı Hephaistos ile evlenmesine karar verdiler. Ancak tüm tanrılar gibi Ares’de Aphrodite ile birlikte olmak istiyordu. Kısa süre içinde amacına ulaşmayı başarmıştı. Hephasitos’un olmadığı gecelerde Aphrodite’nin yatağına giren Ares, kapıya bir nöbetçi dikiyor ve kendisini gün ağarmadan uyandırmasını istiyordu. Bir gece nöbetçi uyuyakalınca yakalandılar. Aphrodite, Ares’ten üç çocuk doğurmuştur; Deimos, Phobos(korku) ve Harmonia(uyum). Araya tanrılar girince Hephaistos her ikisini de serbest bırakmıştı. Homeros Troia savaşının sorumluluğunu Aphrodite’ye bağlar. Ona göre güzellik yarışmasında Paris’in Aphrodite’i seçerek güzelliğinin tescillemesinin bedeli kanlı olmuştur. Akhalar ve Troialar arasında başlayıp, İyonyalılar ile Persler arasında devam eden savaş, bugün medeniyetler savaşı olarak hala devam etmektedir. Tutucu Yunan toplumunda tanrıçanın çıplak olarak tasvir edilmesi aslında bir çelişkidir. Mitoslarda bile Aphrodite’i çıplak olarak görenlerin başlarına gelmedik kötülük kalmamıştır. Yunan toplumunda çıplak görünmek hoş karşılanmazdı. Geçmişte, genç kızların bilinmeyen bir nedenden dolayı birbiri ardına intihar etttikleri bir dönemde, yetkililer intiharları engellemek için, intihar edenlerin çıplak bedenlerinin kent meydanında teşhir edileceğini söylemişler ve intiharlar birdenbire son bulmuştu. Ölülerinin çıplak teşhir edilecek olması kızları intihardan vazgeçirmişti. Yunan oyunlarında atletler çıplak yarıştıkları için oyunları kadınların izlemesine izin verilmiyordu. Ancak Apollon ve Herakles gibi tanrıları çıplak tasvir etmek neredeyse bir gelenekti. Aynı şekilde Aphrodite’de tümüyle olmasa da kısmen çıplak tasvir edilirdi. Apollon ve Aphrodite ideal kadın ve erkek bedeninin temsilcileriydi.    

Adonis Mitosu: Smyrna ya da Myrrha adlı genç kız, kral babasına âşık olur. Dadısının yardımıyla on iki gece babasıyla birlikte olur. Burada, toplumdaki ensest ilişkiler simgelenmiştir. Son gece bunu farkeden baba, namusu temizlemek için, kılıcıyla kızının üzerine yürür ama tanrılar kıza acırlar ve onu bir mersin ağacına çevirirler. On ay sonra ağacın kabuğu çatlamış ve içinden çok güzel bir bebek çıkmış. Çocuğu bulan ve ona vurulan Aphrodite çocuğu büyütsün diye Persephone’ye verir ancak Persephone’de ona tutulur. Persephone, çocuğu Aphrodite’ye geri vermek istemez ve Zeus çare olarak çocuğun, yılın dört ayını Persephone’yle, dört ayını Aphrodite’yle, kalan dört ayını da istediği şekilde geçirmesine karar verir. Adonis’in, kalan dört ayını da Aphrodite’yle geçirmek istemesini kıskanan tanrılar Adonis’in üzerine bir yaban domuzu salmışlar ve Adonis can vermiş. Toprağa yayılan kanından Manisa laleleri denilen bahar çiçekleri bitmiş. Sevgilisinin yardımına koşan Aphrodite’nin de ayağına diken batmış, sıyrığından akan kan tanrıçanın çiçeği olan beyaz gülü kırmızıya boyamış. Tanrıçanın saf aşkın simgesi olarak taşıdığı beyaz gülün kırmızıya dönüşmesi ise ölümle sonuçlanan gerçek aşkın simgesidir ve bugüne değin de öyle kalmıştır. Adonis mitosunun kökeni Fenike’dir. Fenike’de Adon bir tanrıdır. İsminin anlamı da efendidir. Ancak o da Adonis gibi sevgilisine kavuşamadan ölür. Bu nedenle önceleri Fenike’de kutlanmaya başlanan sonraları Kıbrıs ve Yunanistan’da kutlanan Adoneia bayramları yas bayramlarıdır. Bu bayramlardan birkaç gün önce kadınlar küçük saksılara hızlı büyüyebilecek bahar çiçekleri ekerler. Ömürleri de kısa olan bu bahar çiçeklerinin amacı gençliğinin baharında ölen Adonis’i anmaktır.

HEPHAISTOS

Tanrı Hephaistos, Zeus ile Hera’nın çirkin doğan çocuğudur. Çirkinliğinden dolayı Olympos’tan atıldıktan sonra da bedensel engelli bir kimlik edinmiştir. Ancak Hephaistos maden işlemekten, heykeltıraşlığa değin çok geniş bir yelpazede bir zanaatkardır. Hephaistos bu yapısıyla toplumdaki bedensel özürlü kişilerin, yaşama şansı verildiğinde topluma kazandırılabileceğinin ve yararlı işler yapabileceğinin kanıtıdır. Hephaistos, toplumdaki içi sınıfının, emeğin ve emekçinin tanrısıdır. Bu nedenle toplumun bu katmanlarında çok sevilen ve kendilerini koruyan tanrı kimliğindedir. Esas mesleği demirciliktir yani ateşle uğraşan bir tanrıdır. Tanrının kökeni ile ilgili son araştırmalar kökeninin Lemnos (Limni) Adasına dayandığını göstermektedir. Arkaik dönemden itibaren adanın ana kentinin adı Hephaistos’tur. Tanrı ateşi ilk defa Gigantomakhi savaşında kullanmıştır. Aphrodite ile olan evliliği toplumdaki güzel ve çirkinin evliliğini, evlilikte söz sahibi kişinin baba olduğu, bedensel özürlü bile olsa bir erkeğin çok güzel bir kadınla evlenebileceği ancak aldatılmaya mahkûm olduğu, her türlü gülünç duruma düşmesine karşın toplumda zina yapan kadınların kocaları tarafından affedilebileceği örneklerini sergiler. Silah yapımında ünlüdür. Akhilleus’un ünlü silahlarını yapan ve kalkanının üzerindeki figürü boyayan kişi Hephaistos’tur. Atina’da ayakta kalmış büyük bir tapınağı vardır.

HERMES

Antikçağ’ın Cebrail’idir. Zeus ile Maia’nın oğlu olan Hermes, doğduğu andan itibaren zekâsı yetenekleri, eli ve ayağının çabukluğuyla dikkat çeken bir tanrıdır. Asıl görevi Zeus’un emir ve buyruklarını yeryüzüne, insanlara iletmektir. Ancak, tanrıların buyruklarını anlamakta zorlanan insanlar için bazen onları yorumladığı da oluyordu. Bu nedenle Hermeneutik[73] kelimesinin ondan kaynaklandığı ifade edilir.

Aynı zamanda tüccarların ve hırsızların da tanrısıdır. Doğar doğmaz Apollon’un sürülerini çalması en tanınmış öyküsüdür. Sürü çalma mitosu, toplumdaki hırsızlık yaparak sürü yaratma geleneğinin bir göstergesi olup, tanrı katında yasallaştırılmış bir olay olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu öykü içinde yer alan kaplumbağa kabuğundan bir telli saz olan liri yapışı ise onun müzik konusundaki yeteneğini ortaya koymaktadır. Yaptığı Liri Apollon’a vermiştir. Tanrının, ulaklık işlevinde kullandığı en belirgin simgesi kanatlı ayakkabılarıdır. 

Apollon ile Artemis’in Ayvalık ile ilişkisi

‘Titan kızı Tanrıça Leto, Tanrı Zeus’tan Artemis ve Apollon’a hamile kalmıştı. Bu durumu öğrenen Zeus’un karısı Hera, Leto’yu kıskanmaktan asla vazgeçmemiş. Öyle ki Leto’yu sürekli izler ve çocuklarını dünyaya getirmesini engellemeye çalışır. Bu duruma artık dayanamayan denizler tanrısı Poseidon, üç ağızlı mızrağını denizin dibine vurur ve vurduğu yerden üç ada fışkırır. Bunlardan biri Ege Denizi’ndeki Kiklad adalarından Mikenos yakınlarındaki Delos adasıdır. Diğer ikisi ise Ayvalık’tadır. Bunlar, St.Yoannis Manastırı kalıntılarının bulunduğu Tavuk Adası ve Chalkis antik kentinin de bulunduğu tahmin edilen Çıplak (Çimno) Ada.

Leto’yu Hera’nın şerrinden bir an önce kurtarmak isteyen Tanrı Zeus, O’nu kısa bir süreliğine bıldırcına dönüştürür. Leto’da kanatlarını çırparak Delos adasına gelir. Zeytin ağaçlarının dalları arasında saklanır ve ağaçların gölgesinde ikiz çocukları Artemis ve Apollon’u doğurur. Hera’nın çocuklarına zarar vermesini önlemek için de yıllarca oğlu Apollon’u Tavuk Adası’nda, kızı Artemis’i de Çıplak Ada’da saklar’.

 



[42] Erken Tunç Çağı (İlk Tunç Çağı), genel karakteri ile üzerinde tapınak ve idari binaların da bulunduğu organize, tahkimli, bağımsız şehir devletlerinden oluşan bir dönemi kapsar. Sosyal, dinsel ve teknolojik değişime tanıklık eder. Bu yeni dönem, önceki çağların tarım hayvancılık, dokumacılık, çömlekçilik gibi buluşlarına, daha güçlü silahların üretilmesine, daha ince süs eşyalarının yapılmasına olanak veren bakır ve kalay alaşımı olan tuncun keşfini eklemiştir. Bakırın kalay ile karıştırılarak tuncun elde edilmesi dönemin madenciliği açısından önemli bir gelişmedir.

[43] Pelagsların Yunanistan, Ege Adaları ve Batı Anadolu kıyılarında oturan ve Hint-Avrupa dillerine yakın olmayan bir kavim oldukları söylenebilir. Genel kanı Pelagsların Anadolu’dan Yunanistan’a göç ettikleridir. Pelasglar MÖ 3000 tarihinde ortaya çıkmış, Yunanlar ise bu tarihten 1000 yıl sonra ortaya çıkmışlardır. Pelasglar Anadolu'daki Ailos'daki Larisa 'da oturdukları gibi İzmir doğumlu Homeros'un (M.Ö 8. yüzyıl) İlyada' sında Bölüm II de ' Pelasgların Argos'unda...' diye başlayan cümlede de belirtildiği üzere bugünkü Yunanistan'ın Argos kentinde oturmaktaydılar. Herodot (M.Ö 4. yüzyıl) tarihinde ise Pelasglar dilleri anlaşılmaz, Hint Avrupa dil grubuna yakın olmayan dilleri nedeniyle Pelasgları 'barbar' olarak nitelendirmiştir. Herodot, Pelasg halklarını sıralarken de '... bunlar Tyrsenlerden daha ötede, Kreston denilen yerde oturuyorlardı'. Herodot Tyresnler olarak adlandırdığı kavim Etrüsklerdi.

[44] M.Ö. 3000'li yıllardan itibaren Batı Anadolu'da görülen ve birbirlerine akraba olan Leleg, Pelasg ve Kar'lar da Hatti'lerle akraba ve aynı soydan halklar olarak kabul edilmektedir. Bu halklar Yunanlılardan önce Ege adalarında ve Mora yarımadasında da yaşamışlar ve hatta buralara da ilk kez yerleşmişlerdir.

[45] Batı Anadolu’da eski Yunanlılar’dan önce “Mis”ler, “Leleg”ler ve “Kar”lar oturuyorlardı. Misler Anadolu’nun kuzeybatısında, Karlar güneybatıda, Lelegler de Bodrum Yarımadası’nda yaşıyorlardı. Eski Yunan kaynaklarına göre bu iki halk, (Karlar ve Lelegler), Pelasg’larla birlikte Ege’nin en eski halkıydı. Daha sonraları Karia’nın kuzey kıyılarını İonlar, güney kıyılarını da Dorlar ele geçirmişlerdi. Lelegler hakkında ilk ve temel bilgileri veren Herodrot “Şu üç şeyi onlar bulmuşlar ve Yunanlılar da onlardan almışlardır” deyip başlıyor anlatmaya… “Savaş başlığının üzerine konan sorguç, kalkan üzerine işaretler kazımak bize onlardan geçmiştir. Kalkanı tutmak için kulp yapmak da yine onların buluşudur. O zamana kadar kalkan elle kulpundan tutulmaz, boyundan geçirilen bir kayışla sol omuz üstüne alınır ve böyle kullanılırdı…” Ünlü coğrafyacı Strabon ise Bodrum Yarımadası’nda Lelegler’in 8 kent kurduğunu yazıyor.

[46] Hattiler, MÖ 2500-2000/1700 yıllarında Anadolu'da yaşamış bir uygarlık. Anadolu Yarımadası'nın bilinen en eski adı Hatti ülkesi'dir. İlk defa Mezopotamya yazılı kaynaklarında Akad sülalesi döneminde (M.Ö. 2350-2150) kullanılan bu adlandırma, Asur yıllıklarında görüldüğü üzere, MÖ 630 tarihlerine değin süregelmiştir. Böylece Anadolu en az 1.500 yıl boyunca Hatti Ülkesi olarak tanındı. Hititlerin Hattuşa tabletlerini ilk okuyan filologlar, hep bu tabire rastladıkları için bambaşka bir dil konuşan bu yeni kavme de Hatti adını taktılar. Oysa sonradan yine tabletlerden Hint-Avrupalı bir kavim oldukları anlaşıldı. Oysa söz konusu iki halk birbirinden dil ve ırk bakımından tamamıyla ayrıdır. Ancak kültürel açıdan bakıldığına Anadolu Hatti sanatının Hititler tarafından alındığını ve köklü Hatti geleneğinin Hititlerde yaşadığını görürüz. Hatti yer isimleri, şahıs isimleri ve efsaneleri Hitit kültüründe yer almıştır. Gerek Alacahöyük, gerekse son yıllarda yapılan arkeolojik kazılar, Hatti kültürünün gücünü ortaya koymaktadır. Anadolu'ya ne zaman geldikleri bilinmeyen, belki dağınık gruplar hâlinde gelmiş olan Hititler, bu gücün bir parçası olmuşlardır. Hitit Krallığı'nın hâkim yönetici sınıfı olan ve Hatti geleneği taşıyan Hitit kralları, Anadolu'yu teokratik tabanlı bir feodal yapı içinde yönetmişlerdir. Anadolu'daki Hatti beylikleri bir protohistorya (ön tarih) uygarlığıdır. Başka bir deyişle onlar henüz yazı kullanmadıkları için tarihsel sürece ait değildirler. Ancak bu beyliklerin konuştuğu dil, inandıkları din, yaşattığı örf ve âdetleri hakkında Hititler yolu ile birçok bilgiye sahip bulunmaktayız. Bu nedenle Hatti beylikleri ön tarih (protohistorya) uygarlığının güzel bir örneğidir.

[47] Balıkesir

[48] Bu eserlerde ‘Yunt/Yund Adaları’ kelimleri dikkat çeker.

[49] Askeri Yapı

[50] 1919’da Yunan işgaline karşı ilk direnişi başlatan birliğin komutanı Ali Çetinkaya’dan dolayı.

[51] Gömeç Parkında sergilenmektedir.

[52] 1869’da doğan Niokolaos Trikopis, anılarında l920 temmuz ayında III.Tümen ile birlikte İzmir’e ve oradan da Manisa’ya gittiğini belirtmektedir. 2 Ekim 1921’de Yunan II. Kolordu Kumandanlığı’na atanan Trikopis, Hacıanesti’nin yerine 22 Ağustos 1922’de Küçük Asya Ordusu Komutanlığı’na getirilmiştir. 2 Eylül 1922’de General Digenis’in de aralarında bulunduğu üst düzey subaylarla birlikte esir alınmış, 24 Eylül’de trenle Uşak’dan Ankara’ya oradan da Sivas Şarkışla’ya gönderilmiştir. Yaklaşık bir yıl süreyle Kayseri’de esir olarak kalmıştır. Atatürk’ün talebiyle Yunanistan’da tutuklu ajan Yüzbaşı (Gavur) Mümin’e karşılık olarak serbest bırakılarak ülkesine dönmüştür. 1928’de kendi isteği ile emekli olan Trikopis 1956’da ölmüştür. Çiftliğin esas sahibi Ayvalıklı bir ailenin kızı ile evli olan Trikopi’dir. İsminin komutan Trikopis’e benzerliği nedeniyle kişiler karışmıştır. Trikopi’nin hanımına ait ev, günümüzde Ayvalık Zübeyde Hanım Kız Meslek ve Anadolu Meslek Lisesi’ne dönüştürülmüştür.


[53] Kendi kendine yaratma

[54] Yunan mitolojisine göre efsanevi Altın Çağ'da dünyayı yönetmiş olan güçlü tanrı ırkı. 6 dişi, 6 erkek 12 tanrı

[55] Alınlarının otasında tek gözü olan ve duvar örmecilikleriyle meşhur devler

[56] 100 kollu devler

[57] Böylece gök tanrı ile yer tanrıyı ayırmış olur

[58] Yine bir Titan olan

[59] Gaia ve Uranos ona bildirmişti

[60] Yüksekdağ

[61] Rhea’nın papazları Kuretalar Zeus’u eğitmekle görevliydiler ayrıca Zeus, ağladığı zaman Kronos duymasın diye kalkanlarını birbirine çarptırıp korkunç bir gürültü koparırlardı.

[62] Zeus’a en çok boğa kurban edilir ona sunulan diğer kurbanlar: keçi, malya (dişi koyun, özellikle Ion kentlerinde), nadiren domuz.

[63] Kardeşleri Hades, Poseidon kurtardıktan sonra babalarına karşı mücadelede Zeus’un yanında yer alırlar.

[64] Ciğer insan vücudunun en çabuk kendini yenileyen organıdır.

[65] Bütün kötülükler karşısında insanın içinde kalan umut.

[66] Bronz kazan en pahalı hediyelerdendir. Bu kazanların kökeninin Urartular’a dayandığı kesinlik kazanmıştır.

[67] Demeter’in sıfatı

[68] Antik çağ'da mezar başına dikilen dikdörtgen levha. Mezar taşı.

[69] Beyaz rahatlığın ve temizliğin rengiydi. Ölüm bir nevi rahatlık olduğundan ve ölü yıkandığından dolayı mezar stellerinde beyaz mermer kullanılırdı.

[70] Toplum da kadınlar arasında yetişmiş erkek çocukların durumu.

[71] Atina

[72] Geç Şubat erken Mart ayı

[73] Yorum bilim



Comments