6 - KURTULUŞ SAVAŞI


Birinci Dünya Savaşı’nın kazananları ve yenilenleri kesinleşmeye başladıktan sonra 8 Ocak 1918 günü ABD Başkanı Woodrow Wilson tarafından Wilson İlkeleri olarak adlandırılan ve taraflar arasındaki antlaşma koşullarını sınırlayan 14 ilke açıklanmıştır. Bu ilkeler dünyada bir daha böyle bir savaşın yaşanmasını engellemeyi ve insanların barış içerisinde yaşayabilecekleri koşulları oluşturmayı hedeflemiştir. Wilson İlkeleri nüfus çoğunluğu üzerine vurgu yapınca, Yunanistan bu doğrultuda, Batı Anadolu bölgesinde Rum ya da Yunanlı nüfus yoğunluğunu istatistiklerle kanıtlamaya çalıştı. Yunan Başbakanı Gounaris, 12 Aralık 1921’de İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a sunduğu bilgi de Batı Anadolu yerleşimlerindeki Yunan göçmenlerinin sayılarını aşağıdaki tablodaki gibi vermiştir.

Yerleşim Yeri

Yerleştirilen Yunanlı Sayısı

Urla

5.500

Urla İskelesi

2.800

Çeşme

30.000

Menemen

3.500

Ayvalık

22.000

Karaburun

9.000

Foça

11.000

Dikili

12.500

Akhisar

8.200

Edremit

10.000

İzmir

4.500

Manisa-Tire-Ödemiş

7.000

Toplam

126.000




Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Osmanlı Devleti’ndeki otorite boşluğu yüzünden Anadolu’da Türk, Rum, Ermeni çeteleri cirit atıyordu. Eşkiyalık almış yürümüştü. Çerkez Ethem ismi, ilk kez bu dönemde duyuldu. Çerkez Ethem ve arkadaşları düzenli ordu kuruluncaya kadar Anadolu’da TBMM karşı çıkan isyanların bastırılmasında kendisine bağlı, Kuva-ı Milliye’nin bir kolu olan, Kuva-ı Seyyare kuvvetleriyle önemli işler başarmıştı. Düzenli ordu kurulunca 1. Ordu’ya katılması istendi. I. İnönü Muhaberesi sırasında TBMM kuvvetlerine karşı isyan etti (27 Aralık 1920- 23 Ocak 1921). Başarısız olunca arkadaşlarını dağıttı. Çok yakın birkaç arkadaşı ile birlikte Yunanlılardan geçiş izni isteyerek Ürdün’e gitti. 1948 yılında vefat etti.

Çerkez Ethem

Çerkez Ethem 1919 yılında İzmir eski valisi Rahmi beyin sekiz yaşındaki oğlunu 53 bin Reşat altını fidye karşılığı kaçırmıştı. O dönem için istediği para çok büyüktü. Rahmi Bey ise o sırada İstanbul’da İngilizler tarafından tutuklanmış, hapisteydi. Aslında Çerkez Ethem’in Rahmi Beye şahsi kini vardı. Çerkez Ethem, birkaç yıl önce Hollandalı zengin levanten Aarnoud van Heemstra’nın Cumaovası’ndaki devasa çiftliğine göz dikmişti. Baskın yapıp yağmalayacaktı. Bu baskını haber alan Rahmi Bey jandarma göndererek engel oldu. Ethem’in çete elemanlarını yakalattı. Ethem’in gururu kırılmıştı. Bunun intikamını almak istiyordu. Rahmi Bey İngilizler tarafından İstanbul’da tutuklanınca harekete geçti. Rahmi Beyin Bornova’da İngiliz Okulu’na giden sekiz yaşındaki oğlu Alpaslan’ı kaçırdı. Rahmi Bey çaresiz malını mülkünü satışa çıkardı ama fidye tutarını karşılamıyordu. Arkadaşları devreye girdi, geriye kalan yarı için İzmirli varlıklı levantenlerden yardım istendi. Fransız levanten Henri Giraud ‘ben veririm’ dedi. 53 bin altın tamamlandı. Çerkez Ethem’e ödendi. Üç hafta rehin tutulan küçük Alpaslan Salihli’de serbest bırakıldı.

Çerkez Ethem’in göz koyduğu çiftliğin Hollandalı sahibi baron, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra herşeyi satıp ailesiyle Belçika’ya taşındı. Kızını İngiliz bir bankerle evlendirdi. Torunu oldu, adını Edda koydular. Nazi işgali altında korkunç olaylara tanıklık eden Edda, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Londra’ya gitti. Bale okuluna yazıldı, modellik yaptı, müzikallerde oynadı. Güzelliğiyle dikkati çekti. Holywood’a transfer oldu. Oskar kazandı, efsane yıldızlardan biri oldu. Audrey Hepburn idi.

Çerkez Ethem’e fidyenin ödenmesi için maddi destek veren Henri Giraud’un ailesi hala İzmir’de yaşamaya devam ediyor. Henri Giraud’un torunu Caroline, rahmetli Mustafa Koç ile evlendi.  Ayrıca Bornova Anadolu Lisesi arazisi ve köşkü, bir dönem ailenin mülküydü.

Anadolu’nun İşgali

Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan ile İttifak Devletleri safında yer alan Osmanlı imparatorluğu 1918 yılında savaşı kaybedince, yok oluşun eşiğine geldi. 13 Kasım 1918’de 55 parçalık düşman donanması Çanakkale Boğazı’ndan geçip, Dolmabahçe Sarayı önünde demirledi.  İngilizler İstanbul’a ayak basınca, yalnız İstanbul’da değil bütün Türkiye’de 1915 yılı Ermeni olayları nedeniyle insan avı başlattılar. 23 Ocak-20 Nisan 1919 günleri arasındaki dönemde, yakalanmaları için 223 kişinin adını Damat Ferit Paşa Hükümeti’ne verdiler. Bunların arasında 37 Türk subayı bulunuyordu. Yakalananlar İstanbul Beyazid’te ‘Bekirağa Bölüğü’ denilen Harbiye Nezareti Cezaevi’ne konuldu. Suçlanma nedeni ‘Ermeni Soykırımı’ idi.

İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi, Bekirağa Bölüğü tutuklularından Eski Yozgat Boğazlayan kaymakamı Kemal Bey’i[160] 8 Nisan 1919 günü ölüm cezasına çarptırdı. Kemal Bey, Padişah Sultan Vahdettin’in onayı ile 10 Nisan 1919 günü Beyazıt Meydanı’nda asıldı. Kemal Bey’in somut deliller olmadan idam edilmesi işgal İstanbul’unda büyük gösterilere ve tepkilere neden oldu. Bunun üzerine İngilizler tutukluları Malta’ya sürmeye başladılar. İstanbul’daki Sıkıyönetim mahkemeleri Mustafa Kemal’in de içinde olduğu Millî Mücadele kadrolarından 100 kişi için mahkeme yapmadan gıyaplarında idam cezası verdi. 17 Mayıs’ta adı geçen mahkemelerde Ermeni kırımına katılma suçundan sorguya çekilen Ziya Gökalp mahkeme heyeti başkanına şöyle sesleniyordu:

‘Milletimize iftira etmeyiniz. Türkiye’de bir Ermeni soykırımı değil, bir Türk- Ermeni vuruşması vardır. Onlar bize arkadan vurdular, biz de vurmak mecburiyetinde kaldık.’

İtilaf Devletleri[161] Trakya ve Anadolu’yu paylaşma planları yapıyorlardı. Ocak 1919’da başlayan Paris Barış Konferansı’nda İtilaf Devletleri, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalanları paylaşmaya yönelik çeşitli planları gözden geçirdiler. 1917’de İtilaf Devletleri’ne katılan Yunanistan, Anadolu’nun batısında İzmir’i ve hinterlandını talep etti. Talep edilen topraklar, merkezi İzmir Körfezi olan ve Ayvalık Körfezi’nden Menderes Irmağı deltasına kadar uzanan yay şeklinde büyük bir alandan oluşuyordu. Bu resme Yunanistan kıtası ile İstanbul’u da eklerseniz Megali İdea’dan başkası değildi. Yunanistan’ın Anadolu’da hak ilan ettiği alanın 1912’deki nüfusu yaklaşık 2.250.000 Müslüman, 975.000 Rum, 155.000 Ermeni ve 92.000 diğer milletlerden oluşuyordu. Venizelos, Yunanistan’ı İtilaf Devletleri safında savaşa sokmaya çalıştığı 1915 gibi erken bir tarihte Yunanlıların Anadolu’ya yayılmasını tasarlamıştı. Aynı dönemde Pontuslu Rumlar’da bağımsız bir Yunan Cumhuriyeti kurmaya çalışıyorlardı fakat Venizelos bu davaya destek olmayı Doğu Karadeniz’in Yunanistan’ın koruyamayacağı kadar uzakta oluşu nedeniyle reddetti. Onları kurulmaya çalışılan Ermeni Devleti ile bütünleşmeye yöneltti. 

İtilaf Devletlerine I. Dünya Savaşı başladıktan sonra katılan İtalyanların da Anadolu’da toprak talepleri vardı. 29 Mart 1919’da Antalya’ya asker çıkararak, İzmir yönünde ilerlemeye koyuldular. İngiltere Başbakanı David Lloyd George telaşa kapılarak, İtalyanların önünü kesmek için Yunanlıların İzmir’e bir askeri kuvvet çıkarmasına izin verilmesini istedi. Toplanan Üç Büyükler (Lloyd George, Wilson ve Clemenceau) İtalya Başbakanı Vittorio Orlando ile birlikte Anadolu’yu üç manda bölgesine ayırdılar. Yunanlılara, İzmir’de içerisinde olmak üzere Ayvalık’tan Menderes deltasına kadar olan geniş bir alan verilecekti. İtalyanlar, Antalya civarındaki Akdeniz’in Pamphylia[162] kıyısına sahip olacaklardı. Fransa ise Kilikya[163] ile birlikte Güneydoğu Anadolu’yu alacaktı.

Resim 6-1 Anadolu’da açılan cepheler.

İngiltere Başbakanı Lloyd George’un İtilaf Devletlerine karşı Yunanistan’ı desteklemesinin aslında tarihsel bir nedeni vardı. 18. yüzyıla gelindiğinde artık Ortadoğu’daki kentlerde İtalyan şehir devletlerinin ekonomik üstünlüğü ortadan kalkmış, bu kentlerin ekonomilerine İngiltere ve Fransa hâkim olmuştu. 18. yüzyılın ortalarından itibaren gezginlerin ilgisinin giderek doğuya kaymasının nedeni ise, Avrupa’daki devrimler döneminde ve Napolyon Savaşları sırasında Batı Avrupa’nın gezilere kapanmasıydı. Avrupa’da turistik seyahat aktivitelerini başlatan İngiliz Grand Tour’un tur güzergahları değişmiş, İtalya’nın yerini Yunanistan almıştı. Aydınlanma döneminde çok popülerleşen Hellen uygarlığı, Klasik Antik dönemin edebiyatına ve anıtlarına ilgiyi artırmış, Lord Byron’la simgelenen ve filhelenizm[164] olarak ifade bulan bir yapıya bürünmüştü. Yunanistan’dan Oxford Üniversitesi’ne gönderilen öğrencilerle başlayan karşılıklı etkileşim de önemliydi. İngiltere’de alınmaya başlanan eğitimin sonucu yeniden keşfedilen Yunan milleti, çağdaş her Avrupa milleti gibi ideolojik olarak kendiliğinden değil, Fransız devrimiyle gelişen Avrupa aydınlanma akımının politik ideolojik ürünüydü. Fransız Devrimi öncesi Yunanistan’ın ana karası ele alındığında nüfusun çoğu belirli bir ulusal kimliğe ait olmaksızın Arnavutça, Ulahça ve Slavca konuşanlardan meydana geliyordu. Yunanca konuşanların da büyük bir kısmı Flamanların, Katalanların, İtalyanların, Fransızların, Almanların, Mora Slavlarının, Yahudilerin, Hellenleşmiş torunlarıydı. Doğaldır ki eski Yunanlıların torunlarına da rastlanıyordu. Aslında bu durum sadece Yunanistan için değil tüm Balkanlar için geçerliydi. Yeni Yunan milli kimliğini yaratanlar, Ulah kökenli Rigas Fereos[165] gibi Avrupa Aydınlanma akımının etkisinde kalan, diaspora Ortodoks Rumlarının orta kentsoylu sınıfından gelen gençlerdi.

Yunanistan Osmanlı Devleti’nin karşı ayaklandığında kendi çıkarı gereği Yunanistan’ın karşısında olan İngiltere, 1822 yılında Dışişleri Bakanı muhafazakarlarından Castlereagh’ın intihar etmesi ve yerine Canning’in geçmesiyle, olayı başka açıdan değerlendirdi ve artık konuyu Hıristiyanlık davası olarak kabul etti. Yunanistan’ı koşulsuz destekleyen Rusya, Yunanistan bağımsızlığını aldığında, Yunanistan’ın en yakın müttefiki olacaktı. Oysa İngiltere bu pozisyonda kendisinin olması gerektiğine inandı ve 1823 yılından itibaren Mora Rumlarına para yardımı yapmaya başladı. Artık İngilizler farklı etnik gruplardan gelseler de batı tarzı eğitim görmüş, Yunanca konuşan ve Yunan uygarlığını kabul eden herkesi Yunanlı olarak kabul etmeye başladılar. 1841 yılında Girit isyanında Yunanistan’ın başarısız olması üzerine ilişkiler biraz bozulsa da 1863 yılında Danimarka hanedanından George, Yunanistan tahtına geçince, Kraliçe Viktorya ‘zavallı Willy…sadece bir genç’ diye betimlediği Hellenlerin Kralı I. George’e Yedi Ada’yı çeyiz olarak hediye etmişti. 1867 tarihinde İngiltere Başbakanı Lord Edward Stanley Derby:

‘Türklere karşı ne bir sevgim ne de özel bir ilgim vardır. Avrupa’dan Türkler yok olsalardı, teselliye ihtiyacım olmazdı. Zor olan onların yerini tutacak kimseleri bulmaktır’

sözleriyle Türklerin yerine yeni bir ülke arayışında olduklarını belirtiyordu. Bundan sonra İngiltere, Hindistan Yolu’nun güvenliği için Akdeniz egemenliği konusunda kendisine yeni bir ortak seçti. Doğu Akdeniz’de Fransa yerine güçlendirilmiş bir Yunanistan en doğru seçim olacak, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla oluşacak boşluğu Yunan gücü dolduracaktı.

Sir Basil Zaharoff’un[166] İngiliz ve Fransız politikacıları etkilemesi ile barış görüşmelerinde Yunanistan’ın İzmir’e çıkarma yapmasına izin verildi. Venizelos, Lloyd George ve Clemenceau’dan aldığı destekle 15 Mayıs 1919 Perşembe günü sabahı, İngiliz, Fransız, ABD ve İtalyan gemilerinin koruyuculuğunda Yunan Ordusu’ndan 12 bin asker, İzmir’i işgale başladı. Yunan çıkarma birliklerinin içinde, her biri 200 kişiden oluşmak üzere İngiliz, Fransız, İtalyan ve Amerikan birlikleri de yer alıyordu. Yerli Rumlar, Yunan askerlerini bayraklarla karşılarken, İzmir Metropoliti Hrisostomos[167], bir yandan Türkleri öldürün’ diye bağırıyor diğer yandan Yunan askerlerini kutsuyordu.

15 Mayıs 1919 Perşembe sabah saat 07:00 Kurtuluş Savaşı’nın dönüm noktasıydı. Yunanistan, Truva Savaşı’ndan üç bin yıl sonra Anadolu topraklarına asker çıkarmıştı. Megali İdea, Fatih Sultan Mehmet’in Konstantinapolis’i fethedip, Bizans İmparatorluğu’na son verdiği günden beri hayalini kurdukları, ‘Büyük Fikir’ idi.

Efsaneye göre, ‘Bizans imparatoru Konstantin ölmemiş, mermerleşmiş, bir melek tarafından Türklerin adım atamayacağı bir mağaraya götürülmüştü. Orada uykuya dalmıştı. Bir gün, bir başka melek gelecek, imparatorun kılıcını getirecek, onu uyandıracak ve imparator Konstantin de Konstantinapolis’i Türklerden geri alacaktı’.

Yunan kilisesi tarafından kuşaktan kuşağa aktarılan, papazlar tarafından Yunan halkının beynine çivi gibi çakılan ‘Büyük Fikir’ işte buydu. Megali İdea’ya göre, Bizans kültüründe sözü edilen toprakların tamamı, Hellen uygarlığının mirasıydı, Yunanistan’ın hakkıydı. İzmir’in işgali sadece bir başlangıçtı. İstanbul, Ege, Trakya, Karadeniz yetmezdi. Büyük Fikir’e göre, Anadolu’nun yarısından fazlası Yunanistan’ındı.

İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali ile Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’daki görevine başlamak için İstanbul’dan ayrılması aynı tarihe rastlamıştır. İzmir’i Yunanlılar tarafından işgale başladığı sırada, İstanbul Hükümeti’ne veda ziyareti yapan Mustafa Kemal Paşa, elim haberi orada öğrenmiştir. Şaşkın vaziyette olan nazırlara; ‘Ne yapmayı düşünüyorsunuz?’ diye soran Mustafa Kemal Paşa, ‘Protesto edeceğiz!’ cevabını almıştır. ‘Bu lâzımdır, doğrudur. Ancak böyle bir protesto ile Yunanlılar’ın İzmir’den geri çekilişlerine veya İngilizlerin onları geri çekeceklerine ihtimal veriyor musunuz?’ diye tekrar sormuş ve ‘Daha kesin tedbirler düşünülmeli’ diyerek hükümet üyelerini uyarmıştır. Ertesi gün, sorumluluk bölgesi olan Samsun’da asayişi sağlamak üzere İstanbul’dan ayrıldı. Gemide kamarasından İstanbul’u son kez seyrederken altı ay öncesini anımsadı.

Ordusu lağv edilince Adana’dan trene binmiş, üç gün üç gece seyahatten sonra bir Kasım günü Haydarpaşa Garı’na varmıştı. Kendisini en güvendiği arkadaşlarından bir olan Doktor Rasim Ferid karşılamıştı. Kucaklaşıp garın dibindeki çay ocağına oturdular. Karşıya geçmek için beklemek zorundaydılar. Çünkü deniz trafiği durdurulmuştu. İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan muhripleri İstanbul Boğazı’na giriş yapıyordu. 78 parça gemi, tek sıra halinde geç geç bitmiyordu. Üç saat boyunca dişlerini sıkarak, çaresizlikle seyretmişti. Sonunda askeri bir istimbota binerek zırhlıların arasından süzülüp Karaköy’e geçerken, dudaklarından o tarihi kehanet dökülmüştü: ‘Geldikleri gibi giderler’.

Osmanlı son nefesini veriyordu. Emperyalist devletler akbaba gibi ülkenin üzerine çökmüştü. Kars, Iğdır, Ermeniler tarafından işgal edilmişti. Ardahan’a İngilizler girmişti. Fransa, Ermeni lejyonu kurmuştu. Kıbrıs’taki eğitim kampında İngilizler tarafından eğitilen 120 bin Ermeni gönüllüye Fransız üniforması giydirilmiş, bunlar da Adana ve Mersin’i işgal etmişlerdi. Adana civarında tutukladıkları Türkleri, Suriye’de kurulan esir kampına gönderiyorlardı. Antep’e, Urfa’ya, Maraş’a önce İngilizler yerleşmiş, sonra buraları Fransızlara devretmişlerdi. Mersin’i, Antakya’yı, İskenderun’u, Osmaniye’yi Fransızlar işgal etmişti. Zonguldak’a, Ereğli’ye asker çıkarmışlar, kömür işletmelerimize el koymuşlardı. Muğla, Bodrum, Datça, Marmaris, Fethiye, Köyceğiz, Selçuk ve Kuşadası’na İtalyanlar yerleşmişti. Antalya’da, Konya’da, Burdur’da İtalyan askerleri devriye geziyordu. İzmit’e, Eskişehir’e, Afyon’a, Samsun’a İngiliz kontrol birlikleri yerleştirilmişti. Türk donanması Haliç’te tutukluydu. Yavuz zırhlısı İzmit’te gözaltına alınmıştı. Edirne-İstanbul demiryoluna Fransızlar el koymuştu. Onlar işletiyordu. Haydarpaşa Garı’nın kontrolü İngilizlerdeydi.

Ordu lağvedilmiş asker sayımız 400 bin den 40 bine indirilmişti. Silahları toplanmış, Teşkilatı Mahsusa (İstihbarat Teşkilatı) dağıtılmıştı. Sarayından dışarı adımını bile atamayan Sultan Vahdettin hala ‘millet koyun sürüsü, yönetilmesi için çoban lazım, o da benim’ diyordu. İngilizler İstanbul’da polis teşkilatı kurmuş istediklerini tutukluyorlardı. Fransız atlı polisleri gelmişti. İstanbul sokaklarında, İngiliz, Fransız, İtalyan, Amerikalı, Yunan, Cezayirli, Faslıi Hintli hatta Japon askerleri devriye geziyordu. İstanbul’u tam ortadan paylaşmışlardı. Avrupa yakasına Fransız askerleri, Anadolu yakasına İngiliz askerleri hakimdi, şehrin üzerinde İngiliz uçakları uçuyordu. İşgali destekleyen Amerikan, İspanyol ve Japon savaş gemileri Marmara’ya demirlemişti. Penceresinden İstanbul Boğazı’na her baktığında top namlusu gören Vahdettin, Dolmabahçe Sarayı’nın bombalanmasından korkup, daha güvenli bulduğu Yıldız Sarayı’na taşınmıştı.  

İngiliz Muhipleri (Dostları) Cemiyeti kurulmuştu. Başkanı Kadı Sait Molla idi. Siyah cübbesi, kafasında sarığıyla dolaşıyordu. Yeni İstanbul gazetesinin sahibi ve yazarıydı. Açık açık İngiliz taraftarıyım diye yazıyordu. Derneğin gizli başkanı ise rahip Robert Frew idi. Ne enterasandır ki İslam Halifesi Sultan Vahdettin’de bir Hıristiyan Rahip’in liderliğindeki bu derneğe üye olmuştu. Ali Kemal’in başyazar olduğu Peyam-ı Sabah gazetesi İngiliz dostluğunu farklı bir boyuta taşıyordu: ‘Devletimizin yeniden eski kudretine kavuşması, ancak İngiltere’nin sayesinde mümkündür, çünkü İngiltere en büyük İslam devletidir.’ Bir de Amerikancılar vardı. Halide Edip, Yunus Nadi, Ahmet Emin gibi gazeteciler ABD’nin 15 yıl süresiyle mandası olmamızı istiyorlardı.

Böyle bir siyasi atmosferde İzmir’i işgale başlayan Yunan 38. Efsun Alayı şimdiki Konak Meydanı’na geldiğinde, alayın sancağını taşıyan Yunan askeri, gazeteci Hasan Tahsin[168] (Osman Nevres) tarafından iman tahtasından vurularak yere serildi. Böylece işgale karşı ilk kurşun sıkılmış olmaktaydı. Yunan askerleri hükümet konağına ve meydandaki askeri kışlaya[169] ateş açtılar. Günümüzün Konak meydanında bulunan Sarı Kışla’da, komutanları tarafından karşı konulmaması emrini alan Türk askerleri, Yunanlılar tarafından şehit edildiler. Sarıkışla’da esir alınan Türk askerleri arasında yer alan, tüm zorlamalarına rağmen ‘Yaşasın Venizelos’ diye bağırmayı ret eden Albay Süleyman Fethi Bey, 22 süngü darbesi ile şehit edildi. Yarım saatlik bir çatışmadan sonra Yunanlılar duruma hâkim oldular. Çatışmada 300-400 Türk ile aralarında iki Yunan askerinin de olduğu 100 Rum öldürüldü.


 

Resim 6-2 İzmir Konak meydanındaki Sarı Kışla, Yunan askerleri tarafından işgal edilmiş.

Kente hâkim olan Yunanlılar Aristeidis Stergiadis’i İzmir valiliğine atadılar. Yeni Yunanlı vali güvenlik için jandarma birliği oluşturdu. 100.000 Yunan mülteciyi modern tarım yöntemlerinin öğretildiği çiftliklere yerleştirdi. İzmir’i kültürel bir merkez yapabilmek için üniversite açtı.

Bu arada sayısı 120.000 ulaşan Yunan ordusu hiçbir direniş ile karşılaşmadan yaz ortasında Anadolu’nun iç kesiminde Menderes vadisine, kuzeyde ise Ayvalık’a kadar ilerledi. Sultan VI.Mehmet Vahdettin’in Osmanlı Hükümeti, İtilaf Devletleri’nin Yüksek Komiserliği’nin himayesi altında İstanbul’da saltanatını sürdürmekteydi. 1919 yazında, İtilaf Devletleri’nce, Küçük Asya’daki Yunan seferini incelemek için iki ayrı tahkikat heyeti kuruldu. Türkiye’deki İngiliz Ordu Komutanı General George Milne başkanlığınındaki heyet incelemeleri sonucunda Yunan işgal bölgesinin sınırlarını İzmir’den doğu istikametinde 100 kilometre kadar uzatırken, kuzey güney hattını da Edremit Körfezi’nden Aydın’a uzanacak şekilde genişletti. Bir diğer araştırma komisyonu Yunanlıların uyguladıkları şiddet, kan dökme ve yıkımla ilgiliydi. Ama doğal olarak bir sonuç çıkmadı. Venizelos, Anadolu’daki Yunan ordusunun 12 tümeniyle sadece 70 bin silahlı askeri olan Mustafa Kemal önderliğindeki Türklerden korkacak bir şeyleri olmadığını söylemeye devam ediyordu.

1919 sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nda yeni bir Meclis-i Mebusan seçimi yapıldı. Yeni seçilen mebuslar daha meclis İstanbul’da toplanmadan Ankara’ya gittiler ve burada Misak-ı Milli adıyla anılan politik ilkeler deklarasyonunu kabul ettiler. Yeni Meclis-i Mebusan ocak ayı ortalarında İstanbul’da toplandı. 28 Ocak 1920’de yapılan gizli oturumda temsilciler Misak-ı Millîyi kabul ettiler ve 17 Şubat’ta bunu kamuoyuna açıkladılar. 1920 başlarında çatışmalar İngiltere’nin Fransa’ya işgal izni verdiği Anadolu’nun güneyindeki Kilikya bölgesinde başladı. Milli güçler nisan ayında Fransızları yenilgiye uğratıp yüzlerce ölü verdirdiler. Fransa Başbakanı Millerand bölgedeki komutanından Türk milliyetçileriyle anlaşma yapmasını istedi. Llyod George ise anlaşmaya karşıydı, kuvvete kuvvet ile karşılık verdi. Mart ortalarında İngiltere İtilaf Devletleri’nden bir birliğin başına geçerek İstanbul’u işgal etti. İtilafçı askerler kente girip Osmanlı polisinin yerini aldı. İstanbul’da sıkıyönetim ilan edildi. 16 Mart 1920’de Meclis-i Mebusan dağıtılarak 150[170] Osmanlı askeri ve sivil yetkili Malta’ya sürüldü.

İstanbul’daki Meclis İngilizler tarafında dağıtılınca 19 Mart 1920’de Mustafa Kemal, Türk milletinin Ankara’da kendi meclisini kurmakta olduğunu duyurdu. Meclis-i Mebusan’ın tutuklanmamış 100 üyesi yeni seçilen 190 kişiyle birlikte Ankara’da toplandı. Yeni Türkiye Büyük Millet Meclisi, 23 Nisan 1920’de açılarak başkanlığa Mustafa Kemal Paşa’yı seçti. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının ilk işi Rusya’nın desteğini almak oldu. 1920 mayıs ayında Rusya’ya bir heyet gitti. Görüşmeler bir yıl kadar sürdü ve 16 Mart 1921’de Rusya ile bir antlaşma imzalandı.

Yunanlılar 22 Haziran 1920’de Milne’nin belirlediği hattı aşarak dört bir yönde taarruza geçtiler. Menderes ve Gediz vadileri boyunca ilerleyip Manisa’dan Bandırma’ya doğru yöneldiler. Bandırma’yı aldıktan sonra bir süvari birliği Marmara sahili boyunca ilerleyerek 8 Temmuz’da Bursa’yı ele geçirdi. Ağustos’ta Yunanlılar İzmir’den yaklaşık 200 kilometre mesafedeki Uşak üzerine yürüyüp durdular. Bir diğer Yunan ordusu Temmuz’da Doğu Trakya’yı istila edip bir hafta içinde İstanbul kapılarına dayandı. Ancak İtilaf Devletleri’nin baskısıyla durdurulup kente giremeden geri döndüler. İtilaf Devletleri, 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması’yla[171] sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları konusunda antlaşmaya vardılar. Boğazları uluslararası denetim altına alıp İstanbul’u padişahın sözde yönetimine bırakan antlaşma[172], imparatorluğun topraklarını bir hayli küçültüyordu. Trakya’nın tamamının verildiği Yunanistan’a bundan başka beş yıllığına İzmir ve çevresinin egemenliği de bırakılıyordu. Yunanistan’a[173] verilmesi öngörülen bölge İzmir sancağı, Ayvalık, Kasaba (Turgutlu), Manisa ve Akhisar’ı içerisine alan 16.000 kilometrekare yüzölçümü ve 1 milyon nüfusu kapsıyordu. İlk aşamada bu yerlerde egemenlik haklarının kullanımı Yunanistan’a verilecek, Türk bayrağı sembolik olarak kalacaktı. Beş yıl sonra Türk bayrağı da indirilecek ve bölge doğrudan doğruya Yunanistan’a katılacaktı. Ankara Meclisi ise oybirliği ile Sevr[174] Antlaşması’nı tanımadığını açıkladı. Yunan ordusu, Padişah Hükümetini ve Ankara’daki Milli Meclisi Sevr Antlaşması’nı imzalamaya zorlamak için Lloyd George’un teşvikiyle Ekim 1920’de Anadolu’nun daha da içlerine ilerledi.

Bu sırada enterasan bir gelişme oldu. Yunanistan Kralı Alexandros’un sarayında maymun ısırması sonucu ani ölümünün ardından 14 Kasım 1920’de yapılan genel seçimlerde Venizelos iktidardan düştü. Ölen Kral Alexandros’un yerini, 1917’de tahtından indirilen babası Konstantin aldı. Dimitrios Gounaris başkanlığında yeni bir hükümet kurulunca Venizelos ve birkaç bakanı sürgüne gitmek zorunda kaldı. Dört generalin de bulunduğu 150 Venizelos’çu subay istifa etti. Hükümet istifa eden subayların yerine, Venizelos iktidara geldiğinde emekli edilen kendi yandaş subaylarını atadı.

Resim 6-3 Sevr Antlaşması’nı imzalayan heyet (soldan sağa: Rıza Tevfik, Damad Ferid Paşa, Hâdi Paşa ve Reşid Hâlis)

Ayvalıklı Rumların Hazırlıkları

II. Meşrutiyet’in ilanı, Osmanlı Devlet içinde kendini Türklerden üstün gören Rumlar ve Osmanlı sınırları dışındaki Yunanlılar arasında nasıl karşılandığına dair en güzel örneklerden biri 1909 yılında Yunanistan Başbakanı olacak Stefanos Dragumis’in 1908’de Selanik’te söylediği şu sözlerde gizlidir:

‘Jön Türklerin ihtilali sayesinde Bizans’ın imparatorluk mucizesi ruh bulacaktır. Yani eskiden Romalıları içimizde erittiğimiz gibi, şimdi Türkleri de içimizde eriteceğiz. Ve Osmanlı İmparatorluğunu Yunan İmparatorluğuna tebdil(değiştireceğiz) edeceğiz’

Batılı burjuva sınıfını temsil eden ve aslında kendisine Avrupa burjuvazilerini örnek alan Venizelos’un başbakan olmasıyla birlikte Anadolu’daki sahil bölgesindeki Rumlar ile Yunanistan’dakilerin Megalo İdea düşünü hayata geçirmek için yeni bir sayfanın açıldığı günler başlamıştı. Aslında Megalo İdea etrafında toplanan milliyetçilik düşüncesi iki ana kola ayrılmıştı. İon Dragumius’a göre Megalo İdea kültürel bir anlam ifade ediyordu. Toprak işgali yerine, Yunan medeniyetinin diğer milletleri kendi bünyesinde eritebileceğine inandığından savaşa karşıydı. Hatta Venizelos’un savaşçı Megalo İdea’sının Batılılarca Yunanlılığı yok etmek için empoze edildiğini söylüyordu. Hayatı boyuca Dragmuis taraftarı ve Venizelos düşmanı olan Metaksas’da 1935’te bu konuyla ilgili olarak:

‘Hata buradadır. Megalo İdea sönmedi. Toprak fethederek onu gerçekleştirme gayretleri söndü. Yunanlılığın birliğini ne oluşturacaktı. Medeniyet’.

Metaksas’ın aksine Venizelos’a göre Megalo İdea Yunanlılığı bir toprak ve bayrak altına toplamaktı.

1914 yılında I. Dünya Savaşı başlar başlamaz bunu fırsat bilen Ayvalık Rumları hemen teşkilatlandılar. Müslümanlar ile aralarında karışıklıklar çıktı. Osmanlı Hükümeti savaş sırasında bir de bu karışıklıklar ile uğraşmamak için Rumları Anadolu içlerine tehcire tabi tuttu. Midilli’ye kaçamayan Rumlar, 1917 yılında Balıkesir, İzmir ve Bursa’ya sürgüne gönderildiler. Bir süre sonra bunların bir bölümü küçük gruplar halinde geri döndüler. İtilaf Devletleri 12 Nisan 1915'te Yunanlılara, derhal savaşa girmeleri şartıyla İzmir'i vermeyi vaat etmişlerdi. Ancak Yunanistan'ın savaşa katılması gecikip İtalyanlar da İtilaf devletlerine katılınca bölge İtalyanlara bırakıldı. I.Dünya Savaşı sonrasında bu kez İngilizler fikir değiştirerek bölgenin İtalyanlar yerine Yunanlılara bırakılmasını tercih etti. 6 Mayıs'ta Paris’te toplanan ABD, İngiltere ve Fransa İzmir'in Yunanlılarca işgalini kararlaştırdı. 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanması ardından Osmanlı Hükümeti tehcire tabi tutulmuş Ayvalıklı Rumların eski yerlerine dönmelerini kabul etmiş ve mallarını iade etmişti. Yunanlıların da yönlendirmeleriyle 1917-1920 yılları arasında Ayvalık civarına adalardan 120.000 kadar Rum nüfus toplanmıştı.

Mondros Mütarekesi Sonrası Ayvalık

Savaş kaybedilince, İttihat ve Terakki Hükümeti’nin Başbakanı olan Talat Paşa 4 Ekim 1918’de istifa etmiş hükümeti kurma görevi ilk olarak Ahmet Tevfik Paşa’ya verilmiş, ancak hükümet kurması mümkün olmayınca Sadaret mührü Ahmet İzzet Paşa’ya geçmişti (14 Ekim 1918). Ahmet İzzet Paşa Kütü’l-Amâre’de esir alınan ve Türk ordusu tarafından Büyükada’da esir olarak tutulan İngiliz General Towshend vasıtasıyla Londra’ya haber göndererek ateşkes yapılmasını istedi. İngiltere’nin bu teklifi kabul etmesi üzerine Limni Adası’nda bulunan Agememnon zırhlısında ateşkes imzalandı (30 Ekim 1918). Müzakerelerde İngiltere’yi, Akdeniz donanması başkomutanı olan Visamiral Calthorpe, Osmanlı Devleti’ni ise Bahriye Nazırı Rauf Bey (Orbay) Hariciye Nazırı Reşat Hikmet Bey ve dönemin Erkân-ı Harb Kaymakamı Sadullah Bey temsil ettiler. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra Patrikhane Osmanlı Devleti ile bağlarını kopararak Yunanistan’a yakınlaştı. Osmanlı topraklarındaki Rum okullarında okutulmakta olan Türkçe derslerini kaldırdı. Girit’ten getirdikleri 60 kişilik jandarma birliği ile Patrikhaneyi korumaya aldı. İstanbul Fener semtindeki Patrikhane’ye de İstanbul’un fethinden önce kullanılan Bizans bayrağı çekildi. Yunanistan, Amerikan Kızılhaç şemsiyesi altında batı Anadolu şehirlerine sızmaya çalışıyordu. 17 Şubat 1919’da Ayvalık’a bir Yunan torpidosu içerisinde asker ve kızıl haç heyeti getirildi. Rum halk gemiyi coşkuyla karşıladı. Şehre ilaç sandıkları içinde silah ve mühimmat sokuldu. Rum askerleri Ayvalık’ta karışıklar çıkarmaya başladılar.

Ayvalık ve İlk Kurşun

15 Mayıs 1919 sabahı Yunan birlikleri İngiliz, Fransız ve Yunan gemilerinin koruması altında İzmir'e çıktılar. Rumlar tarafından alkışlar, çiçekler ve Yunan bayraklarıyla coşkulu bir şekilde karşılandılar. Bu arada İzmir Metropoliti Hrisostomas karaya çıkan ilk Yunan taburunu takdis etti. Bu gelişmeler Türkler arasında büyük infial uyandırmaktaydı. Türklerin az sayıdaki engellemelerini bahane eden Yunanlılar ve onlarla birlikte hareket eden yerli Rumlar Müslüman köylerde büyük bir katliama giriştiler. Ayvalık’taki az sayıdaki Müslüman ahali de İzmir’in işgalinin üzerinden iki gün geçmeden kenti boşaltıp iç bölgelere çekilmişti. Kaymakam Osman Nuri Bey[175] üstlerine Ayvalık’ta memurlar dışında Müslüman vatandaş kalmadığı bildirirken kendi ailesini de 17 Mayıs 1919 sabahı İzmir’den Ayvalık’a gelen Jan isimli İngiliz vapuru ile İstanbul’a göndermişti. Yüksek Konsey, 19 Mayıs akşamı, Venizelos’a bildirilmek üzere Yunan işgal bölgesini İzmir sancak merkezi ve Ayvalık’la sınırlandırılmasına karar vermişti. Ancak kararda açık bir kapı vardı. Eğer Aydın vilayeti dahilinde herhangi bir düzensizlik baş gösterirse Yunan birlikleri bu bölgelere düzeni sağlamak için girebilirdi. Yunan tarafı işi olup bittiye getirmek için Yüksek Konsey’in kararının 28 Mayıs tarihine kadar bölgedeki haberleşme hatlarındaki kesinti nedeniyle Venizelos’a ulaşmamasını sağlamış bu süre zarfında da Yunan birlikleri hedefledikleri bütün bölgeleri işgal etmişlerdi. Venizelos, 20 Mayıs günü İzmir’deki I.Yunan Tümeni Komutanı Zafiriu’ya asayişin sağlanması amacıyla Aydın, Manisa ve Ayvalık’ın işgal edilmesini emretmişti. Ayrıca ‘Yerli Rumları silahlandırınız’ diyerek Millî Mücadele’nin tamamlanmasının ardından yaşanacak mübadeleyi zorunlu hale getirecek olayların da başlatılmasına sebep oluyordu. Aynı gün Ayvalık limanına yaklaşan Helli adındaki bir Yunanistan torpidosu, beraberinde ilave deniz ve piyade kuvvetleri taşıyan bir gemi de getirmişti. Bölge komutanı Ali Çetinkaya, gelen Yunanlıların, Ayvalık’taki 14 bin Rum halkın iki binini silahlandırabilecek kapasitede olduklarını belirtiyordu. 23 Mayıs 1919 tarihinde henüz Ayvalık Yunanlılar tarafından işgal edilmeden Ayvalık Limanına bir İtalyan torpidosu ile gelen İtalyan Binbaşı Karassini, Yarbay Ali (Çetinkaya) Bey ile görüşmüş ve Ayvalık’ın Yunanlılar tarafından işgal edileceği bilgisini paylaşmıştı.

 

26 Mayıs 1919 günü öğleden sonra bir İngiliz torpidosu, Yunan torpidosu ve Yunan nakliye gemisi Ayvalık Limanı’na geldiler. Bir diğer nakliye gemisi de Gömeç’in önüne demir attı. İngiliz torpido komutanı çıkartmaya izin vermediği için gemiler fazla kalmadı. Akşam üstü limanı terk edip Midilli’ye gittiler. Ancak Yunanlılar, İzmir’deki İngiliz temsilcisinden işgal için gerekli izni aldıktan sonra 27 Mayıs 1919 günü akşamı takviye birlikler ile Ayvalık’a yeniden geldiler. Venizelos, 28 Mayıs günü düzeni sağlamak ve göçmenlerin hayatını koruyabilmek için Ayvalık’a girilmesi talimatını verdi. Aynı gün İngiliz torpidosu Ayvalık’ı terk edince 29 Mayıs 1919 sabahı Yunan birlikleri Ayvalık ile Gömeç arasında Gümüşlü[176] sahiline iki tabur asker ve bir batarya çıkartmaya başladılar. Ayvalık’ta 56. Fırka’ya bağlı 172. Alay Komutanı Yarbay Ali Bey (Çetinkaya)[177] komutasındaki askerlerin ve milis kuvvetlerinin toplamı 500 kişiydi. Yarbay Ali’nin (Çetinkaya) karargâhı Murateli köyündeydi. Mondros Mütarekesi sonrası ağır silahları elinden alınmış birlik sadece jandarma görevi yapıyordu. Alayın tüm personeli 24 subay ve 150 erden ibarettir. Bütün bu olumsuzluklara karşın, Ali Bey Ayvalık’ı savunmaya ve savaşmaya kararlıydı. Kuvvetlerini artırmaya çalışan Ali Bey, yakın köylerden gelen vatandaşları eldeki fazla silahlarla donatmaya gayret ederken ilk olarak Kozak bucağında bir milis kuvveti oluşturdu. Bundan başka Gömeç, Burhaniye, Havran, Edremit, Araplar ve diğer yakın köylerin halkı da vatan müdafaasında görev aldılar[178]. Bu direniş 1683 tarihinden itibaren geri çekilen ve küçülen devletin yönetici/aydın kesiminin Batı karşısında artık bir adım daha geriye gitmeyeceğine dair verilen kararın ilanıydı.

Ali Çetinkaya

Bu karşı koyuşa katılan er Recep Adnan Kuzgun direnişi şöyle anlatır:

‘Siperlerde 43 kişiydik. Düşmanı bekledik. Tabakhanelerden şehre doğru ilerliyorlardı. Takım komutanı Mehmet Dizdar Efendi gürledi. Ateş !..Aynı anda bütün Ayvalık’ın çanları çalmaya başladı.’

Gümüşlü sahilinden ilerleyerek Ayvalık’a ulaşan Yunan kuvvetlerine Ali Çetinkaya’nın komutasındaki birlikler silahla karşı koydular. İlk kurşun tepesinde Üsteğmen Fahri Bey ve üç asker şehit oldu. Böylece Kuzey Ege’de Millî Mücadele’nin ilk şehidi, 172. Alay 1. Tabur’dan Mülazım-ı Sanî Edirneli Fahri Efendi oldu. Türk askerleri direnerek yavaş yavaş Kazak istikametinde zeytinliklere doğru çekilmek zorunda kaldılar. Yunan kuvvetleri Ayvalık’tan içeriye doğru bir kilometreden fazla ilerleyemediler.  Türk halkı Gömeç bölgesine çekilmişti. Ayvalık Kaymakamlığı'na hitaben İçişleri Bakanı Ali Kemal'in gönderdiği telgrafta askerlerin çatışmadan kaçınması ve geri çekilmesi emrediliyordu:

"Hükümet Yunanistan'la hal-i harpte olmadığı için ... artık çatışmadan çekinilmesi ... askerin emre intizaren (emir bekleyerek) geri çekilmesi..."

Bölgede ki en yüksek askeri makam sahibi olan 14. Kolordu Komutanı Yusuf İzzet Paşa, 30 Mayıs 1919 tarihli Harbiye Nezareti’ne gönderdiği şifreli mesajında 29 Mayıs tarihinde Ayvalık’a bir miktar Yunan askerinin çıkarıldığını ve askerin müdafaaya başladığını, ‘askerin işgale karşı mukavemet etmemesi ve ahalinin teskini’ emredildiğini bildirmiş. Bu mesaja yanıt veren Yarbay Ali Bey, ‘En mühim tarihi anda bulunuyorum’ diyerek Ayvalık sırtlarında Yunan işgaline karşı direnmeye başlamıştır. Ayvalık Kaymakamı Osman Nuri Bey 28 Mayıs’ı 29 Mayıs’a bağlayan gece Gömeç’e geçerek Gömeç’i Ayvalık kazasının merkezi hale getirdi.

Ali Bey’in Ayvalık bölgesinde muharebe cephesi kurması üzerine yavaş yavaş Soma’da, Akhisar’da, Salihli’de milli cepheler oluşmaya başladı. Bu cepheler sayesinde Yunan ileri harekâtı bir yıl kadar durdurulmuştur. Balıkesir Mutasarrıfı Hilmi Bey, Yunan işgaline karşı gelen ve milli teşkilatlanmayı destekleyen biri idi. Bu nedenle 16 Haziran 1919’da Osmanlı Hükümeti tarafından görevden alındı ve yerine hükümetin sadık bir hizmetçisi olan Ahmet Anzavur (aynı yılın ekim ayında Milli Micadeleye karşı Aznavur isyanını başlatacak kişi) tayin edildi. Yunan birliklerinin ikinci saldırısı 22 Haziran 1920’de başladı. Kuvva-i Milliye birlikleri, Yunan birliklerinin ve Çerkez çetelerinin ateşi arasında kaldılar. Türk askerinin bir kısmı dağlara kaçarken, bir kısmı da şehit oldu. Bu olay sonucu Ayvalık cephesi dağıldı. Yunan kuvvetleri Ayvalık’ın içini kontrol altında tutarken, kentin çevresini oluşturan zeytinlikler ise Türk milis güçlerin kontrolü altındaydı. Kentteki Rum zeytin üreticileri zeyinliklerine gitmeye çekiniyordu. Bu durumdan endişelen Ayvalık Rumları Midilli’ye göçe başlamıştı. Yunanlılar bu endişeleri ortadan kaldırmak için zeytinliklerdeki milislerin sahayı terk etmesini Balıkesir Mutasarrıflığı’ndan talep etmişti. Buradan bir sonuç alamayınca da Osmanlı yerel yönetimiyle ‘Belediye Çeşmesi Protokolü’ antlaşmasını yapmışlardı.  15 Temmuz tarihinde Gömeç Yunan işgal kuvvetlerinin eline geçti. Ayvalık Cephesi komutanı Ali (Çetinkaya) Bey 1919 yılının son yarısında gerçekleştirilen seçimlerde Afyonkarahisar’dan milletvekili seçilmesi üzerine cepheden ayrılmıştı. 172. Alay bazı iç ayaklanmaların bastırılmasında kullanılmak üzere farklı bir bölgeye nakledilirken, Ayvalık cephesini koruma görevi Bergama baskınında bulunmuş 189. Alay’a bırakıldı. 26 Haziran 1920’de başlayan Yunan taaruzunda cephanesi biten Türk birliklerinin geri çekilmesiyle 29 Haziran tarihinde Balıkesir Yunan güçlerinin eline geçti.

Yunanlılar işgal ettikleri yerlerdeki köylerde yaşayan Türklerin silahlarını da ellerinden aldılar. Böylece Türk yönetici ve jandarması gibi Türk halkı da silahsızlandırıldı. Ayvalık bölgesi yerleşime kapalı tutulmasına rağmen İzmir’in işgalinden Ocak 1921’e kadar, Ayvalık’a 22.000 Rum göçmenin iskân edilmiş olduğu Yunan kaynaklarınca da ifade edilmiştir.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘Nutuk’ta Ali Çetinkaya ve Ayvalık ilk kurşun hakkında söyledikleri:

‘İzmir’deki 56. Fırkanın bir alayı (172. Alay) Ayvalık’ta bulunuyordu. Kumandanı Kaymakam Ali Bey’di (Afyonkarahisar mebusu Ali Bey’dir). Yunan ordusu işgal çemberini genişletirken, Ayvalık’a da asker çıkardı. Ali bey, bu Yunan kuvvetine karşı 28 Mayıs 1919’da muharebeye girişti. Bu tarihe kadar Yunan kıtaları, hiçbir tarafta ateşle karşılık görmemişti. Tersine olarak, bazı şehir ve kasabalar ahalisi tehdit edilmiş, merkez-i hükümetin emirlerine uyarak, büyük memurlar başta olmak üzere, Yunan kıtalarını özel heyetlerle karşılamışlardı. Ali Bey’in Ayvalık bölgesinde savaş cephesi kurması üzerine sırası ile Soma’da Akhisar’da, milli cepheler kurulmaya başlamıştı. 15/16 Haziran 1919 gecesi Ali Bey’in Ayvalık’tan gönderdiği kuvvetler, Bergama’daki Yunan işgal kuvvetlerini bir baskınla bertaraf etmişlerdi.’

Şehit Kaymakam Köprülü Hamdi Bey

Mustafa Kemal’in 10. Yıl nutkunda bizzat isminden bahsettiği Mlli Mücadele kahramanlarından Hamdi Bey 1888 yılında Makedonya'da Köprülü kasabasında doğmuştu. Babası Kolağası İbrahim Bey idi. Üsküp ve İstanbul’daki öğreniminden sonra İhtiyat Zabit Mektebi’nden 1911 yılında Asteğmen olarak mezun oldu. Demirköy, Malkara, Keşan, Sındırgı Kaymakamlıklarından sonra 13 Temmuz 1917’de Edremit Kaymakamlığı’na atandı. Burada görevli iken 105 şehit çocuğunun barındığı Yetimler Yurdunu, Edremit İdman Yurdunu kurdu, gazete çıkarılmasına öncelik etti. Kasabanın imar planını çizdirdi, kanalizasyon sistemini başlattı. Hamdi Bey iki yıl Edremit Kaymakamlığı yaptıktan sonra 9 Nisan 1919 tarihinde Damat Ferit Hükümeti tarafından görevden alındı. Azlini izleyen bir süre Ayvalık'ta Ali Çetinkaya’nın yanında, bir süre de Burhaniye'de kalmış, daha sonra Balıkesir'de kurulmuş olan Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nde faaliyet göstermiştir.  Bu cemiyet adına Biga ve Yenice bölgelerinde önemli çalışmalara imza atmıştır. Bunlardan Akbaş Cephaneliği baskını Büyük Önder Mustafa Kemal’in 10. Yıl Nutku’nda da anlatılmaktadır. İlk Yunan birliklerinin 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’i işgalinin yarattığı ortamda, Ege kentlerinde yapılan kongrelerde etkili eylemler tartışılmış ve kararlar alınmıştır. Balıkesir’deki 61. Ordu komutanı Kazım (Özalp) Bey ve Hamdi Bey tarafından Gelibolu Akbaş Cephaneliğindeki malzemeye el konulması fikride bu eylemlerden biridir. Gelibolu Yarımadası’nın doğusunda, ancak küçük gemilerin demirlemesine uygun bir koydaki Akbaş Cephaneliği Senegalli Fransız birlikleri tarafından korunmaktaydı.  26 Ocak 1920 gecesi geç saatlerde Köprülülü Hamdi Beye bağlı Dramalı Rıza Bey ve 30 kadar adamı Akbaş Cephaneliği garnizonunu basmıştır. Senegalli sömürge askerleri, hiçbir direniş göstermemişlerdir. Lâpseki Kaymakamı Hasan Basri beyin temin ettiği mavna ve kayıklar Akbaş koyuna yanaşmış ve cephaneler yüklenmiştir. İngiliz devriye gemilerine yakalanmadan Anadolu kıyısına taşınan cephaneler kara üzerinden iç kesimlere sevk edilmiştir. Sonraki aylar da Hamdi Bey bölgede çıkan bir isyanda Yenice'de depo edilmiş silah ve cephaneyi kurtarmak için harekete geçtiğinde Kuvayı Milliyeci birkaç arkadaşı ile Gavur İmam'ın çete reislerinden Hacıoğlu tarafından Biga ile Yenice arasındaki Yukarı İnova köyünde yakalanmış. Bin bir işkence ile Biga'ya getirilirken Kırkgeçit denilen yerde Hacıoğlu tarafından şehit edilmiştir. Hamdi Bey'in öldürülmeden önce söylediği şu sözler çok dikkat çekicidir. "Kuvayı Milliye yalnız ben değilim. Kuvayı Milliye bütün milletindir. O ölmeyecektir." Hamdi Bey'in cesedi bir araba ile ilçeye getirilerek çarşı ve sokak aralarında ayaklarından ipler takılarak sürüklenmiş ve teşhir edilmiştir (18 Şubat 1920). Henüz 34 yaşındaki Hamdi Bey'in cesedi beş gün sokak ortasında kalmış, korkudan kimse sahip çıkamamıştır. Ancak Bandırma'ya giden bazı kişilerin şikâyeti üzerine 14. Kolordu Komutanı Yusuf İzzettin Paşa Biga'ya gelerek şehitleri eski mezarlığa defin ettirmiştir.

Köprülü Hamdi Bey

Kurtuluş Savaşı Başlıyor

1921 başında Anadolu’daki Yunan ordusunun dokuz kolordu ve tugay komutanından geriye sadece ikisi kalmış yerlerine tecrübesiz kralcı subaylar tayin edilmişti. 11 Ocak 1921’de bir başka Yunan taarruzu Kütahya’nın hemen kuzeyindeki İnönü mevkiinde İsmet Paşa komutasındaki Türk ordusu tarafından durduruldu. Bu Türklerin savaştaki ilk önemli zaferiydi. Bu gelişme üzerine 21 Şubat 1921’de İtilaf Devletleri yetkilileri ile Osmanlı Hükümeti ve Ankara Hükümeti’nin birlikte katılacağı Londra Konferansı düzenlendi. Toplantıda Yunanlılar Anadolu’daki mücadelelerine destek olunması için İtilaf Devletleri’nin yardımı gerektiğini vurguladılar. Lloyd George, Yunan liderine eğer Mustafa Kemal’in ordularına saldıracak olurlarsa kendilerine engel olmayacağını bildirdi. Yunanlılar bunu savaşa devam izni olarak kabul ettiler ve 23 Mart 1921’de yeni bir saldırı başlattılar. Yunan ordusu ovalardan yaylalara çıktı. İki koldan ilerlediler. Kuzey kolu Bursa’dan Eskişehir’e yöneldi, Güney kolu Uşak’tan Afyon’a ilerledi. 27 Mart’ta Afyon’u aldılar. Kuzeydeki grup İsmet Paşa komutasındaki Türkler tarafından II. İnönü savaşında durduruldu. Buradaki Yunan kuvvetleri yeniden Bursa’ya çekildiler. Tarihçi Arnold Toynbee Manchester Gardian gazetesi muhabiri olarak Yunan ordusuyla birlikteydi. Gazetesine şöyle yazıyordu:

Yunanlıların Anadolu’da askeri bir hareket kararı vermekle ne kadar büyük bir kumar oynadıklarını ve Mustafa Kemal’e karşı zafer kazanmak için koşulların kendilerine ne kadar ters olduğunu burada anlıyorum’.

Yunanlılar hafta sonunda Kütahya yakınlarında İsmet Paşa tarafından İnönü Köyü önünde püskürtüldüler ve gerilemeye başladılar. Yunan hükümeti askeri komutanlarını suçladı ve Başbakan Gubari ve arkadaşları 7 Nisan’da Yunanistan’ın en önde gelen askeri kahramanı olan Metaxas’la buluşup kendisinden Anadolu’da bir sonraki saldırının başına geçmesini istediler. Deneyimli Metaxas öneriyi reddetti ve Türkiye’deki savaşın kazanılamayacağını söyledi. Politikacılar, Metaxas’a savaştan vazgeçmenin politik açısından olanaksız olduğunu bildirdiler. Sonuna kadar gideceklerdi. Yunanlıların zorlandığını gören Müttefikler 2 Haziran’da Yunan Hükümetine savaşta aracı olmayı önerdiler ancak Yunanistan bu teklifi kibarca reddetti. Yunanlılar, ilerlemiş savaş hazırlıkları nedeniyle bunun pratik bir yararı olmayacağını bildirdi. Kral Konstantin ve Başbakan Gounaris’in savaşa devam etmekten başka seçenekleri kalmamıştı. Yunanlılar yeniden toparlanıp bir yaz taarruzuna hazırlandılar. 11 Haziran 1921’de kendisini Anadolu’daki Yunan ordusunun Yüksek Komutanı ilan eden Kral Konstantin, Genel Kurmay Başkanı Viktor Dousmanis ile birlikte İzmir’e doğru yola çıktı. Karargahlarını İzmir’de kurdular. Anadolu’daki ordunun başkomutanı General Anastasios Papoulas, 10 Temmuz’da başlayan taarruzu yönetecekti. Yunan ordusu Afyon’dan Eskişehir’e kadar uzanan demiryolu hattını ele geçirmek için üç kollu bir hareket başlattı. Yunan komutanlar geçmiş hatalarından ders almışlardı onları bir daha tekrarlamadılar. 17 Temmuz’da Kütahya’ya girdikten sonra İsmet Paşa kuvvetlerini kuşatmak amacıyla Eskişehir’e doğru yöneldiler. Saldırı Batı Anadolu’nun stratejik kilit noktası Eskişehir’in ele geçirilmesiyle büyük bir zafere ulaştı. Eskişehir yakınlarındaki İsmet Paşa geri çekilmeyi kabullenemiyordu. Tam bu aşamada Ankara’dan tren ile hızır gibi yetişen Mustafa Kemal Paşa cepheye gelerek bu yükü onun omuzlarından aldı. Komutanlarının aksi görüşlerine rağmen Sakarya Irmağı’nın gerisine çekilme emrini bizzat vererek Kurtuluş savaşının en stratejik kararına imza attı. Mustafa Kemal, Rusların 1812 yılında Napolyon’a yaptığı geri çekilme taktiğini uygulayacaktı. Bunun üzerine Yunanlar 19 Temmuz’da Eskişehir’i işgal ettiler.

Eskişehir’in düşüşü ve ordunun Sakarya gerisine çekilmesi Ankara’daki siyasi havayı elektriklendirdi. Mustafa Kemal Paşa’nın Millet Meclisi’ndeki politik düşmanları, kişisel rakipleri, Enver taraftarları ve bozguncular el ele verince kıyamet koptu.  Mustafa Kemal Ankara’ya döndükten sonra Millet Meclisi’ni gizli oturuma çağırdı ve Julius Sezar’ın Roma’da uyguladığı yöntemi önerdi. Mebuslar kendisini üç aylık bir süre için tek yetkili seçeceklerdi. Bu süre içinde başkomutan olarak başarısızlığa uğrarsa tüm suç kendisinin olacaktı. Gerekirse görevini de bırakıp çekilebileceğini söyledi. Öneri zafere inananlar ile inanmayanları bir araya getirdi ve kabul edildi.

Sakarya Meydan Muhaberesi

Mustafa Kemal kuvvetlerini başkent Ankara’nın 80 kilometre yakınlarına kadar çekti ve Sakarya Nehri’nin büyük bir kavis yaptığı yere topladı. Seferberlik şartlarını zorladı, tüm kaynakları ordunun emrine verdi. Top yekûn bir savaşa hazırlandı. Askerlerine, Sakarya nehrinin kıyısından Ankara yönüne doğru yükselen dik tepelerde mevzilenmesini emretti. Ağustos ortalarında ordu bu doğal savunma mevkilerine yerleşmiş Sakarya nehri geçitlerine yüksekten hâkim olmuştu. Yunan ordusu 14 Ağustos 1921’de Ankara’ya doğru yürüyüşe başladı. Yunan komutanları Türkleri yendiklerini ve artık işini bitirmek üzere olduklarına inanıyorlardı. Yanlarında bulunan İngiliz bağlantı subaylarını Ankara’daki zafer kutlamalarına davet ediyorlardı. Top sesleri Ankara’dan duyuluyordu. İlerleyen Yunan ordusu Türklerle ilk teması 23 Ağustos’ta sağladı ve 26 Ağustos’ta tüm cephe boyunca saldırıya geçti. Yunan piyadesi Sakarya nehrini geçip tepelere doğru adım adım çarpışarak Türkleri tek tek siperlerden geri atıyordu. Vahşi Sakarya muhaberesi, toplamda 22 gün ve gece devam etti. Yunanlılar günde ortalama 1.5 kilometre ilerliyorlardı. Sonunda kilit tepeleri ele geçirdiler ama Türkler 8 Eylül’de karşı taarruza geçtiler. Yunan hattı iki gün dayandı fakat 11 Eylül’de 20 binden fazla kayıp vermiş olan General Papoulas yiyecek ve cephane yolları da Türk süvarileri tarafından kesildiği için Eskişehir’e doğru geri çekilmeyi emretti. Sakarya’da düşman durdurulmuştu. Sakarya savaşı (23 Ağustos-13 Eylül 1921) sonrasında üstünlük Türk ordusuna geçmeye başladı. Yunanistan yeni bir saldırıda bulunacak durumda değildi. Buna rağmen Anadolu topraklarını terk etme konusuna hiç sıcak bakmıyorlardı. 14 Temmuz 1922 günü Atina Hükümeti ‘Şimdilik hiçbir Yunan kuvvetinin Anadolu’daki yerlerinden çekilmeyeceğini’ gizlice İngiltere’ye bildirmişti. İngiltere’den cesaret alan Yunanlıların yeni hedefi, Anadolu’da bir ‘İyonya devleti kurmaktı’. İyonya devleti öncelikle İzmir bölgesinde kurulacak ve olanaklar ölçüsünde Bursa ve Marmara’ya kadar genişleyecekti. Bu amaçla Yunanistan milli bankası İzmir ve Ayvalık’ta şubeler açtı. Ayrıca İyonya Cumhuriyeti adında bir de ordu kuruldu ve yerli Rumlar askere alındı.

Millî Mücadele yılları içinde yaşanan sorunların başında halkın yaşadığı maddi sıkıntılar gelmekteydi. Maddi olarak nakde ihtiyacı olan yerli halkın kredi taleplerine Ziraat Bankası cevap veremeyince, mecburen mal varlıklarını satışa çıkarıyor, bu durumu fırsat bilen Yunanlılar ve Rumlar ise satılan yeri alıyordu. Yunanlılar başta Rum göçmenler olmak üzere tüm ihtiyacı olan çiftçilere kendi bankaları aracılığıyla kredi imkânı sağlarken Ayvalık’ta bu kredilerden 2.248 kişi yararlanmış ve bu kişilere 3.323.155 kuruş kredi verilmişti.

Büyük Taarruz

Ankara’da Millet Meclisi Sakarya Savaşı başarısından dolayı şükranını belirtmek için Mustafa Kemal’i mareşalliğe yükseltti ve kendisine Gazi ünvanını verdi. 1921 ile 1922 yazı arasında bir yılda her iki ordu yaralarını sarıp bir sonraki safhaya hazırlanırken, Yunanistan Başbakanı Gounaris ile Dışişleri Bakanı, Müttefiklerden yardım istemek için Londra’ya gittiler. Ancak Avrupa kıtasında pek sempati ile karşılanmadılar. Başbakan Lloyd George kendilerine şöyle söylüyordu:

Ben şahsen Yunanistan’ın dostuyum, ama tüm meslektaşlarım bana karşı. Size hiçbir yardımım dokunamaz bu olanaksızdır, olanaksız.’

 

Resim 6-4 Kurtuluş Savaşı batı cepheleri.

İngiliz Başbakanı’nın Yunanlılara sunacağı bir şey yoktu ama savaşa devam etmeleri için de teşvik ediyordu. Başbakanın aksine İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon bunalımı çözmeye yönelik Müttefikler ile birlikte Türkiye Büyük Millet Meclisi ile anlaşmaya çalışıyordu. Kral Konstantin, Müttefiklerin o yaz kendisine ihanet edeceğinden korkarak işi olup bittiye getirmeye çalıştı. Anadolu’dan üç alay ve iki tabur çekerek Trakya’ya gönderdi. Yunan Hükümeti’ne, Yunanistan’ın savaşı sona erdirmek için İstanbul’u işgal edeceğini açıkladı. Kralın amacı bu umutsuz teklifiyle Müttefikleri kendi lehlerine harekete geçirmeye zorlamaktı. Müttefiklerin, Trakya’daki Yunan ordusunun İstanbul’u alarak Batı Anadolu’yu kontrolünde tutan ana Yunan kuvvetleriyle birleşmesine izin vereceklerini umuyordu. Ancak İstanbul’daki Müttefik İşgal Ordusu komutanlığı Yunanlılara bu izni vermedi. Konstantin’in Anadolu’dan birliklerini çekmesi Türkleri zayıflamış Yunan savunma hatlarına yüklenmeye yöneltti. Türkler ordularını büyük bir gizlilik içinde toparlayarak 26 Ağustos 1922 sabahı şafakla birlikte güney cephesinde Büyük Taarruzu başlattı. İki gün muharebelerden sonra Yunanlılar dağılarak kaçmaya başladılar. Yunanlılar Afyon’un 50 kilometre batısındaki Dumlupınar mevkiinde bozguna uğratılmıştı. Bu çatışmada savaşan Yunan ordusunun yarısı ya öldürüldü ya da tutsak alındı. Türkler 2 Eylül’de Eskişehir’i aldılar. Balıkesir 6 Eylül’de düştü ertesi gün Yunanlıların çekilirken yakıp yıktıkları Aydın ve Manisa kurtarıldı. Türk süvarisi 9 Eylül’de İzmir’e girdi.

Hemen hemen herkes Anadolu’daki Yunan orduları Başkomutanının deli olduğu söylüyordu. Daha sonra Lloyd George tarafından ‘hastanelik’ olarak nitelendirilecekti. Yunan Hükümeti 4 Eylül’de başkomutanı görevden alarak onun yerine yeni bir başkomutan atadı; ancak haberleşme o kadar kötüydü ki yeni atadıkları başkomutan Trikopis’in[179] zaten Türklerin eline tutsak olduğunu bilemiyorlardı. Esir başkomutanın atamayı Mustafa Kemal Paşa’dan öğrendiği söylenir.


Aristotle’nin Kaçışı

İşgal döneminde Manisa ve Akhisar’daki vahşete tanıklık eden Rumlardan biri, Aristotle idi. İzmir doğumluydu. İşgal sırasında 19 yaşındaydı. Ailesiyle birlikte Akhisar’da tütün ticareti ile uğraşıyorlardı. Zengindiler. Özellikle amcası fanatik bir Türk düşmanıydı, işgal yıllarında komşularına yaptıkları unutulmadı. Akhisar’ın kurtuluşu sırasında yaşanan kargaşada asıldı. Babası tutuklandı. Aristotle ve ailesi otomobil ile İzmir’e ulaşıp, gemiyle Yunanistan’a kaçmayı başardı.

O kaçış telaşında, üç yaşındaki kuzeni kaybolmuştu. Bir Türk subayı tarafından, yakılmış yıkılmış evlerin enkazı arasında ağlarken bulundu. Akhisarlı bir aileye emanet edildi. O küçük kız çocuğu Makbule adıyla büyütüldü. Okutuldu, evlendi, İstanbul’a yerleşti.

Yunanistan’a göç eden ailesi yıllarca o küçük kızı aradı. 1960’da buldular. Makbule’nin ağabeyi Niko İstanbul’a geldi. Yunanistan’a götürmek istedi. Makbule kabul etmedi. Hatta bir daha görüşmek bile istemediğini söyledi. Aristotle Yunanistan’a kaçtıktan kısa bir süre sonra Arjantin’e gitti. İş hayatında büyük başarı kazandı. Dünyanın en ünlü armatörü oldu. 1963 yılında vurulan ABD Başkanı John F. Kennedy’nin dul eşi Jacklyn ile evlendi. O Aristotle Onassis[180] idi.


İzmir’in Kurtuluşu

Yunan ordusunun büyük bir kırılma yaşaması üzerine Yunanistan Başbakanlığı yeniden İngiliz Başbakanı Lloyd George’a bir şeyler yapması için talepte bulundu ama Lloyd George Yunan Kralı’na o kadar kızgındı ki, en beceriksiz ve başarısız generali başkomutan olarak seçmesinden dolayı affedemiyordu. Yapabileceğim hiçbir şey yok diye yardım talebini geri çevirdi. Tüm hayalleri suya düşen Yunanistan Anadolu’dan askerlerini çekmek için bir donanma toplamış Anadolu kıyılarına gelmeye başlamıştı. Kaçma çabası zamana karşı bir yarıştı. Eylül yağmurları ve Türk ordusu hızla yaklaşıyordu. Anadolu’daki Rum cemaati korkuya kapılmıştı. İzmir Başpiskoposu 7 Eylül’de Venizelos’a bir mektup yazarak

‘Küçük Asya’daki Hellenizm, Yunan Devleti ve tüm Yunan ulusu şimdi artık hiçbir gücün kendilerini kurtaramayacağı bir cehenneme doğru yol almaktadır. Ekselansları bu mektubu okurken bizim hayatta olup olmayacağımız da gerçek bir sorudur. Fedakarlığa ve şehitliğe mahkûm olan bizler adına … size son bir kez başvurmayı uygun gördüm.’

Ancak her şey boşuna idi. Venizelos’un yardım edecek gücü yoktu ve Başpiskopos iki gün sonra beklediği ölüme kavuşacaktı. 9 Eylül’de İzmir Valiliğine atanan Sakallı Nurettin Paşa kendisini halka teslim etti. Kemeraltı sokaklarında linç edildi.

Resim 6-5 Mustafa Kemal Atatürk’ün İzmir’e girişi, 10 Eylül 1922 

Muzaffer Komutan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın İzmir’e girerken anı defterine yazdıkları şöyleydi:

‘15 Mayıs 1919, İzmir’in işgali. Ben aynı günde İstanbul’u terk ettim. O kara günde Karadeniz’deydim. 3 sene ve 4 ay sonra da bugün Akdeniz’deyim.’

10 Eylül 1922 günü, Gazi, arabasıyla İzmir’e doğru ilerlerken; ‘Bir rüya görmüş gibiyim’ diye mırıldanmış ve İzmirliler tarafından büyük bir sevinç ve coşkuyla karşılanmıştı.

13 Eylül Çarşamba günü İzmir Ermeni mahallesinde nefret alev aldı. Yangınlar daha sonra Rum ve Frenk mahallelerine yayıldı. Eski kentin yarısından fazlası yandı. Ancak Türk ve Yahudi mahallesinde bir hasar olmadı. Yangını kimin çıkardığı netlik kazanmadı. Yabancı basın Türk mahallesinin yanmaması ve Türk ordusunun ellerindeki meşaleleri kanıt göstererek yangını azınlıklardan kurtulmak isteyen Türk tarafının çıkardığını iddia ederken Türk tarafı da yangını ellerinde benzin bidonu ile dolaşan Ermenilerle, İzmir’i terk etmekte olan Rumların çıkardıklarını iddia ettiler. İzmir yanarken, İzmir’i terk etmek isteyenler rıhtıma yanaşmış Amerikan, Fransız, İngiliz ve İtalyan gemilerine binmeye çalışıyorlardı. Başlarda Amerikalılar ve İngilizler sadece kendi vatandaşlarına gemilerini açarken, İtalyanlar gemilerine gelebilen herkesi aldılar. Fransızlar ise, Fransız olduğunu Fransızca söyleyebilenleri gemilerine alıyordu. Sonunda Amerikalılar ve İngilizler de milliyetlerine bakmadan herkesi gemilerine almaya başladılar. Yunanistan ve Müttefikler, askerlik yaşındaki bütün Ermeni ve Rumların Türk ordusu tarafından savaş esiri olarak alınacağı söylentisi üzerine, birkaç hafta içinde Yunan ordusunun ardından sivilleri de kentten çıkardılar. Geri çekilen Yunan ordusu Çeşme yarımadasının ucuna ilerlemişti, buradan gemilerle Sakız Adası’na nakledildiler. Bazı birlikler de Mudanya ve Bandırma’dan gemilerle alındılar. Bir alay da Dikili’den Lesbos(Midili) adasına götürüldü. 19 Eylül’e gelindiğinde tüm Yunan ordusu Anadolu’dan çıkarılmıştı. Amerikan gözlemcilerin belirttiğine göre 5 Eylül’den itibaren İzmir’e her gün gemilere binebilmeyi umut eden 30 bin Anadolulu Rum geliyordu.

Resim 6-6 İzmir yangını 13 Eylül 1922 günü Basmane semtinden başlayarak 17 Eylül tarihine kadar sürmüş ve yangın özellikle bugün Kültürpark’ın bulunduğu alanı önemli ölçüde yok etmiştir. 

1922 sonunda Türkiye’den 1,5 milyon Rum kaçmış ya da çıkarılmıştı. O sıralar Toronto Star gazetesi muhabiri olan Ernest Hemingway 32 kilometre uzunluğunda bir Rum mülteci kolunu gördüğünü ve bunu unutamadığını yazmıştır. Hemingway’in İzmir’de pansiyonunda kaldığı Hırvat kadın, genç yazara bir Türk atasözünü hatırlatmıştı ‘Suç sadece baltanın değil, aynı zamanda ağacındır’.

 Üçüncü kılıç ve Şerafettin Bey

Millî mücadele’nin dönüm noktası olan Sakarya Meydan Muharebesi’nin kazanılması Türk halkını olduğu kadar Türk ve İslam Coğrafyasını çoşkuya sevk etmişti. Artık Türklerin 1699 Karlofça antlaşmasıyla biten savaştan beri süregelen geri çekilmesi son bulmuş, düşman Polatlı’da durdurulmuş, yıpratılmıştı. Artık herkes bir taarruz bekliyor ve istiyordu. İşte Ocak 1922’de Ankara’ya Buhara’dan bir heyet geldi. Hem zaferin coşkusunu paylaştılar hem de taarruz için moral ve destek verdiler. Heyet yanlarında Buhara Halkı adına üç tane “murassa” (değerli taşlarla süslü) kılıç ile bir tane de kıymetli Kuran-ı kerim getirmişlerdi. Kılıçlardan biri Başkomutan Mustafa Kemal’e verildi, ikinci kılıç İsmet Paşa’ya takdim edildi. Buhara Heyeti üçüncü kılıcın da İzmir’e ilk girecek komutana verilmesini rica etti. 26 Ağustos sabahı taarruza başlamak üzere olan her askerin, her komutanın rüyalarını süslüyordu bu kılıç. Ve işte 26 Ağustos sabahı Kocatepe’den Afyon’a, oradan Dumlupınar’a, Uşak’a ve nihayetinde İzmir’e doğru başlayan Büyük Taarruz’un sonunda 9 Eylül 1922’de ilk Türk Süvarileri İzmir’e girmeye başladı. Bu ilk süvari birliklerimizin başında da Fahrettin Altay Paşa’nın gözbebeği, akıncı Yüzbaşı Şerafettin Bey vardı. Şerafettin Bey, İzmir Kordon’da Pasaport mevkiinde yaralandı. Buna karşın, arkadaşlarıyla birlikte Hükümet Konağı’nın balkonuna çıkarak Yunan bayrağını gönderden indirdiler ve şanlı bayrağımızı çektiler. 

Yüzbaşı Şerafettin bey

İzmir’in kurtulması ile birlikte Buhara’dan gelen üçüncü kılıç Yüzbaşı Şerafettin Bey’e verildi. Şerafettin Bey, 1935 yılında soyadı kanunu çıktığında ‘İzmir’ soyadını alıp İzmir Kızıl Elmasını ömrü ile bağdaştırmıştı.  Şerafettin Bey’in vefatından sonra kılıç, eşi tarafından müzeye verilmek üzere İstanbul Valiliğine teslim edildi, ama malesef kılıç daha sonra kayboldu.

 

Resim 6-7 İzmir yangın bölgesini gösteren dönemin haritası

 Sakallı Nurettin Paşa ve Linç Olayları

9 Eylül 1922’de İzmir Yunanlılardan temizlenip, savaş bitince Metropolit Hrisostomos Kalafatis, Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek istediğini söyledi. Bu isteği kabul edilmedi. İzmir valiliğine ve komutanlığına 1. Ordu komutanı Sakallı Nurettin Paşa[181] atanmıştı. 

10 Eylül’de Sakallı Nurettin Paşa ile görüşmesine izin verildi. Görüşme sonrasında Hrisostomos, İzmir yangını ve halkı kışkırtmak suçlamasıyla ilgili sorgulanmak üzere karakola götürülürken, halk tarafından linç edildi. Sert yönetim tarzı ile ün yapmış Sakallı Nurettin Paşa’nın kurtuluş savaşına muhalif gazeteci Ali Kemal’in de linç edilmesine seyirci kalmıştı. Atatürk 10. yıl nutkunda, Nurettin Paşa için çok olumsuz ifadeler kullanacaktır. Nurettin Paşa Medine Kutül Amare kuşatan ve Pontus ile Koçgiri isyanlarını çok sert bastırıp halka işkence eden gerici, şeriatçı bir komutan olarak tanınıyor. Nurettin Paşa’nın ismini duyurması I. Dünya savaşı sırasında Osmanlı ordusunun Irak’ta 15 bin İngiliz askerini kuşatarak esir almasıyla olmuştur. Osmanlı’nın Çanakkale dışında I. Dünya savaşında başarı kazandığı tek yer burasıdır.  Nurettin Paşa orada çarpışan Osmanlı ordusunun komutanlarından biriydi. Ama esas komutan Halil Paşa’dır. Osmanlı ordusu bu mücadelede 12 bin askerini kaybetmiştir.

Ali Kemal


Millî mücadele döneminde özellikle İstanbul basını Mustafa Kemal ve arkadaşlarını desteklememiş ve köşelerinde olumsuz yazılar yazmıştır. Bu muhalif gazetecilerin başını çeken zat, bir dönem Nazırlık da yapmış, İttihat Terakki karşıtı gazeteci Ali Kemal[182] idi. 1922’de savaş sona erdikten sonra Karakol cemiyeti üyeleri tarafından, berberde tıraş olurken derdest edilip, İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmak üzere bir trenle Ankara’ya doğru yola çıkarılan Millî Mücadele karşıtı muhalif gazeteci Ali Kemal’i İzmit’te, İzmit Valisi ve komutanı Sakallı Nurettin Paşa trenden indirir ve kendisi ile kısa bir görüşme yapar. Komutanın odasından çıkarılan Ali Kemal, karargâh önünde bekleyen askerler ve halk tarafından kafası çekiçlerle ve taşlarla kırılarak öldürülür (6 Kasım 1922). Cesedi, Lozan Konferansı’na giderken trenle İzmit’ten geçecek olan İsmet Paşa görsün diye istasyona asılır[183]. 

Ali Kemal’in Çocukları ve Torunları

İngiliz yanlısı ve Milli Müdafa karşıtlığı ile bilinen Ali Kemal’in ve ailesinin yaşamı ilginçliklerle dolu. Ali Kemal, 1903 yılında eğitim amaçlı bulunduğu İsviçre'de kendisinden 10 yaş küçük Wnifred'e âşık oldu. Wnifred'in annesi İngiliz, babası İsviçreli idi. Evlendiler, nikahı papaz kıydı. Wnifred Müslüman olmadı ama, Ali Kemal eşine Fitret adını verdi. İlk çocukları bir aylıkken öldü. Sonra Selma ve Osman doğdu. Eşi Fitret 1909 yılında henüz 26 yaşındayken vefat edince Ali Kemal bunalıma girdi. Bir süre kayınvalidesinin yanında İngiltere Wimbledon'da yaşamaya çalıştı. Ama yapamadı. Çocuklarını kayınvalidesi Margareth'e emanet etti, şartları uygun hale gelince çocukları yanıma alacağım dedi ve İstanbul'a döndü.

Birinci dünya savaşı sonunda İstanbul işgal edildi, memleket yangın yerine döndü. Ali Kemal çocuklarını getiremedi. Anneanne Margareth torunlarını İngiliz kültüründe yetiştirdi. Osman adını Wilfred olarak değiştirdi ve askeri pilot oldu. İkinci dünya savaşında gösterdiği cesaret ve yararlılık nedeniyle İngiliz Üstün Liyakat Madalyası aldı, evlendi bir oğlu oldu. Torunu doğdu adını Boris koydular.

Şimdi diyeceksiniz ki, Boris diye İngiliz olur mu, Rus adına benzemiyor mu? Haklısınız… Tam adı, Alexander Boris de Pfeffel Johnson. Annesiyle babası Meksika'da tatildeyken, annesi hamile, doğum belirtileri ufak ufak başlıyor, telaşlanıyorlar. Meksika'da doğum yapmak istemiyorlar. Havalimanında bilet bulmaya çalışırken, Rus bir iş adamı iyilik yapıyor, kendisine ait New York biletini hediye ediyor. New York'ta doğum oluyor, iyiliksever Rus'un hatırasına doğan çocuğun adına Boris adı ilave ediliyor, Boris büyüyor, gazeteci oluyor, siyasete atılıyor, Muhafazakâr Parti'den milletvekili oluyor, Londra belediye başkanı oluyor. Ve Dışişleri bakanı, Başbakan oluyor.

Dedesinin babası Ali Kemal gazeteciydi. Aynı zamanda Sultan Vahdettin ile birlikte İngiliz Muhipleri Cemiyeti'nin kurucusuydu. Milli Mücadeleye düşmandı. “Avrupa ile başa çıkmayı hangi Asya kavimi başardı ki, biz başarabilelim” diye gazetesinde makaleler yazıyordu. Avrupalıların illa başımızda bekçi olarak dikilmesini istiyordu. Mustafa Kemal'den nefret ediyordu, milletin başına bela olarak görüyordu, “onunla tokalaşmak, eşkıyaya el uzatmaktır” diyordu. Hatta… “Derme çatma bir ordu, dövüşüp duruyorlar, zırzoplar, tam istiklal isteriz diye tutturmuşlar, halbuki ne demiş Arap, elhekmü limen galebe, galibin dediği olur, işte bu kadar” diyordu. Hızını alamıyor, Mustafa Kemal’cileri “sevinçle” şöyle tarif ediyordu: “Çanlarına ot tıkanıyor, moralleri pek düşük, çoğu yalınayak, teçhizatları noksan, gerçi birkaç kamyonları var ama, hepsi kullanılmaz halde, motorları bozuldu mu tamir edilemiyor, benzinleri yok, yedek parçaları yok, taşıma için ancak mandaları var, Mustafa Kemaller faydalı hiçbir işe yaramazlar, hamdolsun sayıları azdır, hastalanmış uzuv gibi kesip atmalı!”

Böyle bir haindi...

“Berduş” diyordu Mustafa Kemal'e… “Medeniyet dünyasını aleyhimize çevirmek için Anadolu'da havsalaya sığmaz delilikler, cinayetler işliyor” diyordu. “Eyy müslüman kardeşlerimiz, teşkilat-ı milliyeye aldanmayınız, bolşevik kafası taşıyan yurtsuz serserilerdir bunlar” diyordu. “Bu millici mahluklar kadar, başları ezilmek ister yılanlar hayal edilemez, düşmanlar onlardan bin kere iyidir” bile diyordu.

Neticede…Bedelini ağır ödedi. Linç edildi.

Çocuklarını İngiltere'de bırakıp İstanbul'a döndüğünde, ikinci evliliğini yapmıştı. Kendisi 44 yaşındayken, Tophane Müşiri Zeki Paşa'nın 18 yaşındaki kızı Sabiha'yla nikahlanmıştı. Bir oğlu daha oldu. Ali Kemal öldürülünce, Sabiha Hanım oğluyla birlikte İsviçre'ye gitti. Oğlu orada hukuk tahsili yaptı. Üniversiteyi bitirince “memlekete döneceğim” diye tutturdu. Aile büyükleri itiraz etti, “seni yaşatmazlar orada” diye dil döktüler ama, nafile… Bindi trene, Ankara'ya geldi. İngilizce, Almanca, Fransızca bilen, donanımlı bir gençti. Dışişleri bakanlığının memuriyet sınavına girdi. Kazandı.

Cumhurbaşkanımız, İsmet İnönü idi. Dışişleri sınavını kazananların dosyalarını getirdiler, masasına bıraktılar. Paşa, birinin üzerinde “menfi” notunu gördü. “İşe alınması muvafık değildir” yazıyordu. Sakıncalı'ydı yani, uygun değildi. Açtı dosyayı, okudu. Kırmızı kalemle belirtilmişti, Ali Kemal'in oğluydu. Çizdi menfi'nin üstünü, müspet yazdı, çizdi muvafık değildir'in üstünü, muvafakat ediyorum yazdı, imzaladı. “Devlete kin yakışmaz, biz bu cumhuriyeti kanla kurduk ama, insanla büyüteceğiz ben bunu Gazi'den öğrendim” dedi. Bahsi geçen Ali Kemal'ın oğlu Zeki Kuneralp idi. Paris, Bern, Londra, Madrid büyükelçimiz oldu. Dışişleri bakanlığı Müsteşarımız oldu. Ali Kemal, Amerikan kışkırtmasıyla doğu'daki şehirlerimizi altın karşılığında Ermenilere satmamızı öneriyordu. Kadere bakın ki, oğlu Madrid'de Asala'nın saldırısına uğradı, makam otomobiline ateş açıldı. Zeki Kuneralp otomobilde değildi, eşi Necla Kuneralp'le birlikte, bacanağı emekli büyükelçi Beşir Balcıoğlu ve İspanyol makam şoförü Antonio Torres hayatını kaybetti.

Bitmedi…Ali Kemal'in torunu, Zeki Kuneralp'in oğlu Selim Kuneralp, babasına açılan yoldan yürüdü, Stockholm ve Seul büyükelçimiz oldu, AB daimî temsilcimiz oldu, Dünya ticaret örgütü daimi temsilcimiz oldu.

Çünkü, bu cumhuriyeti kuran liderler, kendilerine “başı ezilesi yılan, kesilip atılması gereken hastalıklı uzuv” diyen, “idam” edilmelerini isteyen vatan haininin suçunu, evladına çektirmemiş, sahip çıkmış, bağrına basmış, senden benden diye ayırmamış, ötekileştirmemişti...

Ayvalık’ın Kurtuluşu

26 Ağustos 1922 sabahı Türk orduları, Anadolu’daki Yunan işgaline son vermek için Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın ‘Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir. İleri’ emriyle Büyük Taarruza geçtiğinde Yunan savunma hatları kısa zamanda darmadağın edilmiş ve Türk süvarileri 13 gün içerisinde Ege Denizi’ne ulaşmıştı. Batı Anadolu’nun şehir, kasaba ve köyleri teker teker Yunan askerlerinden temizlenmektedir. Ayvalık’a ilk giren birlikler, Demirci Kaymakamı İbrahim Ethem (Akıncı) Müfrezeleridir. 12 Eylül 1922 günü Edremit üzerinden Ayvalık’a gelmişlerdir. Nizami birlikler ise 15 Eylül 1922’de Dikili üzerinden Ayvalık’a girmiştir. Bunlar 2. Süvari Tümeni’ne bağlı Yüzbaşı Galip Bey’in birlikleridir.

İbrahim Ethem Bey, İşgalden sonra Ayvalık'ın ilk kaymakamlığını yapacaktır.

Akıncı Müfrezeleri, Büyük Taarruzda yer almış, 30 Ağustos sonrası, kaçan Yunan askerlerinin kasaba ve köylere, yerli halka zarar vermesini önlemeye çalışmıştır. Özellikle Kuzey Ege’de yerleşimlere ilk ulaşan ve işgali sona erdiren bu birlikler olmuştur. Bu birliklerin bir kolu 4 Eylül’de Bigadiç’e, 6 Eylül’de Balıkesir ve Balya’ya, 7 Eylül’de İvrindi’ye, 8 Eylül’de Havran ve Burhaniye’ye, 9 Eylül’de de Edremit’e girmiştir.

Mudanya Mütarekesi ve İstanbul’un Kurtuluşu

İzmir’in kurtuluşundan sonra Türk Ordularının hedefi İstanbul ve Doğu Trakya oldu. Türk Ordusunun karşısında Boğazları kontrol eden İşgal ordusu vardı. Müttefikler, milliyetçi Türk orduları mevzilerine girerken paniğe kapıldılar. Türk ordusu İzmir’den Çanakkale istikametine yürüyüşe geçmişti. İngilizler dört yıl süren ateşkesten sonra uzaktaki İstanbul’u savunmak için savaşa girebilecekleri söylenince birden şoka girdiler. İngilizlerin dünya da en son istedikleri şeydi bu ve kendilerine bu duruma sokan hükümetten kurtulma eğilimindeydiler. İngiliz kabinesi, Türklerin Gelibolu yarımadasını almaları durumunda kazandıklarının hepsinin kaybetme endişesine düştü. Gelibolu yarımadasının Türklerin yeniden eline geçmesine asla izin vermeyeceklerini belirtiler. Ancak Eylül ortalarında Yunan birlikleri de ortadan kaybolmuştu. İngilizler için doğrudan savaş kaçınılmaz gözüküyordu. Türk ordusu ise Çanakkale’ye doğru ilerliyordu. İngilizler, İngiliz Milletler Topluluğu’na bağlı ülke başbakanlarına ilettikleri yazıyla yardım istediler. İngiliz Hükümeti kamuoyuna bir bildiri yayınlayarak Türklerin tehditini ortadan kaldırmak için ortak bir askeri harekete başlamak üzere Fransa, İtalya ve Dominyonlarla görüştüklerini açıkladı. Bu bildiriye İngiliz halkının tepkisi sert oldu. Gazeteler ‘Bu savaşı durdurun’ manşetleriyle çıktı. Kanada ve Avustralya Başbakanları asker göndermeyi reddettiler. İşçi sendikaları, Başbakanın evine kadar giderek protesto ettiler. Bu durum karşısında İngiliz Hükümeti geri adım attı ve Fransa ile görüşerek Türklerin istekleri olan Doğu Trakya ve Çanakkale, İstanbul boğazları meselesini kabul etmeye razı oldu. Bu sırada Çanakkale’de İngiliz ve Türk orduları karşı karşıya gelmişlerdi. Fransız ve İtalya birlikleri çadırlarına çekildiler, küçük bir İngiliz birliği kendilerine ateş açılmadıkça yanıt vermeme emriyle dikenli telin arkasında nöbete geçti. Her gün bölgeye yeni Türk birlikleri gelmeye devam etti. Eylül sonunda tarafsız bölgede 4.500 Türk askeri vardı. İngiliz istihbaratı 29 Eylül’de Kabine’ye, Sovyetler tarafından zorlanan Mustafa Kemal Paşa’nın ertesi gün saldıracağını bildirdi. Haber yalandı ama İngilizler inandı. İngiliz Hükümet’i Çanakkale Boğaz komutanına ateşle karşılık verme emri verdi. Ama sağduyulu İngiliz komutanı ateş etmediği gibi Türkler ile bir ateşkes antlaşmasına vararak krizi sonlandırdı.

Uzun süren pazarlıklardan sonra 11 Ekim sabahı, 14 Ekim gece yarısından itibaren yürürlüğe girmek üzere Mudanya’da bir ateşkes imzalandı. Meriç Irmağı’nın doğusunda kalan Trakya bölgesinin Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kontrolüne bırakılması üzerine mutabakata varıldı. Önemli konular toplanılacak barış konferansına bırakıldı. Mustafa Kemal Paşa Misak-ı Milli’de belirlediği ve o zamandan beri bağlı kaldığı koşulları elde etmişti. Anadolu ve Trakya’da bağımsız bir Türkiye kurulacaktı. Türk ordusu çok geçmeden İstanbul’u, Çanakkale’yi ve doğu Trakya’yı ülkeden çıkan Müttefiklerden teslim aldı.

Türkiye Cumhuriyeti Kuruluyor

Türkiye Büyük Millet Meclisi 1 Kasım 1922’de saltanat ile hilafeti ayıran ve saltanatı kaldırıp hilafeti devlete tabi dini bir role indirgeyen yasayı çıkardı. Sultan Vahdettin’e halife unvanını kullanmasına izin verilmekle birlikte artık padişah olmadığı bildirildi. Vahdettin 17 Kasım 1922’de İngiliz savaş gemisi HMS Malaya’la bir daha hiç dönmeyeceği İstanbul’u terk etti. Kuzeni II.Abdülmecit 24 Kasım 1922’de halifeliğe atandı. İstanbul’daki son İtilaf Devletleri kuvvetleri de 2 Ekim 1923’de şehri terk etmesinin ardından 13 Ekim’de Ankara genç Türkiye’nin yeni başkenti ilan edildi. Ardından 29 Ekim 1923’te de TBMM, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilan eden bir yasayı geçirdi ve Türkiye’de cumhuriyet rejimi başladı. TBMM 3 Mart 1924’te hilafet ile birlikte Abdülmecit’in halifeliğine de son vererek Osmanlı hanedanın ülke dışına çıkarılmasını kararlaştırdı. Artık genç Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı ile son bağlarını da koparmış oluyordu.  

Kazım Karabekir Paşa Ayvalık’ta

Mübadele heyecanın yaşandığı günlerde, 11 Eylül 1924 Perşembe günü 1. Ordu Müfettişi Kazım Karabekir Paşa, Hızır Reis gambotuyla Ayvalık’a gelmiş ve 14 Eylül’e kadar Ayvalık’ta kalmıştır. Paşa’nın notlarına göre Ayvalık’ı İsviçre gölleri ve kasabaları gibi hoş bir kasaba olarak bulmuş. Kentte 17 fabrika olmasına rağmen faaliyette yalnızca 2 sabun fabrikasının olduğunu üzülerek belirtiyor.

‘Toplam nüfus 21 bin. Misafir olduğumuz Çamlık’taki hane pek latif. Ayvalık’taki askeri kuvvetleri ve mektepleri teftiş ettim.’

Gambotların yavaşlığından ve fazla duman çıkartarak çok uzaktan belli olmasından duyduğu rahatsızlığı Ankara’ya bildirdiğini belirtiyor ve kaçakçı motorlarının daha hızlı olduğundan söz ediyor. Günümüzde olmayan beyaz tuğladan yapılmış 30 metre yüksekliğinde işgalden kurtuluşu simgeleyen bir abideden bahsediyor.

Resim 6-8 Kazım Karabekir Paşa, Şevket Osman Karaca’nın sabunhanesinin önünde. Paşa’nın sağında Ayvalık Kaymakamı H. Ragıp Bey[184] görülüyor.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk Ayvalık’ta

Ayvalık Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti başkanı Şevket Osman (Karaca)[185] Bey, 29 Ekim 1923’de TBMM’de Cumhuriyetin ilan edilmesinin ardından, Ayvalık halkı adına Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya bir kutlama telgrafı çekmiştir. Mustafa Kemal kutlama mesajına teşekkürlerini 31 Ekim tarihinde iletmiştir. Ayvalık Ticaret Odası’nda 15 Mart 1928 tarihinde yapacağı kongresine Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa, Başbakan İsmet (İnönü) Paşa ve Meclis Başkanı kazım (Özalp) Paşa’yı davet eden telgraflar çekmiş ve her birinden teşekkür yanıtları almıştır.

Türkiye’nin ilk Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 13 Nisan 1934 Cuma günü Ayvalık’a gelmiştir. Kent ulu önderi büyük bir coşku ile ve heyecanla karşılamıştır. Atatürk’ün bölgeye gelmesinin nedeni saldırgan bir dış politika izleyen Mussolini’nin Ege sahillerimizde hak iddia etmeye başlamasıydı. Paşa Ege sahillerindeki askeri birlikleri denetlemek için bölgeye gelir. Yanında 1. Ordu Müfettişi Fahrettin (Altay) Paşa ve 2. Ordu Müfettişi İzzettin (Çalışlar) Paşa vardır. Mustafa Kemal’in bu gezisi yabancı basında da ilgi çekmiş birçok gazeteci tarafından ilgiyle izlenmiştir. Atatürk ‘Bana çizmelerimi giydirmesinler’ sözünü bu demeçlerinin birisinde söylemiştir. 8 Nisan 1934 Pazar günü Uşak, Salihli, Kasaba (Turgutlu), Akhisar üzerinden Manisa’ya gelir. Ertesi gün Menemen ve Foça’ya geçer. Buradan bir vapurla akşam saatlerinde İzmir’e gelir. 10-11-12 Nisan günlerinde İzmir ve çevresindeki, Gaziemir, Selçuk, Seferihisar, Bornova’daki askeri birlikleri teftiş eder ve yöredeki okulları ziyaret eder. 13 Nisan 1934 Cuma günü saat 8:00 de Çanakkale’ye doğru İzmir’den yola çıkar. İzmir Valisi Kazım (Dirik) Bey bu ziyarette Bergama’ya kadar refakat eder. Atatürk Bergama ziyaretinde antik kenti de gezmiştir.

Resim 6-9 Gazi Mustafa Kemal Paşa maiyetiyle birlikte Bergama Akropolünde. 

13 Nisan günü Ayvalık, Atatürk’ü karşılamak için geçeceği tüm yolları temizlemiş bayraklar ile donatmıştır. Geceyi geçirme olasılığına karşın Şevket Osman Karaca’nın Sakarya Mahallesi’ndeki evi ikameti için hazırlanmış tüm Ayvalık halkı İzmir yolundan kente giriş yapacağı Yedi Kuyular mevkiine toplanmıştı. Yaşananları Anadolu Ajansı özetle şu şekilde anlatmıştı:

‘Saat 18:00 de Ayvalık’a gelen Gazi Hazretleri’ne yapılan karşılama çok muazzam ve muhteşem olmuştur. Şehir baştan başa donanmış, taklar yapılmıştı. Gazi Hazretleri şehrin girişinde otomobilden indiler. Her taraftan alkış tufanı koptu. Halkın heyecanı karşısında Reisicumhur Hazretleri uzun müddet yaya yürüdüler. Sonra otomobil ile çam tepesine çıktılar. Cumhuriyet Halk Fırkası binasında bir süre dinlenmiş ve kendisine çay ikram edilmiştir. Gazi Hazretleri 19:30 da Edremit istikametinde yollarına devam etmiştir.’

Ayvalık halkı o gün Ata’sıyla birlikte yürüdüğü Altınova Caddesi’nin adını ziyaret günü anısını canlı tutmak için 13 Nisan caddesi olarak değiştirmiştir.

Resim 6-10 Gazi Mustafa Kemal Atatürk Ayvalık’ta

Resim 6-11 Atatürk’ü bekleyen Ayvalık halkı 13 Nisan 1934

Yunanlılar Atatürk’ü 1934 Nobel Barış Ödülüne Aday Gösteriyor

12 Ocak 1934 günü, Yunanistan eski Başbakanı Eleftherios Venizelos, kendisini askeri ve diplomatik alanda yenilgi üstüne yenilgiye uğratan Türkiye Cumhurbaşkanı Atatürk’ü, ‘Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermiştir. Venizelos’un Nobel Ödül Merkezi’ne yazdığı adaylık teklifi şöyleydi:

‘Nobel Barış Ödülü Komitesi’nin Sayın Başkanı

Oslo 12 Ocak 1934

 

 …Mustafa Kemal Paşa’nın ulusal hareketinin düşmanlara karşı 1922 yılındaki zaferinden sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, gelecekteki barış için yeni ve korkulu tehlikeler ortaya çıkaracak, bu hoşgörüden yoksun ve yerleşmemiş bu duruma kesin biçimde son vermiştir.

 …Hak ve din kavramlarının karıştırıldığı teokratik bir rejim altında çökmekte olan bir imparatorluğun yerini ulusal, çağdaş, canlılık ve hayat dolu bir devlet almıştır. Büyük reformcu Mustafa Kemal Paşa’nın itici gücüyle, sultanların mutlakıyet rejimi kaldırılmış ve devlet açıkça laik olmuştur.

…Düşmanlık içinde geçen uzun yüzyıllar boyunca Türkiye ile kanlı savaşları sürdürmüş biz Yunanlılar, eski Osmanlı İmparatorluğu’nun yerini alan bu ülkedeki köklü değişikliğin etkilerini ilk olarak duyabilme fırsatını elde ettik. Küçük Asya felaketinin hemen ertesinde, savaştan bir ulusal devlet olarak çıkmış ve yeniden sağlığına kavuşmuş Türkiye ile anlaşma olanağını görerek, ona elimizi uzattık ve o da bunu içtenlikle kabul etti ve sıktı. Barış isteğini besledikleri takdirde, en tehlikeli anlaşmazlıkların ayırdığı halklar arasında anlaşma olanağı için bir örnek oluşturacak bu yakınlaşmadan, iki ülke için olduğu kadar, Yakındoğu’da barış düzeninin korunması için de yalnızca olumlu sonuçlar ortaya çıkmıştır. İşte; barış sorununa bu değerli katkıyı sağlayan kişi, Türkiye Cumhuriyeti Başkanı Mustafa Kemal Paşa’dır.

 Yakındoğu’da barış yolunda yeni bir çağ açan Yunan-Türk anlaşmasının imzalandığı dönemde, 1930 yılındaki Yunan Hükümeti’nin başkanı sıfatıyla, şimdi Nobel Barış Ödülü Komitesi’nin seçkin üyeleri önünde, Mustafa Kemal Paşa’nın adaylığını, bu onur ödülüne layık olarak önermekten şeref duymaktayım.  En derin saygılarımın kabulünü rica ederim.’

1934 Nobel Barış ödülü ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ diyen sadece kendi ülkesini değil savaştığı ülkenin de mutlakiyetten cumhuriyete evrilmesine neden olmuş Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e değil İngiliz İşçi Partisi kurucularından Arthur Henderson’a verilmiştir.  

Resim 6-12 Venizelos’un Atatürk’ü ziyareti[186] (Ekim 1930). 

Cumhurbaşkanı Celal Bayar Ayvalık’ta

Atatürk ve İnönü’den sonra 1954 yılında Ayvalık'ı ziyarete gelen Cumhurbaşkanı Celal Bayar.

Resim 6-13 Sabuncugil ailesi Celal Bayar ve yakınlarıyla, Ali Hikmet Paşa Tepesi’nde ağaçlar arasında[187] .

Anadolu Yenilgisi Sonrası Yunanistan’daki Durum

Yunan ordularının Anadolu’daki yenilgisi Yunanistan’da siyasal krize yol açtı. 1922 yılı eylül ayında Yunanistan’da iki kara ve bir deniz albayının liderliğinde bir darbe oldu. Hükümet 26 Eylül’de istifa etti. Kral Konstantin ertesi sabah tahtından indirildi yerine oğlu H. Georgeios tahta çıktı. Darbeci subaylar, savaşta kritik görevde bulunan politikacı ve askerleri Savaş Divan’ında yargıladılar. Karar 28 Kasım 1922’de açıklandı. Sanıklardan sekizi ihanetten suçlu bulundu. İkisi yaşam boyu hapse mahkûm oldu. Aralarında Başbakan Gounaris’in de olduğu diğer altısı ölüm cezasına çarptırıldılar. Lozan görüşmelerindeki diplomatik temsil görevi eski başbakan Venizelos’a bırakıldı. Venizelos, Lozan’dan Yunanistan’ın en az kayıpla çıkması için çaba sarf etti. Lozan Antlaşması’na karşı Yunanistan’da büyük tepkiler meydana geldi. Ekim 1923’te de askeri yönetime karşı bir darbe girişimi oldu ama bu girişim başarısız kaldı. Askeri yönetim kralın tahttan feragatini talep etti. Bunun üzerine Kral II.Georgeios Aralık 1923’te ülkeyi terk etti. Yapılan seçimlerin ardından Venizelos yeniden yönetime geldi. 25 Mart 1924’te Yunanistan’ın bağımsızlık kazanımının anma gününde Yunanistan’da cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyetin ilk yılları farklı liderlerin önderliğinde krizlerle geçti. 1932’ye kadar süren Venizelos yönetiminde oldukça istikrarlı bir dönem yaşandı. Bu dönemde Türkiye ile Yunanistan arasında mübadeleyle ilgili sorunlar çözülerek 30 Ekim 1930’da bir dostluk antlaşması imzalandı.  Venizelos Ankara’ya gelip Mustafa Kemal Paşa’yı ziyaret etti. Bu arada Hitler’in iktidara gelmesi ve Mussolini İtalya’sının Balkanlar’ı tehdit etmeye başlaması üzerine Yunanistan, Türkiye ile 1933’te bir antlaşma imzaladı. Daha sonra diğer Balkan ülkeleri Romanya ve Yugoslavya’nın da katılımıyla Balkan Paktı kuruldu.

Megali İdea

Osmanlı Devleti tebaası olarak yüzyıllarca varlıklı bir hayat süren Rumların, 19. yüzyıl başlarında, Batı’daki gelişmeler ekseninde ‘Megali İdea’ ülküsü ile hareket etmeye başladıkları görülmektedir. Esasen Batılı aydınlar tarafından telkin edilen bu ülkünün gerçekleşebilmesi Osmanlı Devleti’nin yıkılması ile mümkün olabilirdi. Osmanlı Devleti’ndeki imtiyazlı durumları Rumların rahat bir ortamda, bağlı bulundukları devletlerine karşı teşkilatlanmalarını sağladığı gibi Osmanlı devlet idaresindeki zaaflar da Rum taşkınlıklarının gerekçelerini hazırlamıştır. Dünya kamuoyunda, Fransız İhtilali’nden sonra haklı istekler bağlamında görülen bu ve benzeri misyonların tarihi zemini, Batılı aydınların Avrupa’yı yeniden yaratma düşüncesi ekseninde oluşturulmuştur. Avrupalı aydınların, Yunan düşüncesini/felsefesini yeniden diriltmek arzuları, Yunan Megali İdeası’nın fikri zeminini hazırlamıştır. Yunan bağımsızlık düşüncesinin oluşumunda ve yaygın hale getirilmesinde Kilise belki de en önemli rolü oynamıştır. Kilise, bir dini kurum olmaktan ziyade her zaman Yunan ırkının gelenekleri, hayalleri ve özleyişlerinin temsilcisi gibi hareket etmiştir. Bu nedenle isyanın hemen her safhasında kilisenin aktif bir rol üstlendiği görülmektedir. Çok kültürlü yapıdaki devletlerin dağılmalarını sağlayacak olan milliyetçilik ideolojisi, büyük devletlerin dış politikalarında merkeze yerleşmiş ve bu ideoloji, kurulmak istenen yeni dünya düzeninde büyük devletlerin emperyalist amaçlarını kamçılamıştır. Dolayısıyla ülkede yaşayan gayrı Müslim unsurların tahrik edilmesi ve ayaklandırılması, Batılı devletlerin, Osmanlı Devleti’nin parçalanması için takip ettikleri politikanın bir parçası olmuştur. Osmanlı Devleti’ndeki imtiyazlı durumlarına rağmen Rumların hayal ettikleri gibi bağımsız bir devlet kurmaları maddeten ve siyaseten mümkün değildir. Ancak 1821’de isyan başladıktan sonra kısa sürede başarı kazanmaları ve bağımsız bir devlet olmaları, Osmanlı tebaası olan Rumların tek başına kendilerinin elde ettikleri bir başarı olarak değerlendirilemez. Bir başarı varsa o da Osmanlı’nın düşmanı ve Rumları tahrik eden devletlere aittir. Büyük devletlerin desteği ile Bizans ve Pontus topraklarında bağımsız bir Yunan devleti kurmak isteyen Megali İdea, bu topraklarda tek bir Türk ve Müslüman bırakılmamasını hedef göstermekte gecikmemiştir. İsyanın başlamasından çok geçmeden, Mora’daki şehirlerin hemen hepsi isyancıların eline geçmiş ve her yerde Müslümanlar acımasızca kılıçtan geçirilmişlerdir. Mora’nın merkezi durumundaki Tripoliçe’de girişilen katliamlar, ilerleyen yıllarda devam edecek olan Yunan politikası için olduğu kadar emperyalist devletler için de örnek teşkil edecektir. Dolayısıyla Balkanlardaki Türk varlığının sökülüp atılması için emperyalizmin başvurduğu ‘Türklerin soykırıma tabi tutulmalarının’, 19. yüzyılın başlarında planlanmış ve uygulanmaya konulmuş bir politika olduğu açıktır.

Böylece Yunanlıların 3 bin yıllık rüyaları Megali İdea hazin bir sonla sona erdi. Bu olay Yunan halkında o kadar derin izler bırakmıştırki tüm dünya halkları önemli savaşlarının sonundaki zaferleri kutlarlarken Yunanlılar her yıl kutlayamadıkları Megali İdea zaferi yerine hareketin başlangıcını kutlarlar. Bu yenilgiyle birlikte Anadolu’da yaşayan ve Büyük Yunanistan hayaliyle Yunan ordularını destekleyen yüz binlerce Rum ile Türkler arasındaki ilişkiler tamamen bozuldu. Rumların önemli bir kısmı Türk ordularının ilerleyişi karşısında Yunanistan’a kaçmak zorunda kaldı. Geri kalanlarla Yunanistan’da yaşayan Müslümanlar 1923’te imzalanan ve Lozan Barış Antlaşması’na[188] da eklenen sözleşmeyle mübadele edildi. Yunanistan’ın Anadolu’daki yenilgisi Yunan tarih yazımında ‘Küçükasya felaketi’[189] diye adlandırılmakta ve önemli bir yer tutmaktadır. Bu felaket ile megali idea politikası fiilen sona erdi.


ANTİK PERGAMON KENTİ

Bergama adının aslı Luwi dilinde Parga(u)ma ögelerinden üretilmiş, ‘Yüksek Yerin Halkı’ anlamında Pargama'dır. Pergamon akropolündeki ilk yerleşim izleri MÖ VII. yüzyıla kadar gitmektedir. Mitolojiye göre Pergamon adı Troia savaşlarına kadar geriye gidiyor. Troia’ın yakılıp yıkılmasının ardından Hector’un eşi Andromache, Akhalılar tarafından tutsak edildi ve Achilles’in oğlu Neptolemus ile evlendirildi. Çiftin üç çocuğu oldu. Bu çocuklardan Pergamos, Pergamon’u kurdu. Şehrin ismi ilkçağda Pergamon’a sonradan da Bergama’ya dönüştü. Pergamon yüksek yer, kale anlamındadır. Pergamon, eski çağlarda Mysia bölgesinin önemli merkezlerinden biriydi. MÖ 282-133 arasında da Pergamon Krallığı'nın başkentiydi. Pergamon adı, bir söylence kahramanı olan Pergamos'tan gelir. Pergamos'un, Teuthrania kralını öldürdükten sonra kenti ele geçirdiği ve kendi adını verdiği iddia edilir. Başka bir söylenceye göre de Teuthrania Kralı Grynos savaşta Pergamos'tan yardım istemiş, zaferden sonra iki kent kurdurarak birine onun onuruna Pergamon, ötekine de Gryneion adını vermiştir. Hellenistik dönemin en önemli kültür ve sanat merkezlerinden olan Pergamon kenti Roma egemenliği döneminde Asya eyaletinin merkeziydi.

Resim 6-14 Pergamon Akropolisi ve arkasında baraj gölü

Pergamon’un Tarihçesi

MÖ 560 yılında bölge Lidya Kralı Kroisos’un kontrolü altındaydı. Birkaç yıl sonra Pers Kralı Kyros, Kroisos’u yenerek tüm Anadolu’yu ele geçirdi. Persler Anadolu’yu dört satraplığa bölmüşlerdi: Ionia, Hellespont, Cilicia ve Lydia. Bölünmeye göre Pergamon, Lydian satraplığına bağlı Mysia eyaletine bağlıydı. MÖ 362’de Anadolu kentlerinin bazıları Pers Kralı Artaxerxes’e karşı isyan başlattılar. Kendilerine lider olarak da Atina Kralı ile yakınlığı olan Mysia satrapı Orontes’i seçtiler. Orontes karargahını Pergamon’da kurdu önce Perslere karşı pek çok zafer kazandıysa da sonradan yenildi.

MÖ 334'te Çanakkale üzerinden Anadolu’ya giren Makedonya kralı Büyük İskender Pers Kralı III.Darius’u Granikos ırmağı (Biga çayı) kenarında yendi ve böylece Batı Anadolu kontrolü altına girdi. Büyük İskender, Pergamon'un yönetimini savaşta ölen Pers komutanlarından Memnon'un dul eşi Barsini'ye verdi. Bu karar halkta İskender ile Barsini arasında bir ilişki olduğuna dair söylentilere neden oldu. Nitekim MÖ 310’da Pergamon’u yönetecek Heracles bu ilişkiden doğdu. Büyük İskender MÖ 323’de ölünce imparatorluğu komutanları arasında paylaşıldı. Büyük İskender’in komutanlarından General Lysimachus Güney ve Batı Anadolu’yu aldı. Lysimachus kentin yönetimini subaylarından Philetairos’a bırakmıştı. MÖ 282 yılında Lysimachus savaşta öldürülünce, Philetairos yönetime el koydu ve yaklaşık yüz elli yıl sürecek olan Pergamon Krallığının temellerini attı.

Pergamon Kralı Philetairos (MÖ 343-263) MÖ 2. ve 3. yüzyıllarda Anadolu'da Toros Dağları'ndan Marmara Denizi'ne kadar uzanan bir alanda egemen olan Pergamon Krallığı'nın ve bu Krallığı yöneten Attalos Hanedanı'nın kurucusudur. Büyük İskender MÖ 323'de öldüğünde Philetairos yirmi yaşındadır ve Büyük İskender’in topraklarını paylaşma kavgasına düşen komutanlarında Lysimakhos Trakya’da, Antigonos Frigya’da, Seleukos Suriye’de hükümrandır. Philetairos, önce Antigonos’a hizmet eder, o savaşta öldürülünce Lysimakhos’un emri altına girer. Kısa zamanda güvenilir bir kişi olur. Lysamakhos 9.000 talent'lik, yaklaşık 2.700.000 Cumhuriyet altını değerindeki hazinesini, Pergamon kalesinde koruması için Philetairos’a teslim eder. Philetairos, Lysimachos'a MÖ 282 yılına kadar hizmet eder. Lysimachos'un üçüncü karısı Arsione ile anlaşmazlığa düşünce Suriye Kralı Seleukos'un tarafına geçer. Bir yıl sonra Seleukos Lysimachos'u Manisa yakınlarındaki Korypedion'da yenip öldürür. Birkaç ay sonra da Arsione, Trakya'da Seleukos'a tuzak kurdurur ve öldürtür. Lysimachos’un servetine el koyan Philetairos bu durumdan yaralanır. Seleukoslarla iyi geçinir ve Pergamon yarı otonom bir kent devleti olur. Kyzikos (Erdek), Pitane (Çandarlı), Kyme (Aliağa) gibi komşu kentlerle dayanışma içine girer. Anadolu'yu haraca kesen Galatlarla savaşır. Çevresini yavaş yavaş genişletirken Pergamon Akropolü’nü kalın ve yüksek surlarla çevirir, silah ve mühimmat depolar, paralı askerlerden güçlü bir ordu kurar. Pergamon'a Athena kültünü getirir. Spor merkezi, Pergamon’un yakınlarında Yunt Dağları’na Anadolu’nun Ana Tanrıçası Magna Mater (Kybele) adına bir tapınak kurar. Annesi Boa onuruna, Pergamon tepesinin eteklerinde, bereket ve hasat tanrıçası Demeter’in tapınağını yaptırır. Hadım bir asker olan Kral Philetairos’un varisi olmadığı için Lysimakhos’un kardeşi Eumenes'in aynı adlı oğlu I. Eumenes'i evlat edinir ve onu varis yapar. Geride temelleri atılmış bir krallık bırakarak MÖ 263'de ölür.

Pergamon Krallığı'nın ikinci yöneticisi, Attalos Hanedanı'nın kurucusu Philetairos'un varisi I. Eumenes (MÖ 263-241) dir. Pergamon bir krallık olacak kadar geniş alana yayılmadığından kral olarak değil bey olarak adlandırılır. Hüküm sürdüğü dönemde, küçük bir kent devleti olan Pergamon'un çevresine tutunmasına, komşu kentlerle dostluğun gelişmesine çalışmıştır. Attalos Sote, Pergamon Krallarından Attalos Hanedanı'nin üçüncü üyesi olarak MÖ 241-MÖ 197 yılları arasında hüküm sürdü. Attalos Hanedanı'ni kuran Filetairos'un küçük kardeşi Attalos'un torunudur. Babasının adı da Attalos'dur. Annesi Selevkos İmparatorluğu kızı Antakyalı prenses Antiochis'tır. Kyzikoslu Apollonis ile evlenmiş ve Eumenes, Attalos, Filetairos, Atheneaos (annesinin babasının ismi) dört oğlu olmuştur. Orta Anadolu'ya yerleşen ve tüm Anadolu'yu haraca kesen Galatlar'a karşı savaşmış ve büyük bir zafer kazanmıştır. Bu nedenle kendine ‘söter’, ‘kurtarıcı’ unvanı verilmiştir. Küçük bir kent devletçiği olan Pergamon'un sınırlarını genişletmiş ve ‘Kral’ (basileos) unvanını almıştır.

Pergamon Kralı II.Eumenes (MÖ 197-159) Pergamon Kralı I. Attalos ile Kraliçe Apollonis'in oğludur. Kapadokya Kralı IV.Ariarathes'in kızı prensesi Stratonike ile evlendi. Antakya merkezli Selevkos İmparatorluğu'nun Anadolu'daki genişlemesini müttefiki olduğu Romalıların desteği ile durdurdu. MÖ 190'da bugünkü Manisa yakınlarındaki Magnesia ad Spyllium'daki Magnesia Savaşı'nda Selevkos İmparatoru III.Antiokus Magus'un ordusuna karşı Romalı müttefikleri ordusu komutanı Konsül Lucius Cornelius Scipio ve (Afrikali Scipio adı verilen) kardeşi Publius Cornelius Scipio komutasındaki Roma Cumhuriyeti ordusu ve müttefiki olan Bergama kralı II.Eumenes ile birlikte Romalılar çok üstün bir galibiyet kazandılar. MÖ 188'de Afyon, Dinar yakınlarındaki Apamea'da yapılan barış antlaşmasıyla Batı Anadolu'daki egemenliğini pekiştirdi. Ama o zamana kadar büyük kısmı Selevkoslar tarafından idare edilmekte olan Anadolu'nun içişleri de tümüyle Romalı idaresi eline geçti. II.Eumenes MÖ 160'da ciddi olarak hastalandı. Devlet işlerini idare etmek için kardeşi II.Attalos'u kendine ortak kral tayin etti. MÖ 159'da Bergama'da öldü. Varisi olan oğlu Attolos küçük yaşta idi. Romalıların teşviki ile kardeşi II. Attolos olarak Pergamon Krallığı tahtına çıktı ve II. Eumenes'in dul karısı Stratonike ile evlendi. Yöneticilik yaptığı süreçte, zamanla 200.000 kitaplık bir birikime sahip olacak Pergamon Kütüphanesini büyüttü. Kuzu ve keçi derilerinden yapılan ve bugün parşömen olarak bilenen Pergamene Karte'nin geliştirilmesinin ve kullanılmasını yaygınlaştırdı. Pergamon'u bir kültür merkezi yaptı.

II.Attalos Pergamon kralı olarak MÖ 160–138 yılları arasında hüküm sürdü. Pergamon Krallarından olan, Attalos Hanedanının beşinci üyesi Κral I. Attalos ile Kraliçe Apollonis'in oğlu, II. Eumenes'in kardeşidir. Ağabeyi II. Eumenes'e olan bağlılığından ve sevgisinden dolayı ‘Kardeşini seven’ olarak anılır. Kardeşi II. Eumenes ölünce vasisi III. Attalos küçük olduğundan, ağabeyinin karısı kraliçe Stratonike ile evlenerek kral oldu. Krallığı sırasında Selevkos, Makedonya ve Bitinya krallıklarıyla savaştı. Bir yandan ülkesinin sınırlarını genişletirken bir yandan da ülkeyi büyüttü. Bu süreçte Romalılar ve Kappadokia Krallığıyla birlikte davrandı. Filedelfia (Alaşehir -Manisa-) ve Attalia (Antalya) kentlerini kurdu. Atina’daki ünlü ve görkemli Attalos Stoa’sı, iki katlı galeri, II.Attalos ve eşi Stratonike tarafından inşa edilmiş önemli yapılardan biridir. Modern zamanlarda, 1950’lerde ünlü Rockefeller ailesi tarafından restore ettirilen bu yapı, günümüz Atina’sında ayakta duran en önemli antik yapılardan biridir. Özgün yapıda, galerinin orta kısmının önünde, II. Attalos’u bir Quadriga, dört atlı araba üzerinde gösteren bronz bir heykel vardı. Eşi Stratonike’nin de stoa’da bir heykeli olduğu sanılıyor.

Pergamon Krallığının son Kralı, Attalos Hanedanının altıncı üyesi III.Attalos MÖ 138-MÖ 133 yılları arasında hüküm sürdü. Κral IΙ. Eumenes ile Kraliçe Stratonike'in oğludur. Annesine olan bağlılığından ve sevgisinden dolayı ‘Annesini seven’ olarak anılır. Amcası II. Attalos ölünce kral oldu. Diğer Pergamon Kralları’ndan farklı olarak, kuşkucu ve zalim davranışları nedeniyle hem kendi halkı hem de komşu halklar tarafında nefret edilmesine yol açıldı. Adı kötü ve dengesize çıktığından III. Attalos'a ilişkin fantastik söylentiler, anlatılar yayılmıştı. Yazılanlara göre kraliyet bahçelerine tıbbi bitkiler ekip yetiştirip, bunların meyvelerini ve meyve sularını incelemeyi kendine iş edinmişti. Zamanla bu çabayı öyle ilerletmiştir ki, çeşitli zehirli bitkiler üzerine uzman olmuştu. Zamanla ilgisini tarımla uğraşmaktan farklı alanlarla kaydırdı, pirinç ve metale çekiçle şekiller vermekle, balmumuyla modeller yapmakla vakit geçirdi. Zaten, Justınus’a göre ‘annesi için bir anıt yaparken güneş çarpması sonucu hastalanıp yedinci gün ölmüştür.’ MÖ 133 yılında öldüğünde bir vasisi olmadığından geriye, Pergamon Krallığını Romaya bırakan bir vasiyet bırakmıştır. Strabon'un, ‘Kraliyet ailesine mensup saygın bir kişi’ olarak tanıttığı, kendini II. Eumenes'in oğlu olduğunu söyleyen Aristonikos bu kararı tanımamış ve kendisi Pergamon Kralı III.Eumenes adını alarak Romalılara isyan etmiştir. Ancak MÖ 129’da Romalılar tarafından yakalanıp idam edilmiştir.

Başta Roma Asya Eyaleti'ne bağlı bulunan Pergamon, Roma İmparatoru Diocletianus dönemindeki düzenlemeyle Yeni Asya Eyaleti'ne dahil edildi. Roma imparatorluğunun ikiye ayrılması, çöküş döneminin başlangıcı oldu. Hristiyanlığın yaygınlaştığı yıllarda Batı Anadolu'daki 7 kiliseden biriydi. Bizanslılar zamanında kent, Ephesos Başpiskoposluğu'na bağlandı. Yedinci yüzyılda, yörede kalabalık bir Ermeni-Yahudi göçmen kolonisi bulunuyordu. Kent, 716'da Arap akınlarıyla karşı karşıya kaldı. Araplar, Akropolis'i ele geçirerek, bir yıl kadar burada kaldılar ve 717'de Pergamon'dan ayrılarak kuzeye ilerlediler. 1306'da Karesi Beyliği'nin yönetimine giren Pergamon, 1341'de Osmanlı topraklarına katıldı.

Acropolis Yapıları

Yazılı belgelerde Pergamon'dan ilk kez MÖ 4. yüzyılın başlarında söz edilir. Kent daha sonra Pergamon Krallığı'nın başkenti oldu. Bu dönemde saray, tapınak, tiyatro gibi yapılarla yapıldı, kent kule ve surlarla çevrildi. Pergamon, krallığın Roma'ya bağlanmasından sonra da Batı Anadolu'nun sayılı kentlerinden biri olarak kaldı. Eski kentin kalıntılarını, 1870'lerde Batı Anadolu'da demiryolu döşenmesinde çalışan Alman mühendis Carl Humann buldu. Pergamon'da ilk araştırma ve kazı çalışmalarına da 1878'de başlandı. Kazılar ve onarım çalışmaları günümüzde de sürmektedir. Pergamon, 2014'de UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak tescil edildi.

Resim 6-15 Pergamon kent modeli

 

Resim 6-16 Acropolis yapılarının günümüzdeki kalıntıları

Athena Tapınağı

Kentin koruyucusu sayılan akıl ve savaş tanrıçası Athena adına yapılan Athena Tapınağı, Akropol'ün en önemli mekânıydı. Tiyatro’nun üzerindeki geniş terasın üzerinde bulunan bu tapınak, MÖ 4. yüzyılda Dor düzeninde yapılmıştı. Kısa kenarında 6 adet uzun kenarında 10 adet olmak üzere 16 adet Dorik sütundan oluşuyordu. Bugün sadece temelleri mevcuttur. Pergamon’un en eski tapınağıdır.

 

Resim 6-17 Athena tapınağı solda tasviri resmi sağda bugünkü hali 

Kazılarda Athena Tapınağı’nın birçok parçası Berlin'e götürülerek aslına uygun biçimde orada yeniden kurulmuştur. Pergamon'da ise yalnızca temelleri kalmıştır. Athena Tapınağı’nın güneyindeki bir terasta Zeus Sunağı yer alıyordu. Bölümlere ayrılmış cellası (kült odası) etrafı Dor tarzı sütunlarla çevriliydi. Tapınak, Zeus ve Kent tanrıçası Athena'ya adanmıştı. Sütunlu galeriler II. Eumenes döneminde kralın Galatlar ve Makedonyalılara karşı kazanılan başarıların anısına yapılmıştır. İki katlı galerilerin, üst katlan İon, alt katları Dor düzenindedir. Arka duvarlarda heykel konulması için nişler vardı. Üst katlardaki mermer korkuluk yüzeylerinde, kabartma olarak düşman Galatların silahları betimlenmiştir. Yapıyı; Kral Eumenes'in Athena'ya adadığı sanılmaktadır.

Zeus Sunağı

Zamanının muhteşem Zeus Altar’ının bulunduğu terasta bugün sizi üç çam ağacı bekliyor. Altar’ın kendisi bu topraklardan koparılarak gitmiş ama ruhu buralarda kalmış.  Bergama kentine hâkim olan bu ağaçlar, rüzgârın her esişinde, bu toprakların bağrından parça parça kesilerek sürgüne götürülmüş sunağa, tanrılara ve vatanları Pergamon’un çalınmış kültür ve tarihine sessiz sessiz, ağlar gibidirler…

 

Resim 6-18 Zeus Altarı 

Zeus Altar’ının bulunduğu alan Athena Tapınağı’nın güneyinde bir alt terasta yer alıyordu. Alter’ın yapısı etrafı sütunlarla çevrili 70x77 metrelik bir dikdörtgen formundaydı. Pergamon kralı II. Eumenos (MÖ 197-159) döneminde prestij ve tapınma amaçlı mermerden inşa edilen bu muhteşem sunak, sanat değeri emsalsiz heykel duvar kaplamalarıyla antik çağdan kalan anıtsal mimari yapılar arasında çok önemli bir yere sahiptir. Bu sunak aslında bir zafer anıtıdır. Pergamon krallarının Galatlara karşı MÖ 165-156 yılları arasında kazandıkları zaferleri ölümsüzleştirmek için yapılmış ve Baş tanrı Zeus ile onun savaş ve akıl tanrıçası sevgili kızı Athena’ya adanmıştır. MÖ 4. yüzyılda Fransa üzerinden Balkanlara göç eden barbar Galatlar (Keltler), MÖ 277’de Anadolu’ya saldırdı. Bütün Batı Anadolu kentlerine korkulu günler yaşattıktan sonra, Ankara yöresinde kendi adlarını verdikleri Galatya’ya yerleşti. Galatlar kent yaşamını pek sevmeyen, gaddar ama alçak gönüllü göçebe bir kavimdi. Yüncülük, çadır dokumacılığı ve içki yapımıyla ünlüydüler. Özellikle et kurutma işinde rakipsizdiler. Yaptıkları kendilerine özgü çok lezzetli ekmek türüne Galat Ekmeği adı verilmişti. Zeus Sunağı’nı çevreleyen harikulade kabartmalarda tanrılarla devlerin savaşları konu edilmiştir. Bu kabartmalar sanki Yunan mitolojisindeki devlerin ve tanrıların bir resmigeçididir. Bu kabartmalarda yıldırımlar yağdıran baş tanrı Zeus’un yanında, hayvan ve avcıların tanrısı Artemis’i, denizler tanrısı Poseidon’u, hatta devlerle çarpışmayı göze alan güzellik ve aşk tanrıçası Afrodit’i bile görebilirsiniz.

Resim 6-19 Zeus Altarı – Pergamon Müzesi Berlin 

120 m uzunluğunda 1,20 m yüksekliğinde bu kabartmalarda tanrılar ve devler, mitolojideki bütün özellikleri taşımaktadır. Sakallı, yılan bacaklı ya da kanatlı ellerinde taş ve sopalar bulunan son derece vahşi ve saldırgan devlerle, okları, yayları, baltaları, aslan, kartal ve köpekleri ile Tanrılar, kıyasıya savaşmaktadırlar. Kazanan tanrılar Pergamonları, kaybeden devler ise düşman Galatları simgelemektedir. Merdiven önü ve yanlarındaki frizler 2,30 metre yüksekliğindedir. Hellenistik heykelin en tipik özellikleri olan, kıvrılıp bükülen vücutları, acı hüzün ve keder gibi duyguları ifade eden tutkulu yüz ifadeleriyle başta Zeus olmak üzere hemen hemen bütün Yunan tanrıları bu muhteşem heykel frizinde yer almaktadır. Sunağın içindeki kabartmalarda ise Pergamon’un efsanevi kurucusu Telephos’un yaşam öyküsü anlatılmaktadır. Hıristiyanlığın ilk devresinde ve Bizans devrinde bu büyük eser önemini yitirmiş taşları kent duvarının tahkimatında kullanılmıştır. Anıtsal yapı, üçlü podyum üstündeki mermeri çevreleyen at nalı biçiminde sütunlu galeriden oluşmaktadır.

Kutsal mezarlık Heroon

Büyük bir kale görünümündeki Akropol’ün ana kapısına varmadan solda Heroon'un kalıntıları vardır. Boyutları 18x21 metre boyutlarındaydı. I. Attalos ve II. Eumenes’i onurlandırmak için yapılmıştı. Heroon, Antik Yunanistan'da bir kahraman ya da yarı tanrı adına yapılmış ve çevresi sütunlu bir galeriyle çevrili kutsal mezar yerlerinin adıydı. Heroon’da, dinsel törenin yapıldığı oda (6x2 m boyutlarda kült odası) geniş bir ön galerinin arkasındaydı. Heroon’un kuzeyinde Hellenistik dönemden kalma bir dizi dükkândan oluşan uzun bir yapı bulunuyordu. Ana girişi güney batıdadır; ayrıca kuzeybatı da bir kapısı daha vardır. Asıl odası, avludan ayrılmış geniş bir ön galerinin arkasındadır. Roma döneminde duvarları mermer ile kaplanmıştır. Heroon da gömüte rastlanılmamıştır. 


Kütüphane

Athena Tapınağı'nın kuzeyinde dört salonlu bir kütüphane vardı. Burası Hellenistik dönemin en büyük kitaplıklarından biriydi. Kütüphanede ‘Pergamon derisi’ olarak adlandırılan parşömen üstüne yazılmış 200 bin kitap bulunduğu bilinmektedir. Romalı asker ve devlet adamı Marcus Antonius, MÖ 41'de kitapların tümünü Mısır Kraliçesi Kleopatra'ya armağan etmiştir. II. Eumenes, kuzey galerinin doğusuna Hellenistik dönemin en büyük kitaplıklarından birini yaptırdı. Girişi kuzey galerinin ikinci katındaydı, dışarıya açılmıyordu. Günümüzde ki kalıntılar da kitaplığın birinci katı ile galerinin ikinci katı belirgindir. Kitaplığın doğusunda ki bölüm okuma salonudur. Kuzey duvarın ortasında ki podyumda, Berlin'deki Pergamon müzesinde saklanan Athena Parthenos heykelinin bir küçük örneği durmaktaydı. Okuma salonu ahşap damlıydı; duvarların üst bölümündeki pencerelerden ışık alıyordu. Antik kayıtlara göre, Antonius MÖ 41’de 200 ruloyu içeren büyük kitaplıktaki yapıtları, Kleopatra'ya armağan etmiştir. Yandaki resimde Pergamon Kütüphanesinden Bakire Athena heykeli gözükmekte MÖ 15-200, Pergamon Müzesi Berlin.


Yukarı Agora

Zeus sunağının güneyinde, bir teras aşağıdadır. Agora kare biçimindedir; güney ve kuzey doğusunda Dor düzeninde sütunlu galerilerle çevrili L şeklinde bir yapıdır. Agora'daki yapılardan ancak batısındaki küçük tapınak ile sunak günümüze gelebilmiştir. Mimari parçalara göre tapınak, prosrylos (önündek sütunlar olan tapınak tipi) planlı ve karmaşık düzendedir. Kuzeyde, yolun agora dan çıktığı, niş biçimli yapının altında, Zeus Sunağını bulan Carl Humann'ın (1839- 1869) gömütü vardır. Agora'da toplanan halk, siyaset ve ticaretle ilgili konuları yönetimle görüşüp konuşuyordu. Agora’nın kuzeybatısında Agora Tapınağı bulunuyordu. Akropol'ün en yüksek yerinde Pergamon krallarının sarayları yükseliyordu. Günümüze bu sarayların yalnızca zemini ve temelleri ulaşmıştır. Sade görünümlü bu yapılarda odalar sütunlu bir avlu çevresine sıralanıyordu.

Saraylar

Şehre sur kapısından giridiğinizde solda Athena Tapınağı ve Trajan Tapınağı, sağda şehir duvarları boyunca Krallık sarayları yer alır. Roma döneminde saraylar bir din merkezi haline gelince yıktırıldı. Trajan Tapınağı’nın yapımı sırasında da saraylar zarar görmüş ve bazı kısımları tapınağın alında kalmıştır. Hellenistik dönemde evlerde Peristyle denilen sütunlarla çevrili orta avlu olması çok yaygındı. 40 metre boyutlarındaki peristyle ların etrafı oturma odaları, yemek odası ve yatak odasıyla çevrili olurdu. Sarayların iç duvarları freskolar ve mozaiklerle süslüyken dış yüzeyleri çok sadeydi. Dış duvarlarda pencere olmazdı eve ışık sadece merkezdeki perstyle dan girerdi. Philetairos, I. Attalos, II. Eumenes ve II. Attalos’un sarayları sıra halindeydi. 


 
Dionysos Tapınağı

Tiyatro terasındadır. 25 basamaklı podyum üstündeki tapınak, iyon düzenindedir. Yalnız ön yüzünde sütunlar bulunan andezitten yapılan tapınak daha sonra mermere çevrilmiştir. MÖ 2. yüzyılda yapılmış ve Roma döneminde de kullanılmıştır. Üzerindeki meyilli arazide tiyatro yer almaktaydı. Tapınak güneye bakmaktaydı. Dionysus eğlence tanrısıydı ve Tapınak bu nedenle tiyatronun yakınına inşa edilmiştir.

  

Resim 6-20 Dionysos tapınağı

 Demeter Kutsal Alanı

100x50 metrelik alana kuruludur. Philetarios ve kardeşi Eumenes anneleri Boa için yaptırmışlardır. Andezitten inşa edilmiş olan tapınak, Roma döneminde mermer ekle prostylos plana dönüşmüştür. Andezit sunağın iki yanı, kabartma kıvrımlarla bezelidir.

Resim 6-21 Demeter tapınağı. Solda tasviri resmi sağda bugünkü hali 

Hellenist galeriye Roma döneminde Krinth ya da lon düzeninde ekler konulmuştur. Galerinin doğusunda, dinsel oturma törenlerin izlenmesi için 800 kişilik oturma yeri bulunmaktadır.

Hera Kutsal Alanı

Hara kutsal alanı Gymnasion'un kuzeyinde, iki teras üstündedir. Ön odanın baş tabanındaki yazıttan, II. Attalos döneminde Hera Basilea için yapılmıştır. Tapınak, podium üstünde, iki yanı korkuluklarla çevrili dört sütunlu Dor düzeninde ve yapının ön yüzü güneye dönüktür. Kült odasında Zeus’un ya da II. Attolos'un olabileceği sanılan büyük bir erkek heykeli bulunmuştur. Tapınağın batısında yuvarlak oturma bankı ile heykel kaidesi, doğusunda sütunlu galeri yer alır.

Tiyatro

Bergama tiyatrosu, çok dik bir yamaca dayalı, Hellenistik dönem mimarisini yansıtan 10 bin kişilik bir yapıdır. İmparator ve yüksek rütbeli görevlilere ayrılmış en alt sıradaki bölüm mermer, üst yanı andezittir. Tiyatro terasına, güneyde yer alan üç kemerli kapıdan girilir. Sağında ve solunda Dor düzeninde galeriler yer alır. Antik Çağ'ın en dik tiyatrolarından biridir.

Resim 6-22 Tiyatro ve Bizans döneminden kalma kule.

 Athena Tapınağı'nın batısındaki dik yamaçtaki Hellenistik dönemde yapılan tiyatronun uçuruma bakan ön tarafı setlerle güçlendirilmişti. Tiyatronun ahşap bir sahnesi vardı ve bu sahne sökülüp takılabilecek biçimde yapılmıştı. Akropolün bir başka tapınağı olan Dionysos Tapınağı, tiyatro terasının kuzeyindeydi. 25 basamakla çıkılan bir podyum üzerinde bulunan tapınağın yalnız ön yüzünde sütunlar vardı. Bugün Orta Kent denilen yerleşme, eski Pergamon kentinin bir başka bölümüydü. Kentin yukarı bölümü Akropolde, daha çok kral ailesi ile yöneticiler, aydınlar ve komutanlar oturuyordu. Orta Kent ise halkın rahatlıkla girip çıktığı yerdi. Burada doğrudan devlet yönetimiyle ilgili olmayan yapılar, gençler için spor alanları, halka açık tapınaklar bulunuyordu. Orta Gymnasion'un batısında gençlerin eğitim gördüğü yapılar vardı. Uzun koşu yolu doğuda Herakles ve Hermes'e adanmış tapınağa açılıyordu. Yarışmalarda başarılı olan gençlerin adları tapınağın duvarlarına yazılırdı. Küçük çocukların eğitimine ayrılan Aşağı Gymnasion, 80 metre uzunluğunda bir terasa kurulmuş yapılardan oluşuyordu.

 Pergamon Gymnasium

Pergamon, Hellenistik dünyanın şimdiye kadar bilinen en büyük gymnasiumuna sahipti. Bir antik kentte gymnasium yalnız beden eğitimine yönelik değildi, aynı zaman da bir okul ve üniversiteydi. Başka kentlerden seçkin hatipler sık sık konferans vermek üzere gymnasiuma davet edilirdi. İmparator Hadrian döneminde (MÖ 117-138), bir Gymnasiarkh’ın yönetiminde yedi gymnasium olduğunu yazılıyor. Bugün üç farklı terasta üç gymnasium tespit edilmiştir. Bunlar değişik yaş gruplarına ayrılmış, yukarı, orta ve aşağı gymnasium alanlarıydı. Yapılar kentin güneydoğu yamacında, yer almaktadır. En üst terasta büyük bir sütunlu avlu, orta terasta yanları çevrili, oldukça ince ve uzun bir alan; en alttakinde de küçük, gelişi güzel çevrili bir alan vardı. Yazıtların bulunuş durumlarından alttaki terasın çocuklara, ortadaki terasın delikanlılara üstteki terasın gençlere ayrılmış olduğu anlaşılmaktadır. Ana teras en üstteydi, genişliği 80 metre, uzunluğu 210 metre idi; orta teras yaklaşık 150 metre boyunda, en çok 40 metre enindeydi; en alt teras ters üçgen biçimi ile, 75 metre uzunluğa ve 10-25 metre genişliğe sahipti. Güneydeki kent kapısına göre Aşağı Gymnasium 50 m., Orta Gymnasium 74 m., Yukarı Gymnasium ise 88 metre yükseklikte idi.


  Asklepios Tapınağı

Yukarı Gymnasion'un batısında yer alan Asklepios Tapınağı’nın günümüze yalnızca temelleri ulaşmıştır. Apollon’un oğlu hekimlik tanrısı Asklepios adına yapılan tapınak dinsel özelliklerinin yanı sıra tıp alanında araştırma ve deneylerin gerçekleştirildiği bir okuldu. Hastalar, bitkilerden elde edilen ilaçlar, ameliyat, su ve çamur banyolarının yanı sıra, spor, müzik, eğlence ve telkin yoluyla tedavi edilirdi.

 


Resim 6-23 Asklepios Tapınağı solda tasviri resmi sağda bugünkü kalıntıları

Roma dönemi kalıntıları

Pergamon kentinin kuzeybatısı ile Bergama Çayı arasında Roma dönemi yerleşmesi bulunur. Burada 50 bin kişilik amfitiyatro ile 30 bin kişilik tiyatro vardı. Günümüzde Viran Kapı denilen kalıntılar tiyatronun ayakta kalan kemeridir.

Resim 6-24 Roma Tiyatrosu 

The Red Hall (Serapeum) Mısır tanrısı Serapis'e adanmış tapınak, eski Pergamon’un en büyük yapısıdır. Roma dönemi yapısıdır. Kırmızı tuğladan yapıldığı için Kızıl Avlu olarak da adlandırılır. Mısır kökenli yeraltı tanrısı olan Serapis’e adanmış olan tapınak İmparator Hadrian (MS 117-138) döneminde yapılmıştı. Anadolu’daki en büyük Roma tapınağıydı. MS 8. yüzyılda yaklaşık 1 yıl kadar Pergamon’da kalan Araplar tarafından yıkıldı.


Resim 6-25 Serapis Tapınağı 

Akropolün en yüksek yerinde 68x58 metre boyutlarında Trajanium/Trajan Tapınağı yer almaktaydı. Roma İmparatoru Hadrianus tarafından, ölmeden önce kendisini imparator ilan eden önceki imparator Trajan adına 125 yılında yaptırılmıştır. İmparator Hadrianus, ölen imparator Traianus’un küllerini Roma’ya götürdüğünde, onun için törenler düzenlemiş, onu ve kendisini tanrılaştırmıştı. 125 yılı civarında Pergamon’a geldiğinde önceki imparator Trajanium için Akropolde bir tapınak inşa ettirmiş ve bu tapınakta iki imparatora tapınılmasını sağlamıştır. Eskiden tapınağın içinde bulunan şimdi ise Berlin’de sergilenen mermer heykel başları bu iki imparatora aittir.

Resim 6-26 Trajan Tapınağı. 

Asya’nın en büyük Heykeltıraşlık Okulu Pergamon’daydı. Pergamon Zeus Sunağı adeta barok sanatının öncüsü niteliğindedir. Sunağın frizlerinde işlenmiş olan tanrılarla devlerin savaşı konusu Pergamonlılar ile Galatların savaşını anlatmaktadır. 

Almanlar 19. yüzyılın ikinci yarısından Osmanlı’nın son günlerine kadar Osmanlı topraklarında çok etkin oldular. İki emperyalist güç İngiltere ve Fransa, Almanlardan önce dünyanın pek çok yerini ele geçirmişti. Almanlar bu yarışta geride kalmıştı. Ayrıca Alman ürünlerinin en büyük alıcısı Rusya’da sanayinin gelişmesiyle Almanya yeni pazarlar aramaya başladı. Bu durumda en uygun bölge Osmanlı topraklarıydı. Osmanlı bürokrasisi daha önceki dönemlerde şahit oldukları Fransa ve İngiltere’nin acımasız kapitalist sömürgeciliğinden dolayı bu devletlere mesafeli bakıyordu. Ayrıca Almanya’nın giderek artan gücü, kurtuluşun Almanya ile olabileceğine inandırmıştı. Almanlar’da 1860’dan sonra başta demiryolu olmak üzere çeşitli alanlarda imtiyazlar elde ederek doğal kaynakları sömürmeye başladılar. Almanlar demiryolu hatlarının sağındaki ve solundaki 20 km alanda her türlü maden ve tarihi eser çıkarma imtiyazını almışlardı. Hatta Bağdat demiryolu hattını kendi çıkarlarını gözetecek bir güzergahta uzatarak tasarlamışlardı. Almanya’nın ekonomik gücü gün geçtikçe artırıyordu. Almanya 1886-1910 yılları arasındaki 15 yılda, çelik üretimi %1.335 oranında artmasına karşın üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya çelik üretimini aynı dönemde ancak %154 oranında artırabilmişti. Almanya’nin üretimi Büyük Britanya’nın üretiminin 8,6 katıydı.

Osmanlı Müze Müdürü Anton Dethier’in ölümü üzerine Osman Hamdi Bey’in Müze-i Hümayun Müdürü olarak atandığı 1881 yılında Muharrem kararnamesiyle Düyun-u Umumiye’yi kabul eden Osmanlı’nın iflası resmileşmiş oldu. Osmanlı’da ekonominin yönetimi yabancıların eline geçmişti. Osmanlı’nın borçları 2 milyar frankı buluyordu. Süveyş Kanalı’nın açılışıyla birlikte İngiltere’nin Osmanlı’yı gözden çıkarması, konferans masalarında İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Osmanlıyı paylaşma çabaları, Babıaliyi Almanlara doğru yöneltti. Bu şartlar içinde Almanlar Osmanlı topraklarında kolayca kazı izinleri alabiliyorlardı. Ama eserleri taşımak, Sultan izin bile verse, yasal değildi. Meclisin onayladığı yasa yürürlükteydi ve eser çıkışları kanunen yasaktı. Buna rağmen başta Osman Hamdi Bey olmak üzere üst düzey bürokratlar eserlerin yurt dışına çıkarılmasına göz yumuyorlardı. Almanlar kazılarını, İngiliz ve Fransızlar gibi arkeologlarla değil daha çok inşaat mühendisi ya da mimarlarıyla yapıyorlardı. Bunun sonucunda kazılar arkeolojik disiplinden uzaklaklaşarak, inşaat kazısıymışçasına hızlı bir şekilde devam ediyordu. Carl Humann’da bir inşaat mühendisiydi. Bergama’yı, Magnesia’yı (Aydın Germencik), Priene’yi (Aydın Söke), Millet’i (Aydın Didim), Tralleis’i (Aydın), Zincirli’yi bu tarzda kazdılar.

Carl Humann Berlin Kraliyet Akademisi’nden inşaat mühendisi olarak mezun olduktan sonra Samos (Sisim) Adası’ndaki Hera Tapınağı kazılarına katıldı. Kısa bir süre sonra Ephesus üzerinden Smyrna ve oradan İstanbul’a ulaştı. Burada yakın ilişki kurduğu Sadrazam Fuad Paşa himayesinde sık sık gezilere çıktı. Bu gezilerden birinde 1864-1865 kışında, Kydonias (Ayvalık) vardı. Dikili’den yürüyerek sadece beş saat mesafedeki Pergamon’u ziyaret etti. 1866 yazında Pergamon’u bir kez daha ziyaret eden Humann’ın bulduğu, bir adama saldıran aslan tasvirli büyük kabartmanın Gigantomachie (Mitolojik Yunan tanrılarıyla devlerin savaşı) olduğu Almanya’da anlaşılınca yeni sorumluluklarla görevlendirildi. 1869 yılından itibaren bölgedeki çeşitli yol inşaatlarını yönetmek için Pergamon’da bir merkez oluşturdu. Bu dönemden başlayarak tarihi eser biriktirmeye başladı.

Carl Humann’ın resmi kazıları 8 Eylül 1878’de başladı. Kazı heyetinde bölüşme komiseri olarak Vali yardımcısı Diran Efendi ile Osmanlı Bankası Müdürü W.Heintze bulunuyordu. Almanlar buluntuların üçte ikisini kendi ülkelerine götürmeyi planlamışlardı. Gigantomachie kabartmaları daha önce Almanlarca yaptırılan yol üzerinden kağnılarla Dikili limanına taşındı. Almanya, eserlerin Dikili’den İzmir’e güvenli bir biçimde taşınması için Comet zırhlısını Dikili’ye gönderdi. Kazıya devam edilirken, Zeus tapınağının temellerine ulaşıldı. Kral II. Eumenes’in (MÖ 197-156), Galatlara karşı kazanılan bir zaferden sonra yaptırdığı sunak, başta Zeus ve Athena olmak üzere tüm tanrılara adanmıştı. Yapı kare planlıdır (36x34 metre) ve zeminden dört basamak yüksektedir. Ortada bulunan 20 basamaklı anıtsal merdiven, adak odasına çıkmaktadır. 113 metre uzunluğundaki kabartmaların yüksekliği 2.3 metredir. Bu kabartma, devler ile tanrılar arasındaki mitolojik savaşı anlatır. Keltlerin (Galyalılar) Anadolu’yı işgaliyle başlayan direnişte, Bergamalı yöneticilerin askeri zaferini sembolize eden konular seçilmiştir.

Kazı izni 6 Ağustos 1879’da sona erdi. 16 Ağustos’da Alman sefaretinden alınan telgrafta, Osmanlı Hükümetinin kendi paylarına düşen eserleri satmak istediği belirtiliyordu. 1 Eylül’de tüm Athena ve Zeus gruplarını içeren 47 sandık Dikili’de gemiye yüklenmeyi hazır bekliyordu. Comet ile İzmir limanına taşınan eserler burada Llyod Vapur İşletmesinin Aquila Imperiale gemisiyle Trieste’ye oradan da Şubat 1879’da Berlin’e ulaştı. Carl Humann’ın 1883 yılına ait notlarında Osman Hamdi beyden şöyle bahseder:

‘Osman Hamdi Bey toplanan yazıt ve mimari örnekleri zaten bize bırakmıştı, Osmanlı müzesi için ayırdığı bölümü Konstantinapolis’deki yeni düzenlenen Güzel Sanatlar Okuluna götürmüştür; Berlin’de bulunan eserlerin devamı olan parçalar zaten imtiyaz antlaşması gereği bize söz verilmişti. Osman Hamdi Ekselansları Müze-i Hümayun için ayrıca, Pazar yerinde bulunan Gigantların savaşını canlandıran dev kabartma parçalarını ve buna ilaveten tiyatrodan çıkan maske ve girlandlarla süslü baştabanı/ana kirişi de talep etmiştir. İlk üç parçayı paketleyip Konstantinapolis’e gönderdik. Sonradan Padişah’ın (Sultan II. Abdülhamit) bu çok önemli parçaları Kraliyet Müzesine bırakmasına vesile olan elçiye sonsuz teşekkürlerimizi sunarız, bunların hepsi Osman Hamdi Bey’in desteğiyle gerçekleşti. Bu yüce davranışa karşılık hediye niteliğindeki, iki adet eksiksiz sayılabilecek Bergama’da bulunmuş Ammon ve Hermafrodit yontularıyla karşılık verildi.’

1896’da İzmir’de öldüğü için bir kilisenin bahçesine gömülmüş olan Humann’ın mezarı 1950’lerin ortalarında Ankara’ya gelen Alman Başbakanının, Pergamon sit alanına nakledilmesi isteği üzerine, dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in talimatıyla Zeus Sunağının yanına aktarıldı.

 



[160] İdamdan sonra TBMM 14 Ekim 1922’de Kemal Bey’i, Urfa mutasarrıfı Nusret Beyi ve Diyarbakır Valisi Reşit Bey’i ‘şehid-i millî’ ilân eder. Bunun üzerine dede Arif Bey Atatürk’ü makamında ziyaret eder. Orada ‘vatanın babası’ iltifatlarıyla karşılanır. Atatürk, torunlarını evlat edinmek istediğini söyler. Arif Bey ise, “Onlar bana oğlumun bediasıdır. Müsaade edin, bende kalsınlar. Nafakalarını karşılamanız yeterlidir.” der. Bu görüşmenin sonucu olarak TBMM’de kanun çıkarılır ve Beşiktaş’ta dört daireli bir apartman, Beyoğlu’nda bir ev ve kayd-ı hayat şartıyla tüm çocuklara maaş bağlanır.

[161] İtilaf Devletleri; İngiltere, Rusya ve Fransa'dan oluşmaktadır. Savaş başladıktan sonra İtalya da bu cepheye katılmıştır.

[162] Pamfilya, Anadolu'nun güneyinde Aksu çayının doğusundan başlayarak Antalya ilinin doğusuna kapsayan Likya ve Kilikya antik kentleri arasında kalan bölgedir.

[163] Kilikya, Anadolu'nun Alanya'dan başlayıp, doğuda Kinet Höyük'te son bulan, kuzeyden de Toros dağlarıyla çevrili alanı kapsayan antik bölgesidir.

[164] Filhelenizm ya da Yunanperverlik, özellikle 19. yüzyılın sonlarında yaygınlaşan ve Yunan kültürü sevgisini yansıtan bir fikir akımıdır.

[165] Rigas Velestinlis ya da Feraios, Modern Yunan Aydınlanması’nda önemli biri yeri olan, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Balkan Ayaklanmasının kurbanı, Yunan İhtilali’nin öncüsü, Yunan ulusal kahramanı yazar, politik düşünür ve ihtilalcidir.

[166] Sir Basil Zaharoff 1849’da Muğla’da Yunanlı ana babadan bir Osmanlı olarak doğmuştu. Batıda silah tüccarıydı. Uçak, gemi, silah malzemeleri imal eden Vickers fabrikası onundu. Monte Carlo’da kumarhaneleri vardı. Ticari hayatına İstanbul‘a gelen yabancı gemicilere rehberlik yaparak başlamıştı. 24 yaşında Atina’ya gitmiş İsveçli silah üreticisinin acentesi olmuş, savaş bölgelerindeki kirli pazarlıklarıyla inanılmaz hızla yükselmiş, Birinci Dünya Savaşı’nda inanılmaz servet yapmıştı. İngiltere başbakanı Lloyd George’un yakın dostu idi. İngiltere ve Fransa’da gazeteler satın almış bu yolla desteklediği kişilerin iktidara gelmesi için yayınlar yapıyordu. Fransa’da bankası vardı. Yunanistan’a Balkan Savaşları sırasında 2.500.000 dolar ve I. Dünya Savaşı yıllarında bu rakamın yarısı kadar para vermiş, ayrıca Amerika’nın Rum mültecilerini destekleme projesine binlerce sterlin bağışta bulunmuştu. Lloyd George ve Clemenceau üzerinde büyük etkisi vardı. Yunanistan’ın 1919-1922 Anadolu çıkarmasını o finanse etmişti. 

[167] Asıl adı Kalafatis idi. Bursa Tirilye doğumluydu. Heybeliada Ruhban Okulu’nu bitirdikten sonra Atina’da eğitilmişti. ‘Türk kanı içmek istiyorum’ diyecek kadar Türklerden nefret ediyordu. 1910 yılında Fener Patriği tarafından İzmir metropoliti olarak atanmıştı. Vaazlarında nefret tohumları ekiyordu, evini ve kiliseyi Rum çetecilere açmış, silah dağıtmıştı. Aya Yorgi yortusunda miting düzenlemeye kalkışınca Babıali’nin emriyle İzmir dışına sürgüne gönderilmişti. Zorunlu olarak İstanbul’da sekiz yıl ikamet edip kinine kin kattıktan sonra yeniden İzmir’e eski görevine dönmüştü. Kurtuluş Savaşı’nın sonunda ihanetininin bedelini ağır ödedi. 9 Eylül 1922’de linç edilerek öldürüldü. Aya Fotini kilisesi top ateşiyle yerle bir edildi.

[168] Hasan Tahsin’in esas adı Osman Nevres’ti. 1888 yılında Selanik’te dünyaya gelmiş, Mustafa Kemal’in de eğitim gördüğü Şemsi Efendi ilkokulundan mezun olmuştu. Paris’te Sorbonne Üniversitesi’nde sosyoloji okurken, Teşkilat-ı Mahsusa’ya katılmıştı. 1914 yılında Bükreş’te İngiliz ajanları Noel ve Charles Buxton kardeşlere suikast düzenlemiş, bu operasyona ‘Hasan Tahsin’ sahte pasaportuyla gitmişti. O günden itibaren hep o ismi kullandı. Gerçek Hasan Tahsin, subaylıktan ayrılmış bir gazeteciydi. Mustafa Kemal’in Harp Okulu’ndan sınıf arkadaşıydı. İstihbarat teşkilatı içindeki ikidar mücadelesinde öldürülmüş, kimliği Osman Nevres’e verilmişti. Osman Nevres, Buxton kardeşleri vurunca, tutuklanmış, beş yıl hapis cezası almış, iki yıl sonra serbest bırakılmış, İsviçre’ye geçmiş, 1918’de İzmir’e gelmiş ‘hukuk-u Beşer gazetesini çıkarmıştı. Düşmana ilk kurşunu sıkıp öldüğünde henüz otuz yaşındaydı. 

[169] Bugünkü Konak meydanında vapur iskelesinin bulunduğu yerde Sarı Kışla vardı.

[170] 1920 yılında Malta’ya sürülenler öncelikle Kemalistlerdi. Eski sadrazam Sait Halim Paşa, Meclis başkanı Halil Menteş, Mebusan Meclisi Reisi Hacı Adil Bey, Şeyhülislam Hayri Ürgüplü, bakanlar: Mithat Şükrü Bleda, Rauf Orbay, Kara Kemal, Ahmet Şükrü, tanınmış milletvekilleri:  Zülfü Tigrel, Arif Fevzi  Pirinççioğlu, Ali Çetinkaya,  valiler: Hasan Tahsin Uzer, ordu komutanları: Ali İhsan Sabis, Fahrettin Türkkan,  büyük yazarlar: Süleyman Nazif, Aka Gündüz,  seçkin profesörler: Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, gazete başyazarları: Celal Nuri İleri, Hüseyin Cahit Yalçın,

[171] Sultan Vahidettin'in başkanlığında toplanan Şüra-yı Saltanat 22 Temmuz 1920'de Antlaşma'nın onanmasına karar vermiştir. Dışişleri Nazırı Tevfik Paşa'nın, Türk topraklarını parçalayan, milli şeref ve haysiyetle bağdaşmayan bu antlaşmayı imzalamaması üzerine Damat Ferit Paşa tarafından görevlendirilen Reşat Halis Bey, Hadi Paşa ve Rıza Tevfik (Bölükbaşı) Bey Sevr Antlaşması'nı 10 Ağustos 1920'de imzaladılar.

[172] Sevr Antlaşması'na göre, Osmanlı İmparatorluğu parçalanıyor, Türk Milleti de yasama hakkından yoksun bırakılıyordu. Rumeli sınırımız aşağıda yukarı İstanbul vilayetinin sınır olarak tayin olunuyordu. Batı Anadolu (İzmir ve havalisi) Yunanlıları verilecekti. Güney sınırı ise, Mardin, Urfa, Gaziantep, Amanos dağları ve Osmaniye'nin kuzeyinden geçmekte ve bu sınırın güneyini Fransa'ya bırakmakta idi. Doğuda Bayazıt, Van, Muş, Bitlis ve Erzincan'ı içine alan bir Ermenistan, Irak ve Suriye arasında bir Kürdistan kurulacaktı. Bunun dışında, Türkiye'ye bırakılan topraklar nüfus mıntıkalarına ayrılmakta; İtalyanlar Antalya ve Konya, Fransızlar Adana, Sivas ve Malatya bölgesi üzerinde, İngilizler de Irak'ın kuzey kısmında nüfus bölgeleri tesis ediyorlardı.

İstanbul'da ise hükümet ve padişah oturacak fakat, İstanbul milletlerarası bir şehir olacak, Boğazlar'da ordusu, donanması, bütçesi ve organize kuruluşları ile bir komisyon bulunacaktı, Türklere bırakılan bölge, hakimiyet hakkı en ağır şekilde sınırlanmış, Ankara ve Kastamonu vilayetleri ve dolayları idi. Sevr'e göre, memleket dahilinde bulunan azınlık, Türklerden daha fazla haklara sahip oluyor, vergi vermeyerek, askeri hizmet yapmayarak imtiyazlı bir durumda bulunuyordu. Türk tabiyetinden çıkanlar birçok yükümlülüklerden kurtulduğu gibi, yeniden hiç kimse Türk tabiyetine de giremeyecekti.

Devletin askeri kuvveti, her bakımdan sınırlanarak azami miktar 50.700 kişi olacak; Tank, ağır top, uçak bulunmayacaktı. Askerlik de gönüllü olacak, donanma ise 7 gambot ve 6 torpidodan ibaret olup, donanmada denizaltı da bulunmayacaktı.

[173] 1922 yılında Anadolu’da Yunan işgaline uğrayan topraklar 100.000 kilometre kare genişliğindeydi ve ve bu topraklar üzerinde 3 milyon insan yaşıyordu.

[174] Büyük Millet Meclisi 19 Ağustos 1920 tarihli toplantısında, Sevr Antlaşması'nı imzalayan ve bunu onaylayan Şüra-yı Saltanat'ta bulunanların vatan hiyanetiyle itham olunarak vatansız sayılmaları kararını aldı. Aynı zamanda Büyük Millet Meclisi Hükümeti bu antlaşma ile kendini hiçbir surette bağlı görmediğini de ilan etti.

[175] Sivas Kongresi devam ederken Dersim Mutasarrıflığına atanan Osman Nuri Bey göreve giderken uğradığı Sivas’ta Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle hakkında soruşturma başlatıldı. Sivas’ta alıkonuldu. Mazhar Müfit Beyin kefil olması üzerine işlem yapılmayarak İstanbul’a gönderildi. Milli Mücadeleye olumsuz tavrını hayatı boyunca sürdürdü.

[176] Zübeyde hanım caddesi ile Gümüşlü caddesinin kesiştiği mevkiye

[177] Ali Çetinkaya, İstanbul’dan Ayvalık’a gelirken eşi iki aylık hamiledir. Ayvalık’a getiremez. İstanbul’a döndüğünde ise iki gün önce eşinin doğumda çocuğuyla birlikte öldüğü haberini alır.  

[178] Milislerden bazıları: Edremit Milis Kuvvetleri başkanı: Edremit Kaymakamı Hamdi Bey, Bölük komutanları: Seyitzade Seyit Bey, Orta Okul Müdürü Haydar Niyazi Bey; Burhaniye Milis Kuvvetleri başkanı: Müftü Hoca Mehmet Bey, Bölük komutanı HAcı Ali Bey;Havran Milis Kuvvetleri başkanı: Fabrikatör Fahri Zarboğlu, Bölük Komutanları:Hüseyin Hicinoğlu ve Havranlı Feyzi Kayalıoğlu; Pelitköy Bölük Komutanı: Pelit köylü Mehmet Demir; Gömeç Bölük Komutanı: Ferit Karzan, Bölük komutanları: Boşnak Süleyman Ilgaz ile Boşnak Kazım. Ayrıca Ali Beyin emrinde Ayvalık savunmasına hizmet etmiş Mehmet Dalgakıran Ağa vardı.

[179] Yaklaşık bir yıl tutsak tutulan General Trikopiskopis, Yunanistan’da tutuklu  Gavur Mümin adıyla bilinen ve Türkiye adına çok başarılı çalışmaları olan Atatürk’ün şahsi casusu ile takas edilecekti.

[180]  Arkantin’e gidince Buenos Aires'teki United River Plate Telephone Co.'ya gececi santral memuru olarak girdi. Ayrıca bir aile dostunun yardımıyla gündüzleri aile mesleği olan tütün işine girdi. Arjantin'de ithal Doğu tütünlerinin kullanımını yüzde 10'dan 35'e yükseltince telefon şirketindeki işini bıraktı. Tütün satışlarından aldığı yüzde 5 komisyonla iki yılda 100 bin Amerikan doları kazandı. 1925 yılında hem Yunanistan hem de Arjantin pasaportu aldı. 1928'de Yunan hükûmeti adına Arjantin'le bir ticaret anlaşması için görüşmeler yapmakla görevlendirildi. Ardından Yunanistan'ın Buenos Aires konsolosluğuna getirildi (1930). Bu arada sigara üretimi ve hammadde ticaretine de el atarak işlerini büyüttü. İş hayatındaki başarısıyla daha 25 yaşındayken milyon dolarlık servete sahip oldu. 1931'de deniz taşımacılığının bunalıma düştüğü bir sırada, Kanadalı Canadian National de Montréal şirketinden çok düşük bir bedel sayılabilecek 120 bin dolara altı yük gemisi satın aldı. Navlun ücretlerinin artırılmasından sonra başka gemiler aldı; 1936'da İsveç'te petrol tankerleri yaptırmaya başladı. II. Dünya Savaşı sırasında, gemileri ya bu ülkede bağlı kaldı ya da Müttefikler hesabına çalışırken battı. ZararıDeniz sigortacılığı şirketlerince ödenen Onassis, 1945'te yeniden çok büyük bir tanker filosu oluşturdu. 1940'larda ve 1950'lerde filosunu daha da genişletti. 1953'te Monte Carlo Kumarhanesi'nin yanı sıra tiyatrolar, oteller ve başka taşınmaz mallara sahip olan Société des Bains de Mer'in çoğunluk hisselerini satın aldı. Ayrıca, 1956'da Olympic Airways havacılık şirketini kurdu.

[181] Millî Mücadelede görev alan paşalardan tek sakallı o olduğundan kendisine “Sakallı Nurettin” lakabı verilen Nurettin Paşa’ya Konya Valiliği ve Yunan Cephesinin güneyindeki bölgenin kumandanlığı önerilir. Ancak bu görevi “pasif” diye reddettiğini söyler. Atatürk ise cephedeki olumsuz durumu fark ettiği için kaçtığı görüşündedir. Merkez Ordusu’nun komutanlığına atanır, Pontus ve Koçgiri isyanını suçlu suçsuz ayırmadan, teslim olanları dahi akıl almaz işkencelerle öldürerek büyük bir şiddetle bastırır. Meclis’te soruşturma açılır, Nurettin Paşa görevden alınır. Kurtuluş Savaşı’nda İzmir’e Birinci Ordu Kumandanı yapılır. Yunan askerlerini Kordon’da törenle karşılayan Metropolit Hrisostomos’u halka linç ettirir. İddiaya göre İzmir’i yakan da Nurettin Paşa’dır. Üç ay sonra da gazeteci Ali Kemal’i İzmit’te halka linç ettirir. Sonra siyasete atılır, propaganda broşüründe kendisini “İzmir Fatihi; Karahisar ve Dumlupınar Muharebeleri Galibi, Kutül Amare muhasırı (kuşatan), Bağdat müdafii; Yemen, Selmanipak ve Garbi Anadolu muharebeleri galibi” olarak tanıtır, peygamber soyundan geldiğini iddia eder.  Atatürk 10. Yıl Nutuk’ta Paşa ile ilgili idialara şöyle yanıt vermiştir:

-Paşa ‘Konyar’ namındaki Türk aşiretine mensup merhum Müşir İbrahim Paşa’nın oğlu olmanın yanı sıra Hazreti Peygamber soyundan ve Ayan Azası ‘’Şeyhülvükela’ Bursalı Rıza Efendi’den iniyormuş. Bu bilgilere ve ifade biçimine göre Mehmet Nurettin Paşa hem Türk hem de Arap oluyor!

-Nurettin Paşa’nın Rumeli’den İstanbul’a yürüyen Hareket Ordusu’na katıldığından da söz edilmektedir. Bu kuvvetlerle kurmay başkanı olarak Hareket Ordusu adını veren ve İstanbul’a kadar harekâtını düzenleyen ve yöneten ise bendim. Nurettin Bey’in bu kuvvetlere katılarak görev aldığını bilmiyorum.

-Paşa’nın İngilizlerden ele geçirdiği uçaklarla bir başarı elde ettiği söyleniyor ki, bu iddianın ne anlama geldiğini bilenler ne kadar gülünç olduğunu anlayacaklardır. ‘Kutülemareyi kuşatan Nurettin Paşa’ diye bir kart bastırıp (bir yerine) ‘bu sıfatı benden kimse geri alamaz ya!’ diye yazdığını görmüştüm.

-“Nurettin Paşa, okullardaki öğrenimi dışında ‘özel öğrenimler’ de görmüş ve 1893’te ‘Mekteb-i Harbiye’den çıkışta ‘Hassa Ordusu Kurmaylığına atanmış’ Oysa Nurettin Paşa hiçbir zaman ‘Erkan-ı harp’ tahsili görmemiş ve o sınıfa dahil olmamıştır.

-“Nurettin Paşa, Kutülemare’de İngilizlere yenildikten sonra gece gündüz karşılık görmeden yürüyerek, perişan bir surette Selmanipak’a kadar çekildi. İngilizler Paşa’yı Selmanipak’a kadar izlediler. Kafkasya’dan gönderilmiş olan birlikler orada İngilizleri karşıladı. Üç gün savaştıktan sonra Paşa yenilgiyi kabul etti...

-          Evet, ‘Kutülemare kuşatıcılığını kimse ondan alamaz ama böyle bir sıfatı ona veren de olmamıştır! Hak etmediği halde her başarıyı kendisine mal etmesi ahlaki bir tavır olarak görülemez! Gelecek kuşaklara havadan gelip, fatih olunabileceği gibi yanlış bir fikri miras bırakamayız...

-          Paşa albaylığa yükseldikten sonra 1908 yılı başlarında Selanik’te ‘Üçüncü Ordu Erkan-ı Harbiye Özel Şubesi Müdürlüğüne’ atanmış. Bu atamayı anlamak zordur. Çünkü, orduda böyle bir ‘özel şube’ yoktu.

-          İngilizlerle süvari teması dahi aranmadı. İngilizlerin de bu arada geri çekildiği öğrenilince Nurettin Paşa tekrar Kutülemare- Selmanipak yönünde ilerledi ama tertipsizlik, tedbirsizlik ve idaresizlik yüzünden ve şafak sökerken birliklerimiz düşmanın ateş baskınına uğradı. Erler, subaylar ve kumandanlardan birçok kayıp verildi.

[182] Londra Başbakanı Boris Johnson’un büyük dedesidir.

[183] Yazar Falih Rıfkı Atay ‘Çankaya’ adlı eserinde, İsmet Paşa’nın bu olaya çok kızdığını, Sakallı Nurettin Paşa’ya ağır sözler söylediğini, Mustafa Kemal Atatürk’ün de bu olaydan hep tiksinerek bahsettiğini yazar

[184] Ragıp Bey, mübadele işlemleri sırasında usulsüzlük yaptığı için görevden aldığı İskan Müdürü tarafından 1926 yılında Galata Köprüsü üzerinde öldürülmüştür.

[185] Şevket Osman karaca, Ayvalıklı ünlü bir sanayici ve iş adamıdır. Ticaret Odası ve Ayvalık Belediye Başkanlığı yapmıştır.

[186] Türkiye'yi ziyareti sırasında Yunanistan'ın Aris takımı da Türkiye'ye gelmiş ve Fenerbahçe ve Galatasaray ile iki özel maç yapmıştı. Bu maçlar, savaş sonrasında Yunan futbol takımları ile ilk temaslardı.

[187] Çamlık Kır kahvesinin bulunduğu tepe. Ali Hikmet Ayerdem (1877, 1939) Kurtuluş Savaşı'na katılan üst dereceli komutanlardan birisidir. Büyük Taarruz'da 2. Kolordu'ya komuta etti. Savaştan sonra milletvekili olarak görev yaptı.

[188] Lozan Antlaşması, Sevr Antlaşması’nın Yunanistan’a sağladığı kazanımları ortadan kaldırdığından Yunanistan’ın kurulduğu tarihten beri sürdürdüğü genişlemeyi durduran bir antlaşma oldu.

[189] Mikrasiatiki katastrofi


Comments