12 - ETNOĞRAFYA, MÜZİK ve TANINMIŞ KİŞİLER
Erkek Giyimi
|
Ayvalık’ta erkeklerin yaygın giyim tarzı kısa ve sarkık, koyu renkli şalvardı[246]. Vücudun üst bölümüne klasik gömlek yerine kordon ile çapraz bağlanan kanavetça giyiyorlardı. Bu gömlek Midilli’de yakasızdı ve boğaza kadar düğmeleri vardı. Bayram günlerinde yine çapraz bağlanan ve şalvar gibi keçe kumaşından yapılmış olan bir yelek giyerlerdi. Eğik tokayla çapraz bağlanan bu yelek[247], Midilli’de hem günlük hayatta hem de bayramlarda alışılmış bir giysiydi. Midilli’de erkeklerin yelekleri, özel bir koyu mavi renge sahip kumaştan yapılıyordu.
Yeleğin iliklenmesi için çok sayıda örgüyle kaplı yuvarlak düğmeler dikiliyordu, geniş bir yaka kesimiyle beraber köşelerde ve kenarlarda nakışlar bulunuyordu. Ayrıca koltuk altının aşağı bölgesine küçük eşyaların korunması için nakışlı bir cep dikilirdi. Bele ise siyah, kumaştan, 3-5 metre uzunluğunda ve yaklaşık yarım metre genişliğinde bir kuşak bağlanıyordu. Erkeğin dış görünüşünü, siyah örme çoraplar, burnu kalkık ayakkabılar, kalpak, kürklü bir başlık ve kış boyunca giyilen ağır yünlü paltolar tamamlıyordu. Özellikle Midilli’deki erkekler yanlarında neredeyse sürekli taşıdıkları bir tespih bulundururlardı. 19. yüzyılın sonlarından itibaren ise daha çok tüccarların ve Avrupa üniversitelerinde eğitim görmüş öğrencilerin etkisiyle Fransız tarzı giyinmeye başladılar.
Resim 12-3 Solda şalvarları kuşakları ve fesleriyle Giritli Türkler (1800’ler). Sağda nargile içen Giritli Türkler (1906).
Kadın Giyimi
Ayvalık yöresinde kadın giyiminin karakteristik parçası şalvar idi. Uzun ve çok geniş, pamuklu kumaştan yapılma, genellikle beyaz olan bu şalvarı kadınlar kendi başlarına tezgahlarda dokudukları ipliklerden dikiyorlardı. Ayvalık şalvarları çok genişti. Özel durumlarda bele altın renkte nakış işlemeleri olan ve uçları yanlardan sarkan bir kemer takılırdı.
Resim 12-4 Beyaz kadın gömleği renkli kaban, kırmızı bluz ve kırmızı şalvar.
Şalvarın üstüne bel kısmına doğru çok sayıda fırfırla daralan bir bluz giyerlerdi. Bluzun kolları, belli başlı zamanlarda giydikleri ve ev işi yapmaları gerektiğinde kollarını yukarı doğru sıyırmak zorunda kaldıkları gömleğin aksine kısaydı. Bu kıyafetlerin üzerine, kışın tokayla çapraz ilikledikleri yazın ise açık bıraktıkları koyu renkli parka giyerlerdi. Sonbaharda ise bluzların üzerinden ince entariler giyiyorlardı.
Ayrıca güçlü
soğuğa karşı direnmek için iç kısmı koyun derisiyle kaplı olan, ‘Kontoyuni’
adında kalın bir ceket giyerlerdi. Ayvalıklı kadınlar sadece kışın çok soğuk
olduğunda çorap giyerlerdi ve çorapların rengi mutlaka beyaz olmalıydı.
Ayakkabı olarak da burnu kalkık, ‘Yemenyes’ adı verilen pabuçlar giyerlerdi.
Resim 12-5 Ayvalık’ta 1856 yılında yerel kıyafetler içinde bir Rum kadını.
Resim 12-6 Rum bayan giysisi (19.yüzyıl)
Resim 12-7 Ayvalık gün batımı
Müzik ve Rembetiko
Rebetiko, İzmir’de, Rum Mahallesi’nde filizlenen bir alt-kültürün ürünü. 1800’lerde İzmirli Rumlar yaptıkları müziğe Rebetiko[248], bu müziği yapanlara Rebet adı verdiler. Zamanla İzmir’deki Rum mahallesinin sokaklarında öyle bir ortak payda oluştu ki, Avrupa’dan şehre gelen seyyahlar bu kültürü izlemek ve aktarmak için özellikle buraya geliyorlardı. Rebetiko, bağlamasıyla, dansıyla, müziğiyle, giysisiyle, yaşam biçimiyle, dünyayı algılayışı ve yorumlayışıyla artık bu topraklara özgü bir müzik haline gelmişti.
Bu şehrin koşullarının belirlediği müzik, zamanla suyun iki yakasındaki farklı kültürel gelişimi de ortaya çıkarmaya başladı. Ataerkil bir gelenekten gelen Yunanlılar günlük yaşamda kadın ve erkek, kahvehaneyi veya tavernayı birlikte kullanmazken, bu gibi eğlence yerleri İzmir’de ailece, çoluk-çocuk, kadın-erkek gidilen yerler haline gelmişti. 19. yüzyılın başlarında İzmir’de filizlenen Rebetiko ve onun üreticisi Rum Rebetler, 1922’den sonra suyun karşı kıyısına geçmek zorunda kaldılar. Fakat iki tarafta da aynı kalmayan şeyler oldu; İzmir’de yüz yıla yakın süren bu kültürün izleri kalırken, Yunanistan’a göç eden Rebetler müzikal kültürlerine, o güne kadar kullandıkları bağlamanın yanına, buzukiyi de eklediler. Böylece Rebetiko, daha sonra adına klasik dönem adı verilecek yeni bir dönüşüm sürecine girdi. Rebet’in bağlama virtüözü olmasına gerek yokken ve bağlama sadece duyguları anlatmaya yarayan bir enstrümanken, yeni dönemle birlikte buzuki virtüözlüğü önem kazandı. Vasilis Tsitsanis ve Siroslu Markos Vamvakaris birer virtüöz olarak ünlendiler. Klasik dönemde ayrıca ‘Pire Rebetikosu’ gelişti. Rebetiko 1970’lerde değişime uğradı ve Rebetiko dünyaya açılmaya başladı. Rebetiko’yu artık Yunan orta sınıfı da benimseyecekti.
Rembetiko kelimesine ilk kez 1910 yılı kayıtlarından bir taş plakta rastlanıyor. Taş plakların etiketlerinde rembetiko sözcüğünün bulunduğu plak sayısı 100’ü geçmediği halde, Rembetiko zamanla geniş bir yelpazeyi kapsayan bir müzik türünün genel başlığı haline gelmiştir. Rembetiko 1850-1950 yılları arasında icra edilen yaygın bir müzik türüdür. Bu tarz şarkıların görüldüğü bölgeler, Osmanlı sınırları içinde başta İzmir, İstanbul, Selanik gibi liman şehirleri ile Atina, Pire, Siros adası gibi Yunan şehirleridir. Mübadeleyle birlikte bütün bu kültürel birikim, anavatanından göçmüş ve yeni mekanlarda, Anadolu’dan göçen müzisyenlerin, şarkıcıların katkılarıyla da yeniden şekillenmeye başlamıştır.
Müzisyenler Rembetiko da İzmir ekolü olarak adlandırılan keman, ud,
kemençe, kanun ve santurdan oluşan enstrümanları Atina, Selanik ve Pire’ye
taşıyarak bu ekolü yaklaşık olarak 10 sene daha yaşatmışlardır. Ancak bu ekol
bir süre sonra Pire ekolü olarak bilinen buzuki, bağlama ve gitardan oluşan
yeni yapıya dönüşmüştür.
Mübadele ile Anadolu’dan göçenler ile iş bulmak için Yunanistan’ın
köylerinden gelenler, yerleşik şehirli elit kesim tarafından dışlanınca,
içlerini liman şehirlerinin meydanlarında dökmeye, müziklerini icra etmeye
başlarlar. Geçim sıkıntılarını, yaşadıkları tüm zorlukları, aşklarını, hasret
ve gurbet acılarını afyon içilen tekke ve kahvehanelerinde birlikte dile
getirirler. İşte bu yüzden rembetiko, uzunca bir süre alt kültürün icra edip
dinlediği, yalnızca afyon ve yeraltı dünyasından bahseden temaların işlendiği
bir müzik türü olarak bilinir. Oysaki rembetler hayatın her alanından konuyu
tüm içtenlikleriyle müziklerine aktarabilmiş gerçek sanatkarlardır.
Resim 12-8 Costas Ferris'in 1984'te
Gümüş Ayı alan efsane filmi Rembetiko, Yunanistan’ın en ünlü rembetiko şarkıcısı
Marika Ninou (Sotiria Leonardou) hayatından kesitler sunar.
En
iyi rebetiko şarkıcıları
Achilles Polonos, Rita Abatzi, Yiorgos Batis, Soteria Belou, Loukas Daralas, Roza Eskenazi, Mikhalis Genitsaris, Babis Goles, Dimitris Gogos, Agathonas Iakovides, Antonios Katinaris, Apostolos Khatzikhristos, Manolis Khiotis, Manolis Khisafakis, Anna Khrisafi, Marika Ninou, Marika Papagika, Yiannis Papaioannou, Vangelis Papazoglou, Stratos Payoumbtzis, Stelios Peptiniadis, Kostas Roukounas, Kostas Skarvelis, Iovan Tsaous, Prodromos Tsaoutsakis, Vassilis Tsitsanis, Markos Vamvakaris, Haris Alexiou, George Dalaras, Maria Katinari, Glykeria
Mübadillerin Hüznü
Rebetiko Ege’nin iki yakasının ortak hikayesi, hatta hatırasıdır.
Yaşayanların unutamadığı ve neredeyse dört nesildir dilden dile acısı
katlanarak büyüyen mübadele yıllarının mirasıdır. Bu yüzden hüzün ana
konusudur. Atina’daki
mülteci gecekondu mahalleleri Pire ve diğer yerlerde rıhtım meyhanelerinde
buziki eşliğinde çalıp söyledikleri rembetiko denilen Yunan blues’u ile acı ile
söylenen ağıtları da dahil, Anadolu kültürlerini muhafaza ettiler. Bu şarkılardan
birçoğu, özellikle de Smyrnaika olarak bilinen rembetikolar, sürgünlerin Smyrna
ve hinterlandı olan Anadolu’daki yurtlarına duydukları nostaljiyi[249] dile
getirir; tıpki 1994’te Kounadis tarafından kaydedilen şu dizeler gibi:
Neşelen mülteci güzelim, unut artık talihsizliğini
Birgün elbet döneriz o aşina uğrağa.
Yuvamızı kurarız sevgili Smyrna’ya
İşte o zaman tadarsın tatlı aşkımı ve sarılışımı.
Smyrnaika
geleneğinden bir diğer şarkı da Roderick Beaton’un Folk Poetry of Modern Greece
adlı kitabında yer alır.
Nereden geldiğimi ne yapacaksın ne fark eder
Karataş’tan gelsem, hayatımın ışığı yahut Kordelio’dan
Niye sorup duruyorsun sanki
Hangi köyden geldiğimi, beni sevmezken zaten?
Geldiğim yerlerde, nasıl sevdalanır bilir insanlar
Nasıl saklanır hüzün, nasıl keyif alınır hayattan
Ne yapacaksın, neden sorup duruyorsun
Hiç acımazken, hayatımın ışığı, eziyet ederken bana
Ben Smyrna’dan geldim, biraz olsun huzur bulmak için,
Atina’mızda aşk dolu bir kucak bulmak için.
Anadolu’dan
gelen mültecilerin birçoğu, müziklerini, danslarını ve anılarını da yanlarına
alarak Amerika Birleşik Devletleri’ne, Kanada’ya ve Avustralya’ya gittiler.
Boston’da yaşayan Yunan asıllı bir Amerikalı olan Sophia Bilides’in
büyükannesinin Anadolu’dan beraberinde getirdiği bir ağıt:
Gözlerim Ayvalık gibi bir köy görmedi daha
Bana sor orayı, çünkü oradaydım ben.
Gümüş kapıları altın anahtarları vardır,
Ve duru bir su kadar güzel kızları.
Sürgünün acısı ve özlemini en iyi, Anadolu’daki Romaioi’nin[250] Hellen ve Bizanslı ruhunu Yunanlılığın özünü temsil eden bir sözcük olan Romiosini anlatır. Kendisine Pythagoras diyen bir Sisamlının yazdığı ‘Smyrni’ ağıdı:
Smyrni yanıyor, Anam
Nafakamız tutuşmuş alevlerde
Acımız anlatılamaz kerte
Özlemimiz kelimelerin ötesinde
Romiosini, Romiosini
Ne zaman dinleneceksin?
Tek bir yıl huzur içinde yaşa,
Sonra gelsin otuz yıllık alevler
Smyrni yanıyor, Anam
Düşlerimiz oluyor buhar
Gemilerin yanlarına tutunanları
Suya atıyor kendi dostları
AYVALIKLI VE CUNDALI TANINMIŞ
KİŞİLER
Resim 12-9 Savaşın sonunu değil de başlangıcını kutlayan tek
toplum Yunanlılar.
Yazar Elias Venezis (1904-1973)
Venezis'in
Dinginlik (1946), Eolya Toprağı (1943), Rüzgarlar (1944) adlı romanları; Ege
(1941), Savaş Saati (1946) adlı öyküleri ve Küçük Asya, Selam adlı deneme
yapıtları bulunuyor. Özgün adı ‘Ege’ olan yapıt, Üner Eyüboğlu tarafından
Yunanca’dan dilimize ‘Ege Hikayeleri’ olarak çevrilmiş. Fotoğrafta yazar Elias Venezes ve Ayvalık’taki evleri.
1934 yılında Yiorgos Batis, Anestis Delias ve Markos Vamvakaris ile rebetiko quartet kurmuştur. Pagioumtzis’in geniş kitlelerce tanınmasına yol açan müthiş bir sesi vardı. Klasik rebetiko döneminin en büyük şarkıcısı kabul edilir. Pagioumtzis 400’ün üzerinde eseri plağa okumuştur. Besteci Vassilis Tsitsanis bir keresinde Pagioumtzis için onun boğazında bülbül var demişti. Ekim 1971’de hayalini gerçekleştirerek Amerika’ya gitmiş, New York Spilia salonunda konser vermiştir. Pagioumtzis birkaç kez kalp krizi geçirdikten sonra 16 Kasım 1971’de New York şehrinde verdiği konserden sonra kalp krizinden ölmüştür.
Yazar ve Ressam Fotis Kontoglou
Kontoglou 1919 yılında Ayvalık’a geri döndü. Kız okulunda Fransızca ve Sanat Tarihi dersleri verdi. Aynı zamanda Elias Venizis ve Stratis Doukas ile Genç İnsanlar Ruhani Birliğini kurdu. 1921’de Yunanistan’ın işgal güçlerine katıldı ve asker olarak Türk-Yunan savaşında savaştı. Savaş sonunda Yunan askerlerinin ve Rumların Anadolu’yu terk etmesi sürecinde önce Midili’ye ardından da Atina’ya gitti. Pedro Kazas’ın hikayesi Atina sanat çevresinde ilgiyle karşılandı. Kitap aslında bir İspanyol korsanın hikayesiydi. Ama metinler Yunan halkının köklerinde var olan ve geçmişten gelen alışılmamış bir dinamizm, öfke, titreşim ile okuyucuyu sarsıyordu. 1925 yılında hemşerisi Maria Hadjikambouri ile evlendi. İki yıl sonra kızları Despo doğdu. 1932 yılında 16 Vizinos caddesindeki evini inşa etti ve öğrencileriyle birlikte müthiş freskolar çizdi. Ama maalesef II. Dünya savaşında Alman işgal sırasında bir çuval un bulabilmek için freskolarını satıp bir garaja sığınmak zorunda kaldı. Fotis Kontoglou Yunan resim sanatında yeni açılımlar yapan en önemli görsel sanatçı olarak gösteriliyor. Fotis Kontoglou 13 Temmuz 1965’de bir araba kazasında öldü. Bıraktığı eserler ağırlıklı olarak dinsel temalı olsa da ilk eseri Pedro Kazas edebi bir şaheser kabul edilmektedir.
Yazar Stratis Dukas
Yazar, sanat
yorumcusu ve ressam Stratis Doukas (1895-1983) Cundalı’dır. Bir tutsağın öyküsü
adlı romanıyla ünlenmiştir. İlköğrenimini Cunda’da, liseyi Ayvalık Gymnasia’da
okumuştur. 1912 yılında Atina Hukuk
1923 yılında emekli oldu ve Anadolu sanatları üzerine araştırmalara ve resim çalışmalarına başladı. Midilli müzik sanatları birliğini kurdu. 1929 yılında Atina Prea gazetesinde yazarlığa başladı. 1934 yılında Yunan Yazarlar Topluluğunu kurdu. 1942 yılında Atina’da Dimitra Mangana ile evlendi. Nazilere karşı direnişe katıldı. Yunanistan Yazarlar topluluğunda 1949-1953 yılları arasında danışmanlık, 1953-1960 yılları arasında Genel Sekreterlik görevi yaptı. 1962’de prostat rahatsızlığından dolayı Atina da evine kapandı yazarlıkla uğraştı. Son yıllarını bakım evinde geçirdi ve 1986 yılında vefat etti.
Ayvalık Piskopozu Grigorios
Orologas (1864–1922)
Grigorios (Gregory) 1864 yılında Manisa’da doğmuştur. Sivil ismi Anastasios Antoniadis ya da Saatsoglou idi. Din eğitimi gördü. Makedonya’da piskopozluk yaptıktan sonra 22 Temmuz 1908’de Ayvalık’a atandı. I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı yetkilileri tarafından iki kez hainlikle suçlanarak çeşitli süreler ile İzmir’de tutuklandı. Savaş sonunda 16 Ekim 1918’de serbest bırakılarak Ayvalık’a döndü. Ağustos 1922’de Yunan sivil ve askeri birlikler Ayvalık’tan ayrıldıktan sonra henüz Türk ordusu Ayvalık’a gelmeden Gregory Yaşlılar Meclisini toplayarak kentin hızla boşaltılmasını önerdi ama Yaşlılar Meclisi bu teklifi kabul etmedi. Öncü Türk çetelerin Ağustos 1922’de Ayvalık’a gelmesiyle birlikte bazı katliamlarda başladı. Asker gelince kentte sıkıyönetim ilan edildi ve yetişkin tüm erkekler tutuklanarak Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yol inşaatlarında çalıştırılmak üzere götürüldüler. Amele Taburlarına Ayvalık’tan alınan 3.000 Rum yetişkin erkekten yalnızca 23 kişi hayatta kalabildi. Freneli (Aureliopolis) köyüne giden yol üzerinde 4,000 Ayvalıklı Rum makineli tüfek ile öldürüldü.
Zor koşullar altında Gregory kadın ve çocukları kurtarmak için Türk otoriterler ile görüşmeye çalıştı. Cunda’da, Metropolitan Ambrosios’de dahil olmak üzere 6.000 Rum’un öldürülmesinden sonra, Metropolitan Gregory Amerika Kızılhaç’tan Ayvalık ve Cundalı kadın ve çocukları Midilli’ye taşıyacak gemiler istedi. Türk otoriteler bu talebe olumlu yanıt verdi. Bunun sonucu olarak Yunan Ortodoks halkın büyük bir kısmı (20.000-30.000) Amerikan bayrağı çekilmiş Yunan gemileriyle Midilli adasına taşındılar. 30 Eylül 1922’de Gregory ve bölgede görevli 30 rahip tam gemilere bineceklerken Türk otoritelerince tutuklandılar. Hastanenin denize doğru ön tarafında karakolda (şimdi cadde üzerindeki pansiyon) sorgulandılar. 3 Ekim’de Altınova yolunda infaz edildiler. Görgü tanıklarına göre Metropoliten Gregory arkadaşlarının infazlarını seyretmeye zorlandı ve kendi infazı öncesi kalp kriziyle öldü. 10 yıl sonra 1932’de Midilli Metropolitanı Lakovos Dyrrachion, Ayvalık Metropolitanı Gregory’nin heykelini yaptırdı. Heykelin kaidesinde ‘Metropolitan of Cydoniae, Gregorios. Martyred in 1922. The good shepherd laid down his life for the sheep (John 10:11)’ yazıyor.
Resim 12-10 Soldaki fotoğrafta ortadaki din görevlisi Ekim 1922’de öldürülen (Ortodokslara göre şehit edilen) Ayvalık Metropolitan Piskopozu Grigorios Orologas’dur .
Ressam Fikret Mualla (1903-1967)
1903’te İstanbul'da doğan Fikret Mualla Saygı, Birinci Dünya Savaşı'nın son yılında tüm Avrupa'yı etkileyen ve 50 milyonu aşkın kişinin ölümüne neden olan İspanyol gribine, ailede ilk yakalanandı. Hayatı boyunca annesine kendisinin geçirdiğine inandı. Annesi gripten hayatını kaybettiğinde 15 yaşındaydı. Daha doğmadan koymuştu annesi adını: Mualla. Kız ismiydi; çünkü annesi bebeği kız bekliyordu. Erkek doğunca çok şaşırdı. Ama ismini değiştirmedi, fakat bir ad daha ekledi: Fikret Mualla. Annesi, kız bebeği gibi büyüttü onu. Fikret Mualla belki de bu yetiştirilme tarzı nedeniyle, hayatı boyunca hiçbir kadınla birlikte olamadı. Ama eşcinsel de değildi. Platonik aşkı, uzaktan akrabası soprano Semiha Berksoy idi. Semiha Berksoy'un Nazım Hikmet'e olan aşkını hep kıskandı.
Madam Fernande Angles ve eşi eski Milletvekili Raoul Angles, Fikret Mualla'yı yıllar önce, 1959'da Paris/Quartier Latin'deki bir kahvede tanımış, resimlerini almışlardı. Angeles çifti, Fikret Mualla'nın resimlerine tutku derecesinde bağlanmışlardı. Zamanla Fikret Mualla koleksiyonu yapmaya başladılar. Gerçi resimleri çok ucuza alıyorlardı ama ressamın başı ne zaman derde girse imdadına yetişiyorlardı.
Ama içki Fikret Mualla'yı hiç bırakmadı. Kazandığı tüm parayı sürekli içkiye yatırıyordu. Hayatının iki vazgeçilmezi vardı; içki ve resim. 1962 Eylül'ünün son gününde sarhoş bir halde Montmartre'de dolaşırken birden sokağın ortasına yığılıp kaldı; sol tarafına felç gelmişti. Bu olay Paris ile yollarını tamamen ayırdı. Angles çifti, Fikret Mualla'yı Alp dağlarının güneyinde Akdeniz'e 80 km uzaklıktaki Reillanne Köyü'ne yerleştirdi. Fikret Mualla, yaşamının beş yılını geçirdiği, bu köyde sürekli resim yaptı. Yaptığı resimleri Angles çiftine gönderiyor, karşılığında para alıyordu. Köylülere göre o, ‘Van Gogh'un oğluydu!’.
Yaz başında Reillanne Köyü'ndeki evinde rahatsızlanmış, Manosque Hastanesi'ne kaldırılmıştı. İyileştikten sonra, kendi başına kalamayacağına karar verilmiş ve düşkünler evine getirilmişti. Resimlerinin özüydü izlenimcilik. Sokaktaki, barlardaki, kahvelerdeki insanları; manavları, dansözleri, fahişeleri, müzisyenleri, ellerinde balonla yürüyen çocukları izlemiş ve onları tuvallere geçirmişti. Guaş boya tüpleriyle ilk kez Zürih'i terk edip geldiği Berlin'de tanışmıştı. Babası mühendis olsun diye Zürih'e göndermiş, o ressam olmak için Berlin Güzel Sanatlar Enstitüsü'nü tercih etmişti. Alkol ile Almanya'da tanıştı. Alkolik oldu. Akıl hastanesine de ilk bu şehirde, 1928 de Berlin'de yatırıldı. Sonra Paris'e geçti. Parasızlık canına tak edince Türkiye'ye döndü. Millî Eğitim Bakanlığı'na yaptığı başvuru üzerine 1934'te Ayvalık Ortaokulu resim öğretmenliğine atandı. İstanbul, Paris ve Berlin yaşantısından sonra ressama Ayvalık çok sıkıcı geldi. O dönemde kente jeneratörle verilen elektrik bile gece 22 de kesiliyordu. Ortamdan çok sıkılan Fikret Mualla kısa bir süre sonra 16 Mart 1935’te bu görevinden ayrılıp İstanbul’a gitti. Salah Birsel’e ‘Zeytinyağı, zeytinyağı. Nerdeyse salata olacaktım. Kaçtım geldim ‘der. Yaşamı kendisine çok benzeyen[252] yazar-şair ‘Schiller’in kitabını yazdı.
1934'te İstanbul'da ilk kişisel sergisini açtı. Umduğu ilgiyi göremedi. Sinirleri bozuldu. İki yıl sonra Bakırköy Akıl Hastanesi'ne yatırıldı; oda komşusu Neyzen Tevfik'ti. 1937 sonunda, polisler tarafından elleri bağlanmış halde kendisine kefil olan Salah Cimcoz'un evine götürülüp teslim edildi. Bu olayı aklından hiç çıkaramadı ve yaşamı boyunca, ‘Bir gün polislerin gelip akıl hastanesine götüreceği’ korkusuyla yaşadı. Salah Cimcoz'un evinde üç hafta kaldı; çocuklarına resim çalıştırdı. Bu çocuklardan biri ileride Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün eşi olacak Emel Hanım'dı. 1938'de babasının ölümü Fikret Mualla'nın hayatını değiştirdi. Kendisine kalan beş bin lira mirasla Paris'in yolunu tuttu. Yıl 1939'du. Ve bir daha Türkiye'ye dönemeyecekti. Paris'te miras parasını çabuk tüketti. Kimi zaman küçük bir dairede, kimi zaman pis otel odalarında ve kimi zaman kaldırımlardaki banklarda yaşadı. Para kazandığı günler de oldu, sokaktan izmarit toplayıp içtiği zamanlar da. Her iki durumda da içkiyi ve resmi hiç bırakmadı. Parasızlık anlarında, geceleri duvardan söktüğü afişlerin arkasına resimler yapıp sattı. Bu resimler genellikle guaş-suluboyaydı. Yaşamak için resim yapmak zorundaydı. Ayrıca, resim yapmak ona iyi geliyordu; sanrılarından kurtuluyordu. Picasso'nun, ‘Fikret Mualla'ya’ ithaf ettiği bugün değeri milyon dolarları bulan kadın figürünü bir şişe şarap fiyatına satmakta hiç tereddüt göstermedi. O, Picasso'dan çok Toulouse Lautrec (1864-1901) resimlerini beğeniyordu. Bu hayranlık biraz da aynı kaderi paylaşmaktan ileri geliyordu. Lautrec, 14 yaşında çocuk felci olmuş ve vücut gelişimi durmuştu. Topaldı. İçkiye düşkündü. Diğer yandan sürekli gözlemlediği sosyal hayatı resmediyordu. Figürleri çoğu zaman kadınlar, dansçılar, fahişeler olmuştu. Kuşkusuz Fikret Mualla, empresyonist (izlenimci) Toulouse Lautrec'in etkisinde kalmıştı; öyle ki Nurullah Berk'e göre tiplerinin elbiseleri bile Lautrec döneminin giysileriydi! Bu eleştiride, biraz kıskançlık yok değil. Çünkü yıllar önce İstanbul'da genç Fikret Mualla'yı ressamdan saymayıp D Grubu'na almayan da yine Nurullah Berk'ti. 1953 ve 1956'da iki kez Paris Sainte Anne Akıl Hastanesi'ne yatırıldı...İlginçtir aynı dönemde; 1954 ve 1955'te Dina Vierny Galerisi'nde iki sergisi yapıldı. 1957 yılı yaşamının en hareketli dönemi oldu. Felç geçirdi. Gırtlak ameliyatı oldu. Aynı yıl Marcel Bernheim Galerisi ve Lous l'Hermine Galerisi, Fikret Mualla sergisi düzenledi.
Öğleden sonra gizlice düşkünler evinden kaçmış, karşı kahvede bira
içmişti. Üstelik bir de sigara almıştı kahve sahibinden. Keyfi yerine gelmişti.
Kapalı odalarda oturamıyordu. Özgürlüğe düşkündü. İstanbul burnunda tütüyordu;
Uçup gitmek istiyordu. Uzaklaşacak parası olmadığı için, hava kararmaya yakın
düşkünler evine tekrar döndü. Akşam yemeğinden sonra biraz televizyon izledi
diğer yaşlılarla birlikte. ‘Sous les Ponts de Paris’[253]
şarkısını mırıldanarak odasına gitti. Sigara içmek yasaktı; gizlice sakladığı
sigarayı çıkarıp içmeye başladı. İki nefes almıştı ki hastabakıcıya yakalandı.
Türkçe bir küfür savurdu. Ardından yatağına uzandı, gözlerini yumdu, uykuya
daldı. Sabah uyanmayınca, oda arkadaşları hastabakıcılara haber verdi.
Hastabakıcılar geldi. Baktılar, nefes almıyordu. Fikret Mualla o gece sessizce
ölmüştü. Tarih 20 Temmuz 1967 idi. Son beş yılını yaşadığı Reillanne Köyü'ne gömüldü.
Vefatından 7 yıl sonra defnedildiği mezarlığın bedeli ödenmediği için
kimsesizler mezarlığına nakledilecekken dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün
yardımlarıyla kemikleri Türkiye'ye getirildi ve vasiyeti gereği Karacaahmet
Mezarlığı'na gömüldü. Cumhurbaşkanının eşi ressam Emel Korutürk gençliğinde
Fikret Mualla’dan resim dersleri almıştı.
Orhan Peker (1926-1978)
Orhan Peker
1967 yılında, Özden Erdem’le tanışır ve aynı yıl içerisinde evlenirler. 19
Haziran 1967 tarihinde İzmir’de açtıkları sergiden sonra Orhan ve Özden,
buradan tatil için Ayvalık’a giderler. Böylece Ayvalık dönemi başlamış olur.
1969 yılında Japonya’daki ‘EXPO- 70’ fuarı proje yarışmasını kazanır. Orhan
Peker, Japonya’dan döndüğünde oldukça sıkıntılıydı. Teknolojinin her şeyi
ezmeye başladığına inanıyordu. Hatta bir anısında, fuarda sigara almak için
büfeye doğru yürüdüğünü gören bir Japon, ona otomatik makineden almasının daha
iyi olacağını söyler. Ve devam eder; ‘Şimdi
o büfedeki insana derdini anlatacaksın, belki yüzünü sevmeyeceksin, ya da ters
konuşacak, bozuk parası da olmayabilir, bir sürü sorun. Sen iyisi mi paranı
içine at, otomatik makineden sigaranı al. Hem durup dururken başına iş açmamış
olursun.’ Orhan Peker için çok şaşırtıcı bir düşünceydi. Bütün bu çarpıcı
etkilerle, Türkiye’ye dönen Orhan, önce evini beyaza boyatır. Bütün resimlerini
bir süre ortadan kaldırır. Hatta bir süre resim bile yapamaz. 1972 yılı sonrasında
Orhan Peker bir yıl süreyle Paris, Brüksel, Köln ve Münih’te çalışmalar yapar.
Orhan Peker’in sürekli yurt dışında olması eşi Özden’den ayrılmasına sebep
olmuştur. Bu ayrılıktan sonra Orhan Peker Ayvalık’a gider. Zira Ayvalık’ın
sessizliği ve doğallığı onu çekmektedir. Aile düzeni bozulan Peker bu dönemde
kendini içkiye verir. Bu da onun sağlığını bozar. Ayvalık’ta güzel günler
geçiren Orhan Peker, 1976 yılında Ayvalıklı Gönül Karaca ile evlenir. Yeniden
yoğun bir çalışma ortamına girer ve 1976 yılında Ayvalık’ta ‘Ayvalık-76’ adı
altında bir sergi açar. Orhan Peker Ayvalık’ta iki yıl daha kaldıktan sonra
eşiyle birlikte 1978 yılında İstanbul’a yerleşir. 1978 yılına yoğun resim
çalışmalarına başlar ve 11 Nisan tarihinde, Akademi hocası Bedri Rahmi Eyüboğlu
galerisinde ‘Güvercinler’ isimli son sergisini açar. Ancak aradan geçen zaman
içerisinde sağlığı da iyiden iyiye bozulur. Orhan Peker aynı yıl safra kesesi
hastalığı sebebiyle vefat eder.
On’lar Grubu’nun
kurucuları arasında yer alan Peker, Avusturya, Almanya, İspanya’da bulundu ve sergiler
açtı. Çağdaş resim sanatımızda ve orta kuşak sanatçıları arasında, kimlik ve
kişilik arayışının yaşamla bağdaşık ve özgün bir resim dili bulmaya yönelik bir
çabayla mümkün olabileceği gerçeğini görüp kavrayan ve bu yolda yapıtlar
üretmiş olan bir sanatçıdır. Peker için resim, sanatının ilk yıllarından
başlayarak kendini ifade etmenin en saygın yolu olmuştur. Kendi düşüncesini,
kendi renklerini, kendi yakın çevresini, kendi ışıklarını ve en önemlisi kendi
lekelerini resimlemektedir. Görüp algıladığı nesneler dünyası ve insan yaşamı,
resminin değişmez konuları olarak geçerliğini hep korumuştur. Yerel
izlenimleriyle gözlemlerine dayanan resimlerinin kaynağı her zaman doğa ve
yaşamdan alınmıştır. Tuvallerdeki görüntüden çok görüntünün gerisindeki anlamı
vurgulamaya çalışmıştır. Tüm bunlar sanatçının yaşamının, ilgilerinin,
sevgilerinin aynası gibidir. Gerçeğin dışındaki hayallerle hiç ilgisi yoktur.
Orhan Peker’in yaratıları olan resimler, estetik değerleriyle, yalnızca otuz
iki yıllık bir sanatsal üretim dönemi geçiren elli iki yıllık ömür denilen
sürecin kısa sınırları içinde üstün bir yeteneğin, çağdaş bir duruşun
kanıtlarıdır. Şair-ressam İlhan Berk onun resimleri için;
‘Orhan’ın
bütün resimlerinde, insan, hayvan, ölü doğa resimlerinde olsun içten içe hep
bir yalnızlık, acı göze çarpar. Bu en aydınlık resimlerinde de vurur. Hüznü,
acıyı kazımaya gelmiştir sanki. Bu ilk anda vurmaz, yavaş yavaş işler insana.’
Başlangıçta siyah ve gri tonlarının ağırlıkta olduğu çalışmaları ilerleyen dönemlerde daha renkçi bir anlayışa bırakmıştır. Lekesel anlayışın ağırlıklı olduğu çalışmalarında, genellikle tüm yüzey üzerine dağılan serbest kompozisyonlar dikkat çekmektedir.
Necdet Kent (1911-2002)
Tam bir Türk Schindler’i Necdet Kent.
Nazilerin sokak ortasında erkeklerin pantolonunu indirtip ‘sünnetli
olanları’ topladığını duyar.
Hemen Gestapo’nun merkezine gider. ‘Komutanı görmek istiyorum’ der.
Azarlarlar. İnatla bekler.
Sonunda öfkeli bir adam girer içeri. Gayet sakin ‘Çok büyük bir yanlışlık
yapıyorsunuz, sünnet sadece Yahudilikte değil Müslümanlıkta da var’ der.
Komutan boş gözlerle bakar. Tekrar anlatmaya çalışır. Yine anlamazlar.
Sonunda dayanamayıp pantolonunu indirir… ‘Bakın ben Müslüman bir Türk
diplomatıyım. Lütfen doktorlarınızı çağırın, gelip beni incelesinler…’ der.
Komutan afallar, şaşkınlıkla ‘doktorlar gelsin’ der.
Hakikaten de doktorlar gelir ve Necdet Kent’in sünnetli olduğunu teşhis
eder.
Bu sayede Türkiye vatandaşı olmayan birçok sünnetli Fransız Yahudi’si de toplama kampına gitmekten kurtulur. Necdet Kent birkaç kelime Türkçe öğretip onlara da Türk pasaportu hazırlatır. Bu sayede 500 Yahudi kurtarılır. – Eyüp Can
Kalp rahatsızlığı sonucu 2002
yılında 92 yaşında İstanbul’da vefat eden Necdet H. Kent’in cenaze töreninde Bebek
camisinde safa geçerek cenaze namazı kılan ve ellerini açıp dua eden Hahambaşı
vekili Haleva:
‘Bizim
için çok önemliydi ve büyük bir insandı’
dedi.
Muhtar Kent (1953- )
1953 yılında New York’ta dünyaya geldi.
Babası Necdet Kent dönemin Türkiye Başkonsolosuydu. Çocukluk yıllarında baba
mesleği yüzünden New York, Bangkok, Hindistan ve Tahran’da yaşadı. Tarsus
Amerikan Koleji’ni bitirdi. Sıra üniversiteye gelince babası doktor olmasını
istemesine rağmen İngiltere’de Hull Üniversitesi’nde ekonomi okudu.
Prof.Dr. Filiz Ali
Yurda döndükten sonra sırasıyla Ankara Devlet Konservatuarı, Atatürk Eğitim Fakültesi Müzik Eğitimi Bölümü ve MSÜ Devlet Konservatuarı’nda piyano ve korrepetisyon dersleri veren Filiz Ali’yi müzik eleştirisine özendiren, Bülent Arel ve Faruk Güvenç olmuştur. Öte yandan sanatçıyı 1962-65 yılları arasında piyanist Greta Gilmartin ile “Piyano ikilisi” ve 1970-80 yılları arasında soprano Karin Görgün ile “Lied” resitalleri verirken görüyoruz. Bu konser etkinlikleri ve öğretim üyesi olarak çalışmaları, onun müzikolojik araştırmalarını kısıtlamamıştır. Eleştirmenimizi 1962’den 1985 yılına kadar olan dönemde usta bir “radyo programcısı” kimliğiyle tanıyoruz. 1989-92 yılları arasında Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nun genel sanat yönetmenliğini yapmıştır. İstanbul'da Mimar Sinan Üniversitesi'nin 1990-2005 yılları arasındaki Müzikoloji Bölümü'nün başkanıydı ve aynı zamanda Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi'nin kurucu ve 1998'den beri direktörüdür. TRT için 1962-1995 yılları arasında müzik programları yaptı ve Cumhuriyet, Hürriyet, Yeni Yüzyıl ve Radikal gazeteleri için müzik eleştirmenliği yaptı. Mimar Sinan Üniversitesi’nden emekli oldu. Artık Sabancı Üniversitesi’nde haftada bir gün “müziğin baş eserleri” isimli dersi veriyor. Zamanının büyük bölümünü Ayvalık’taki akademiye ayırıyor. Bir yandan da Milliyet Gazetesi'nde müzik yazıları yazıyor. Balkan Müzik Forumu'nun bir üyesidir, Uluslararası Müzik Konseyi ve Avrupa Müzik Konseyi'nin temsilcisidir. Müzik ve müzisyenler hakkında yedi kitabın yazarıdır.
Sabahattin Ali
Aslen Edremit’li olan ve 1920’lerde öğrenciliği döneminde bir süre
babasının Pelitköy’deki işi nedeniyle Ayvalık’ta da yaşayan Sabahattin Ali sonraki
yaşamında da zaman zaman kenti ziyaret etmiştir. Altta Sabahattin Ali, arkadaşları Mustafa
Seyit Sutüven, Nilüfer Saygun ve Adnan Saygun’la birlikte Çamlık burnunda delikli
taşın önünde çektirdiği fotoğrafta. Delikli Taş, Sarımsaklı sınırları
içerisinde Dalyan Boğazı denilen bölgededir. Buraya bu ismin verilmesinin nedeni
katran rengindeki volkanik büyük bir taşın ortasındaki deliktir. Deliklitaş,
Çamlık koyunun sığ bölümünde kumdan oluşan bir dilimin ucunda bulunmaktadır.
Resim 12-11 Sabahattin Ali ve arkadaşları, Çamlık Delikli Taş - 1943
Eylül
Resim 12-12 Bir bayram kutlamasında asker ve sivil
yöneticiler (1932 yılı).
1925
yılında kurulan Türk Tayyare Cemiyeti ‘Ordu Millet El Ele’ kampanyası ile 1938
yılına kadar 331 uçağa sahip olmuştur. Ayvalık halkı 1925-1935 yılları arasında
kendi arasında 53 bin lira para toplayarak Silahlı Kuvvetlere bağışlamış ve
satın alınan uçağa ‘Güzel Ayvalık’ adı verilmiştir.
Resim 12-13 Ayvalık uçağı ve pilotu
Uçağın 12 Ocak 1928’de Ayvalık’a geleceği duyurulunca adeta bayram havası esmiştir. Törenin yapılacağı 12 Ocak 1928 Cuma sabahı kadın erkek, çoluk çocuk bütün halk, sahilden yükselen mızıka sesleri ile davul gümbürtüleri arasında sokakları doldurduğundan, belediye meydanı ve rıhtımda düzeni sağlamak için süvariler devriye gezmiş, Taş Kahve ile Sefa arasındaki deniz kısmı inzibat sandallarıyla korunmuştur. Saat on biri yirmi beş geçe gökyüzünde görülen Burhaniye uçağının arkasında sallanan: ‘Ayvalık Tayyaresi, Muhterem Ayvalık Halkını Selamlar’ yazısını okuyan halk, duygularını alkışlarla dile getirmiş; Burhaniye uçağı, Burhaniye’de yapılacak tören için o istikamete giderken, Ayvalık uçağı koya inmiştir. Uçağın pilotları Hasan ve Burhanettin beyler, yanlarında komutanlarıyla birlikte onları karşılamaya giden Tayyare Cemiyeti Başkanı Arif beyin sandalıyla halkın coşkulu alkış ve tebrikleri arasında karaya çıkmış; pilotların dinlenmek için Tayyare Cemiyeti’ne gittiği esnada, uçak yapraklarla ve bayraklarla süslenmiş, misafir pilotların gelmesiyle tören başlamıştı. Törenden önce cemiyet yetkilileri uçak alımı için en fazla bağış yapan kişi olması sebebiyle fabrikatör Şevket Osman beyin kurdeleyi kesmesini kararlaştırmasına rağmen; Dalkıran Mahmut Ağa bu şerefin açılıştan önce en yüksek bağışı yapana verilmesi gerektiğini söyleyerek yüz elli lira bağışta bulunacağını dile getirmiş, Şevket Osman Bey de rakamı iki yüz liraya yükselterek açılışı yapmıştır. Tayyare Cemiyeti Başkan Yardımcısı Faruk Bey, Ayvalık Halk Fırkası idare heyeti başkanı Sadık Halit Bey ve süvari alayı zabitanından Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey ordu ve alay namına günün anlam ve önemini açıklayan birer konuşma yapmış, sonrasında Halik Nezihi Bey Ayvalık uçağı için bestelenmiş manzumeyi okumuştur. En son olarak ilçenin Halk Fırkası mutemedi Doktor Fazıl Doğan Bey konuşmuş, nutukların devamında Kaymakam Haluk Nihat Bey, Tayyare Cemiyeti tarafından alınan altın ve gümüş saatleri pilotlara hediye etmiş ve tören bu şekilde sona ermişti. Ayvalık halkının büyük destek ve özverili yardımlarıyla alınan uçağa, ‘Güzel Ayvalık’ ismi verilmiştir. Türk Tayyare Cemiyeti de uçak alımına bağışta bulunan kişi ve kurumlara yapılan katkıları nedeniyle teşekkürlerini dile getirmek amacıyla bronz, gümüş ve altın madalyası şeklinde Madalya[254][255][256] vermiştir.
Resim 12-14 Ayvalık Tayyaresi marka ve modeli: Savoia-Marchetti SM-16bis/m, SM-59
Sahil şeridinin kontrolünün sağlanması amacıyla Cumhuriyetin ilk yıllarında 1921 yılında ‘MM Grubu’ elemanları tarafından İstanbul-Haliç’deki Donanma depoları basılmak suretiyle ele geçirilmiş ve deniz yoluyla Amasra’ya kaçırılmış[257] yalnız üç adet Gotha WD-13 bulunmaktaydı. Bu uçaklar milli Mücadele sonuna kadar burada kurulmuş olan Deniz Tayyare Bölüğünde görev yapmışlardır.
Daha
sonra İzmir-Güzelyalı’ya getirilen bu bölüğün elindeki yaşlı uçakları
değiştirmek gerekince 1924 yılında 8 adet, 300HP Fiat motorlu MS-16bis/m
sipariş edildi. Bu siparişi 1926 yılında 400HP Lorraine-Dietrich motorlu 12
adet MS-16bis/m takip etti. Son olarak ta 1928’de 8 adet 450 HP
Lorraine-Dietrich motorlu S.59 sipariş edildi. 1938’e kadar görevde kalan bu
uçaklar Supermarine Walrus’ların gelişi ile hizmet dışı kaldılar. Bu uçakların
teknik özelliklerine gelince: Mürettebat: 2, kanat açıklığı: 16.66m,
uzunluk:12.60m, yükseklik:4.19m, boş ağırlık: 2600kg, azami kalkış ağırlığı: 5.030kg,
azamî hızı: 220km/h, seyir hızı: 160km/h, tavan: 4.900m, havada kalış süresi:3
½ saat, silah donanımı: 2 x MG & 6 x bomba.
Ayvalık Gemisi
Denizyolları İşletmesi için 1951 yılında Hollanda’da yaptırılan Ayvalık ve Gemlik adlı kardeş gemiler uzun yıllar İstanbul halkını Gemlik, Mudanya, Marmara adası, Avşa ve Karabiga’ya taşımışlardır. Ayvalık gemisi 1950-1970 yılları arasında ağırlıklı olarak Marmara Denizinde çalışmıştır. Bu gemilerden Gemlik 1988 yılında İstinye Tersanesinde bakım ve onarımda iken çıkan bir yangın neticesinde satılmıştır. Ayvalık gemisi ise 1999 yıllara kadar çalışmış daha sonra kadro dışı bırakılarak Aliağa’da sökülmüştür.
Resim 12-15 Ayvalık gemisi 1952
Resim 12-16 Ayvalık Gemisi
Girit mutfağını ve Giritlilerin yeme içme alışkanlıklarını diğer Anadolu mutfaklarından farklı kılan en temel özellik, yabani otlardan yapılan çok çeşitli yemeklerin varlığıdır. Büyük mübadele sonrasında Ayvalık dahil Anadolu’nun çeşitli yerlerine yerleştirilen Giritli Müslüman halkın bundan böyle yaşayacakları topraklarda yeni ve güçlü bir kimlik oluşturmalarında, mutfak kültürleri büyük rol oynamış en önemli farklılaşmayı da yabani otların yoğun tüketimi ortaya koymuştur. Ot ağırlıklı beslenmenin ön planda olduğu bu mutfakta, çiğ ya da haşlanmış otların zeytinyağlı, limonlu ve sarımsaklı sos eşliğinde tüketilmesi âdettir. Zeytinyağından sonra Ayvalık mutfağının en önemli unsuru Ayvalık otlarıdır. Ayvalık’ta ve genel olarak Ege Bölgesi’nde yetişen yenilebilir otların yaygın olarak tüketilenleri aşağıdaki tablodadır. Bu otların sağlığa faydalarına değinmek mümkündür.
Arapsaçı
Yapraklarında bulunan rezene yağı nedeniyle anasona benzer kokuya sahiptir. Gaz söktürücü ve süt artırıcı etkileri vardır. Kökü idrar artırıcı olarak kullanılır. Astıma ve böbrek taşına karşı da etkilidir. Pek çok Ayvalık yemeğinde kullanılan bir ottur. Kuzu etiyle zeytinyağlı olarak pişirilir.
Turp Otu
İçerdiği uçucu yağlardan dolayı canlandırıcı, sinirleri teskin edici, ağrı dindirici özellikleri vardır. Genellikle haşlanıp salata olarak yenir. Kavrulup üzerine yumurta kırılarak yenmesi de mümkündür.
Ebegümeci
Genellikle zeytinyağlı yemeği yapılan bir bitki türüdür. Yaprakları kaynatılıp içildiğinde sinirleri kuvvetlendirir. Solunum ve sindirim sistemi sorunlarına karşı koruyucudur.
Şevket-i Bostan
Süt dikeni olarak da bilinir. Kuzu etiyle yemeği yapıldığı gibi haşlanıp salata olarak da yenir. Haşlama suyu sabahları aç karnına içildiğinde böbrek taşına ve kumuna iyi gelir. Yaşlanmayı geciktirici etkisi vardır.
İstifno
Aslında yabani bir pamuk bitkisidir. Zeytinyağlı salatası sıkça yapılır. Ağrı kesici özelliğinden dolayı çayı da içilebilir. Dişeti tedavisinde gargara olarak kullanılır. Kökü zeytinyağında bekletilerek yara merhemi yapılır.
Deniz börülcesi
Deniz kıyısında, suyun gel-git yaptığı yerde sular çekildikten sonra yetişir. Tuzlu, ekşi ama lezzetli bir bitkidir. Haşlanarak salatası yapılır. Çiğ tüketildiğinde sirke kullanılması gerekir. Bol iyot içerdiğinden, iyot eksikliğine bağlı guatr hastalığına iyi gelir. İdrar artırıcı ve kuvvet verici özelliği de vardır.
Cibez
Dış görünüşü biraz marulu andırır. Tatlımsı ve iştah açıcı bir tadı vardır. En çok salatası ve zeytinyağlı yemeği yapılır. Bağırsakları çalıştırır ve temizler, sindirimi kolaylaştırır. Sağlıklı zayıflamak ve cildin genç kalmasını sağlamak amaçlı da kullanılmaktadır. Kansere karşı koruyucu etkisi mevcuttur.
Isırgan
Zeytinyağı ve limon eşliğindeki salatası çok güzel olur. Kanı temizleyici, dolaşım sistemini düzenleyici, karaciğeri destekleyici özelliğe sahiptir. Yara ve iltihapları geçirir, kalp ve damar hastalıklarına, alerjik rahatsızlıklara, sivilcelere iyi gelir. Demir eksikliğini giderir. İdrar sistemi üzerinde etkilidir ve böbrek taşı sorununun giderilmesinde faydalıdır.
Akkız
Genellikle zeytinyağlı yemeği yapılır. Çok faydalı bir bitkidir. Karaciğeri temizler, sindirim sistemini kuvvetlendirir, hazmı kolaylaştırır.
Hindiba (Radika)
Radika olarak da bilinir. Zeytinyağı ve limonlu salatası Ayvalık’ta sıkça yapılır. Böbreklerin ve karaciğerin çalışma kapasitesini artırır. Safrakesesi taşlarının oluşumunu ve irileşmesini önler. Sindirim bozukluğuna iyi gelir.
Kuzukulağı
Otsu bir bitkidir. Yaprakları çiğ olarak tüketilip salatası yapılabilir, ıspanak gibi pişirilip sebze yemeği olarak yenmesi de mümkündür. Bu bitkinin yaprakları A, B ve C vitaminleriyle potasyum açısından zengindir. Böbrekleri çalıştırıcı ve idrar söktürücü özelliği vardır.
Mühliye
Kıbrıs kökenli bir bitkidir. Oradan Girit ve Midilli’ye, ardından Ayvalık’a ulaşmıştır. Yaprakları yenir. ‘Kuzu Etli Mühliye’, Ayvalık mutfağının ünlü yemeklerindendir.
Semiz otu
Yaprakları salata olarak, ya da ıspanak gibi pişirilerek yemeklerde kullanılan bir sebzedir. Kökeni Ortadoğu ve Hindistan’dır. Sebzeler arasında en fazla miktarda Omega-3 içerdiği anlaşılmıştır.
Kaya Koruğu
İyotlu bir kokusu vardır, yoğurtlu salatası akılları baştan alır.
Kabak Çiçeği
Gün doğmadan iri kabak çiçekleri toplanır. Zeytinyağlı dolması yapılır.
Kayaya yapıştığı yerde ağız denilen konik bir kısım bulunan kestanenin içindeki havyara ulaşmak için özel bıçağıyla üzerine daire şeklinde bir çizik atmak gerekiyor. İçindeki havyarı yenen karadikenin rengi ne kadar turuncu olursa kalitesi de o kadar iyi olarak biliniyor. Karadiken, çiğ olarak tüketiliyor. Zeytinyağı ve limonla çeşnilendiriliyor. 200 mililitrelik şişelerde satılıyor. Lezzetine karşın kara diken bölgede denize girenler için ciddi bir tehdittir. Genellikle kayalık bölümlerde yaşayan deniz kestanesinin üstüne yanlışlıkla bastığınızda içinde çok fazla toksin barındıran dikeni ayağınıza batar ve içinde kırılır. Diken etinizin içinde kırıldığı için dikeni çıkartmanız neredeyse imkansızdır. Deniz kestanesi iğnesi batan bölge zeytin yağı ile ovulmalıdır. Ayrıca her gün iğne batan bölge sıcak suda bekletilmelidir. Dairesel hareketlerle ovulan bölgede iğne 2 veya 3 gün sonra deri yüzeyine çıkacaktır. Ancak bu işlemleri gerçekleştirdikten sonra temiz bir cımbızla kalan iğneleri toparlayabilirsiniz. Bir başka geleneksel yöntem de iğne batan bölümü sirkeli ve sıcak suyun içerisinde bekletmektir.
Papalina
Sadece tavası yapılan bu balığı sakın ola ki ızgara ya da buğulama yapmayın. Cunda Adası'nda ve Marmara Denizi'nde orta sularda / ılık sularda yaşayan, ortasu pelajik balıklardan olan Papalina, parmak büyüklüğünde. Papalinanın karın kısmı beyaz, üstü ise mavimsi renkte.
Girit Leblebisi
Ayvalık’ta
nohutları, ısıttığı deniz kumunda kavurarak, Girit leblebisi yapan Mustafa
Kidir, unutulmaya yüz tutan ve üretimi oldukça zor olan bu lezzeti, eşiyle
yaşatmaya çalışıyor. 50 yıllık Girit
leblebicisi Kidir, mübadele döneminin ardından Girit Adası'ndan gelen ailesinin
geçimini sağlayan leblebinin yapımını damatları ve torunlarına da öğreterek
gelecek nesillere aktarmayı istiyor.
Leblebinin en önemli sırrının yumuşak nohut olduğuna dikkati çeken
Kidir, ıslattığı nohutları birkaç gün suda beklettiğini anlattı. Nohutlar hazır olunca deniz kumunu ısıttığını
dile getiren Kidir, şunları kaydetti:
‘Özel yapım kazanlarda 45 ile 60 dakika arasında değişen sürede deniz kumunu iyice ısıtıyorum. Kızgınlaşan kumun içine suda beklettiğim nohudu atıyorum. Kızgın kum, nohudu bir anda pişiriyor. Nohudu iyice pişirmek amacıyla aynı işlemi 5-6 kez üst üste tekrarlayarak Girit leblebisi yapıyorum. Anlatıldığı gibi kolay olmuyor. Oldukça meşakkatli, işe sevginizi katmanız, bu leblebiyi severek yapmanız gerekiyor. 05.00'de başlanıp, 17.00'ye kadar hummalı bir çalışma ve emek harcanıyor.’
Kidir,
6 kazanı ısıtmak amacıyla her biri için on liralık odun kullandıklarını belirtti.
Ürettiği leblebilerin bilinenin aksine çok sert olmadığını ifade eden Kidir, ‘Önemli olan doğru nohudu bulabilmek. Eğer
bu nohut bulunursa, ürettiğimiz leblebi gevrek oluyor. Bu gevrekliği
yakalayabilmek için ise leblebiyi deniz kumuyla pişirmekteki püf noktası önemli’
diye konuştu.
Resim 12-18 Girit leblebisi hazırlanıyor
Girit leblebisinin ana vatanının adını aldığı Girit Adası olduğunu vurgulayan Kidir, bu eşsiz tadı Girit'te bile bulabilmenin zor olduğunu söyledi. Kidir, Girit leblebisinin son temsilcilerinden olduğunu kaydederek, bu damak tadını gelecek nesillere aktarmayı çok istediğini anlattı. Maliyetli ve el emeği isteyen leblebileri kilogramı 20 liradan sattığını ifade eden Kidir, ‘Fazla kazançlı bir iş değil ama ben baba mesleği için sürdürmeye çalışıyorum. Bazı vatandaşlar kilosunu 20 liradan sattığım leblebiyi pahalı buluyor. Ben de 'Gidin, o zaman bakkaldan bir kilo nohut alın, fiyatını görün' diyorum. Karı-koca sabahtan başlayıp, akşama kadar leblebi üretiyoruz ama pek kurtarmıyor. Yine de iyi kötü bu işten kazandığımız parayla geçinmeye çalışıyoruz’ görüşünü paylaştı.
Lor Tatlısı
Lor,
taze sütün kaynatılıp içine küçük bir limonun suyunu koyulması ve bu sayede
sütün kesilmesiyle oluşuyor. Süt kesildikten sonra oluşan pelteler süzüldüğünde
katı bir lor elde edilir. Taze yumuşak lor elde etmek için ise küçük bir yoğurt
kabına bolca delik açıp, lor pelteleri hafif sulu şekilde bu kaba konuyor. Bu
kab da bir boy büyük kaseye oturtulup peynir suyundan ilave edilir ki lorun
içindeki su süzülmesin.
Malzemeler: 1 kilo tuzsuz lor peyniri, 2 yumurta sarısı, 3 yemek kaşığı un (tepeleme), 4 yemek kaşığı irmik (tepeleme), 1 paket kabartma tozu
Şerbet: 1 kg su, 900 gr toz şeker, 1/2 limon suyu
Kurabiyeleri
yapmak için malzemeler karıştırılıyor. Ardından cevizden biraz büyük parçalar
kopartıp yuvarlanıyor. Üstlerine hafifçe bastırarak yağlı kâğıt serilmiş
tepsiye diziliyor ve önceden ısıtılmış 190 derece fırında rengi değişene kadar
yaklaşık 25 dk pişiriliyor. Fırından çıkartılıp soğutma teline alınıyor. Şerbeti
için bir tencerede su ve şeker kaynatılıyor. 1-2 dk kaynadıktan sonra limon
suyu ekleyip 2 dk daha kaynatılıyor. Telin üzerinde ılınmış kurabiyeler
kaynayan şerbetin içine atıp 3-4 dk çevirerek kısık ateşte kaynatılıyor. Bütün
kurabiyelere aynı işlemi uyguladıktan sonra ve ayrı bir kaba alındıktan sonra
kalan şerbet üstlerine dökülüyor.Soğuduktan sonra ister sade isterseniz
dondurma ile servis yapabilirsiniz.
Ali İhsan’ın Plajı (Çamlık Belediye
Plajı)
Plajın ekonomik getirisinin artmasında musevi bir bayan olan Madam Pardo’nun önemli rolü vardır. Madam Pardo ile ahbab olan Ali İhsan Bey ve Sabahat Hanım yine onun önerisiyle plajda kuru fasulye ve pilav yapmaya başlamıştır. O yıllarda Çamlık’a gelen musevi turistler sabah plajda denize girmeye başlar öğleyin Ayvalık’a dönüp yemek yemek için Ayvalık Palas Oteli’ne giderlerdi. Öğle yemeğinin ardından denize girmek için yeniden Belediye Plajına dönülürdü. Madam Pardo’nun önerisiyle yapılmaya başlanan kuru fasülye ve pilav, plaja gelenlerin yemek yemek için Ayvalık’a gidip gelmelerine son vermiştir. Zamanla müşterilere sunulan yemeklerin çeşitleri de artacaktır.
Madam Pardo bir gün Sabahat Hanım’a şu ana kadar plajda yaptıklarının güzel hizmetler olduğunu fakat markalaşabilmeleri için kendilerine has özel yemekler yapmaları gerektiğini söyler. Böylece insanlar o yemeği yemek için de plaja gelmek isteyecektir. Bu tavsiye artık “Ali İhsan’ın Plajı” olarak bilinen Belediye Plajı’nda “Ada Köftesi”nin yapımına başlanmasıyla sonuçlanacaktır. Ada köftesini çok beğenen Madam Pardo, Sabahat Hanım’a kemiği ayıklanıp un ve yumurtaya bulanarak pişirilen bir balık olan “Bakalero”yu göstermiş ve Ayvalık’ta ilk kez Ali İhsan’ın Plajı’nda müşterilere sunulmaya başlanan “bakalero” ile plajın markalaşma süreci başarıya ulaşmıştır. Plaj 25 yıl boyunca Tatlıcı Ailesi tarafından işletildikten sonra 1978 yılında devredilmiştir.
Resim 12-19 Belediye plajı
Ali İhsan Tatlıcı’nın Kantini
Ah ah….! Nerede o Ali İhsan
Amca’nın köfte ekmekleri, acılı turşu suları diye başlamak istiyorum. Ali İhsan
Amca yani babam yani dünyanın en iyi Ali İhsan amcası, en iyi babası, en iyi
dedesi bir tarihtir.
( Alıntı: Atilla Tatlıcı - https://ayvalikhatirasi.wordpress.com/category/kisiler/)
Resim 12-20 Balıkçı kayığı ve Cunda
(Alıntı – Dr. Osman Müftüoğlu – 14 Kasım 2008 Hürriyet Gazetesi)
Kantaron otu tıpta "hiperikum perforatum" adı ile bilinir. Ülkemizde tarlalar, yol ve orman kıyıları, çayırlarda kolay yetişir. Temmuzdan eylüle kadar açan çiçeklerinin rengi nedeniyle "sarı kantaron" adı verilen bu "ilaç bitki" eğer doğru yer ve zamanda kullanılırsa birçok konuda şifa kaynağıdır. Çoğu hekim hiperikum çiçeğinde bulunan özel bir maddenin antideprasan etkisi olduğunu bilir. Bu doğal antideprasan Almanya gibi bazı Avrupa ülkelerinde tablet ve kapsüller şeklinde eczanelerde reçete ile satılır. Eğer iyi koşullarda üretilmiş, saflaştırılmış ve paketlenmişse hafif depresyonların tedavisinde işe yarar. Sarı kantarondan elde edilen özlerin içinde flavonoidler, uçucu yağlar, tanenler ve karoten ile C vitamini de vardır.
Kantaron ve zeytinyağı karışımı Ayvalıkta yüzlerce yıldır kullanılıyor. Hatta bazı Ayvalıklılar sarı kantarona "yara otu" da diyor. Sarı kantaron çiçeklerinin yağı önceden ayrılabildiği gibi, bu çiçekleri zeytinyağının içine bırakılarak da kullanılabiliyor. Elde edilen karışım ağrılı bölgelere sürüldüğünde ağrıyı azaltıyor. Halk, özellikle burkma, vurma nedeniyle meydana gelen travmalara bağlı ağrılarda, deride mavi-mor lekeli kan oturmalarında (hematom), güneş yanıklarında karışımdan faydalanıyor. Ayvalıklılar uçuk, siyatik, lumbago, sırt ağrısı, hafif yanıklarda da bu karışımdan iyi sonuçlar aldıklarını söylüyor. Sarı kantaron yağını keten tohumu yağıyla da karıştırarak kullanmak mümkün ama bir zeytin ülkesi olduğundan Ayvalıklılar zeytinyağı ile yapılan karışımları tercih ediyorlar.
Bitkisel ürünlerle yapılan tıbbi tedaviler konusunda yeteri kadar bilgi ve tecrübe sahibi değilim. İstanbul’a dönüp ilgililere sorunca öğrendim ki sarı kantaron özlerini ilaç sanayi, özellikle kozmetik sanayi zaten kullanıyor. Kozmetikçiler kantaron yağını cilt ürünlerine cilt toniği veya yatıştırıcı olarak ekliyor. Çok ünlü firmaların avuç dolusu para harcayarak satın aldığınız ürünlerinin çoğunda sarı kantaron zaten var. Cilt yaşlanmasını geciktiriyor. Zeytinyağının dışarıdan sürüldüğünde de yenildiğinde de güçlü bir cilt desteği olduğu dikkate alınırsa "sarı kantaron yağı ile zeytinyağının yaptığı iyileştirici evlilikten" siz de yararlanmayı düşünebilirsiniz. Bunun için bir çay kaşığı sarı kantaron yağını, on katı zeytinyağı ile karıştırmanız tavsiye ediliyor. Bu karışım yaşlanmaya bağlı kırışıklıkları geciktirmede de yararlı olabilir. Denemeye el sırtındaki kırışıklık ve kuru bölgelerinden başlayabilirsiniz.
Ayvalıklılar kantaron yağının içildiğini de söylüyor ama bu
bana pek akılcı gelmedi! Ben ağız yolu ile içilecek her sıvının doğal da olsa
(su dáhil) toksik testlerden geçirilmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Ne mide,
bağırsak sorunlarımı ne de başka problemlerimi böyle "sudan" şeylere
emanet etmeyi düşünmem. Size pek tavsiye etmem. Bu karışımdan şimdilik
dışarıdan sürerek faydalanın. Bu arada sarı kantaron yağının bazı kemoterapi
ilaçlarının etkilerini değiştirebilmesi nedeniyle kanser hastalarından
özellikle uzak tutulması gerektiğini de hatırlatmakta yarar var. Aman bir hata
yapmayın!
TANTALOS İŞKENCESİ VE NİOBE
Helen Efsaneleri, ilkçağlardan itibaren Tantalos'un kötülüğünü yaymıştır. Onun tanrılara ait kutsal şarabı çaldığını, Tanrısal sırları insanlara ilettiğini ve en kötüsü oğlu Pelops'u kesip şölen düzenlediğini anlatmışlardır. MÖ 8. yüzyılda yaşayan Anadolulu Homeros ise, ‘Odysseia’ isimli destanında hemşerisi Tantalos'un çektiği acıları çarpıcı bir üslupla anlatır. Tantalos efsanesinde, Tantalos’un lanetlenip en şiddetli cezaya çarptırılmasının en önemli nedeni Tantalos’un yeni oluşan Olimpia tanrılarına değil de Anadolu tanrısı Kibele’ye olan inancıdır. Yeni dine inanmayanlar efsaneler aracılığıyla lanetleniyordu. Öne çıkan mesaj ise insan kurban etmenin artık tanrılar tarafından istenmeyen bir şey olduğu mesajıdır. Daha önceki dönemlerde toplumlar tanrılara insan kurban ediyorlardı. Bu dönemden sonra bu ritüelin yok olduğunu görüyoruz. İnsanların yerini hayvanlar almaya başladı. Özellikle de sığırlar.
Atreus Hanedanının Kurucusu Pelops
Tanrılar
tarafından yeniden canlandırılan Pelops o kadar güzel ve yakışıklı olur ki
Poseidon ona âşık olur. Altın atlarla çekilen bir arabayla Pelops’u sevgilisi
olarak Olympus’a götürür. Zeus’un Ganymedes’e yaptığı gibi, Poseidon’da,
Pelops’u yatak arkadaşı yapar. Bu efsanenin bu biçimi alması, Yunanistan’da
erkek erkeğe ilişkilerin yaygınlaştığı Ganymedes efsanesinden sonradır. Zeus sonradan Pelops’u babası Tantalus’a
kızgınlığı nedeniyle Olympus’dan kovar. Pelops’un hayatı bu olaydan sonra
mutluluk içinde geçti. Tantalos’un soyundan gelenler arasında başı derde
girmeyen tek kişi o oldu. Bugünkü Peloponez Yarımadasına adını veren Pelops
Batı Anadolu’da büyüdükten sonra Mora yarımadasına gitti.
Yaşadığı sürece, yöreye yaptığı olumlu katkılardan dolayı, yöre halkı tarafından yüceltilen Pelops ve tanrı Zeus adına, ölümünden sonra MÖ. 776’da zamanın hükümdarı olan İphitus tarafından ‘olimpiyatlar’ diye anılan şölenler ve yarışlar başlatır. Mitolojiye göre ilk olimpik oyunlar bizzat Zeus tarafından babasına ve Titanlara karşı gösterdiği zaferin anısı için düzenlenmişti. Dört senede bir yapılma nedeni tam bilinmiyor. En yakın iddia, olimpiyatlarda yarışı kazanan kahraman Heracles’in yarışın dört senede bir tekrarlanması istemesidir. Myrtilus’un ölümünden sonra Pisa’ya dönen Pelops, Olympia bölgesini de krallığına kattı ve hızla krallığını büyüterek batı Peloponnesos’a hâkim oldu. Doğudaki rakibi Argos kralı Perseus idi. Pelops’un kızı ile Perseus’un oğlunun evliliğiyle iki aile birleşti ve tüm Peloponnesos’in (Mora yarımadası) hâkimi oldular. Pelops efsanevi hanedanın en önemli krallardan biridir. Babası Tantalus, Atreus hanedanının kurucusudur. Herakles, Eurystheus, Theseus, Atreus, Agamemnon ve Menelaus bu soydan gelir. Pelops ve Hippodamia’ın aralarında Atreus, Thyestes, Pittheus, Troezen, Astydameia, Nicippe, Lysidice ve Eurydice’in de olduğu 16 çocuğu oldu. Pelops ayrıca peri(nymph) Axioche ile ilişkisinden doğan Chrysippus’a da babalık yaptı. Ölümünden önce Myrtilus’un lanetini alan hanedanın başı beladan kurtulmadı. Thyestes ne yapıp edip kardeşinin karısını elde etti. Atreus, kardeşiyle karısının seviştiklerini anlayınca, akla gelmeyecek kadar korkunç bir ceza düşündü. Thyestes’in iki küçük çocuğunu öldürüp parça parça doğrattı, kaynattırdı, babalarının önüne yemek diye koydu. Kardeşi kral olduğu için Thyestes’in elinden bir şey gelmedi. Atreus’un çocuklarıyla torunları, bu davranışın cezasını çektiler. Atreus ve Thyestes üvey kardeşleri Chrysippus’u öldürdüler kendileri de cezalandırıldılar. Hippodamia üzüntüsünden kendini astı. Pelops'un torunları Agamemnon, Aegisthus, Menelaus, Orestes de, Atreus’un laneti adı verilen bu beladan kurtulamadılar. Pelops, Myrtilus’un ölümünden dolayı tanrının gazabından kaçınmak için Peloponnesus’ta tanrı Hermes adına ilk tapınağı yaptırdı. Pelops, Peloponnesus tarihinin en kuvvetli krallarından biri oldu. Kızlarını bölgenin güçlü kişileriyle evlendirerek birliktelikler kurdu. Oğulları da kendisinden sonra bölgeyi yönetmeye devam ettiler.
Pelops’un nasıl öldüğü bilinmemektedir. Troy savaşında Akhalar (Archaena) savaş uzayıp da şehir bir türlü alınamayınca, kâhine danışırlar. O da galibiyetin ancak Tanrılar tarafından yapılan Pelops’un fildişi omuzu Pisa’dan Troy kuşatmasına getirilirse kazanılacağını müjdeler. Kuşatma alanına getirilen fildişi omuzun manevi desteği ile Troy alınıp yağmalanır. Savaş sonunda Pisa’daki mezarına geri götürülmekte olan fildişi omuz kemiği, Euboea (Eğriboz) adası yakınlarında fırtınadan batan gemiyle birlikte denizin dibini boylar. Yıllar sonra, Euboea adasının Eretria bölgesinden balıkçı Damarmenus, kemiği ağlarıyla denizden çıkarır. Spil Dağı'na komşu Yamanlar Dağı'nda Niobe'nin babası Tantalus'un mezarı ve kardeşi Pelops'un tahtı bulunmaktadır.
Resim 12-21 Pelops’un Manisa Spil dağındaki tahtı
Ağlayan Kaya Niobe
Niobe, Frigya ülkesinin en batı ucunda, günümüzde İzmir-Manisa arasındaki Spil Dağı ve Yamanlar Dağı çevresinde, dağ ile aynı adı taşıyan, ancak günümüze bir izi erişmemiş Sipylus kentinde, muhtemelen MÖ 12. yüzyılda hüküm sürmüş Kral ve yarı tanrı Tantalus'un ve eşi Dione'nin kızıdır. Çocukluğu sonradan Zeus’un eşi olacak tanrıça Hera (kimi kaynaklarda Leto) ile birlikte bu bölgede geçmiştir.
Resim 12-22 Nione
kayalığı
Resim 12-23 Taşa
dönüşmüş Niobe’yi sanatkâr insan heykele dönüştürerek yeniden diriltti.
Zavallı Niobe, çocuklarının cesetleri başında günlerce ağlar ve sonunda korkunç bir kederin simgesi olarak taş kesilir kalır. Yalnızca gözlerinden yaşlar akmaktadır. Niobe’ye acıyan rüzgâr, Niobe’nin gözyaşlarını sileyim derken, gözyaşlarını Yunanistan’dan zavallı kadının anayurdu olan İzmir’e yakın Manisa dağına uçurur. Manisa Spil dağından gözyaşları akmaya başlar.
Spil (Sipylos) yamacındaki kadın başı şeklindeki bu kayanın, göz çukurunu andıran girintilerinden sızan su, Niobe'nin gözyaşları olarak yorumlanır. Halk, buraya ‘Ağlayan Kaya’, ‘Niobe kayası’ der. Yakından bakıldığında, sıradan doğal bir kaya oluşumu; batı yönünde biraz uzaklaşılarak bakıldığında ise kadın başı şeklinde görünen bu kaya, hâlâ çok ziyâret edilen bir yerdir. Manisa'nın sarı üzümlerinin ilk olarak Niobe'nin gözyaşlarıyla sulanan bağlarda yetiştiği söylenir.
Efsane muhtemelen matriyarkal dönemden patriyarkal döneme geçiş sırasında anlatılmaya başlanmıştır. Başlangıçta tüm toplumlarda doğurganlığı nedeniyle baş tanrılığa getirilen kadın daha sonra patriyarkel döneme geçiş ile efsanelerde cezalandırılarak ikincil role indirilmiştir. Bu oluşumu toplum içerisinde kabullendirmek için de efsaneler kurgulanmıştır. Patriyarkel dönemde kadının doğurganlığı sınırlandırılmış ve bu efsanede olduğu gibi Niobe çok çocuk doğurduğu için cezalandırılmıştır. Bu efsane de Manisa yöresinde yaşayan Niobe çok sayıdaki çocuğundan dolayı Anadolu tanrısı Kibele’yi temsil eder. Aslında efsane Kibele ile Olympos’lu Hera’nın mücadelesidir. Doğurganlığı temsil eden Matriyarkel dönemin tanrıları Kibele ve Efes’li Artemis, Patriyarkel Yunan Panteon’nunda bakire ya da az çocuklu Hera ve Afrodit gibi tanrılara dönüşmüştür.
Tantolus’un Mezarı
Antik çağdan
kalma İzmir Yamanlar dağının Bornova eteklerine inen eğimli arazisinde bulunan
tümülüs büyüklüğünden dolayı Kral
Tantalos Mezarı olarak adlandırılmaktadır. MÖ 7. yüzyıla tarihlenen 33 metre
çapında ve 27 metre yükseklikteki bu yapı, Eski İzmir'den kalan en önemli
kalıntılardan Akropolis'in güneyinde, Akropolis ile ova arasındaki yamaçtaydı.
Yapının üstünde konik bir taş külah vardı. Külahın tepe noktasında, aynı dönem
başka Anadolu anıt mezarlarında da görülen Phalles[258]
dikiti bulunmaktaydı. Bayraklı’daki bu bölge, mezarın çevresindeki 30-40 adet
daha ufak tümülüsler ile birlikte eski Smyrna’nın soylular mezarlığıydı. Mezar[259]
Bornova Ovasından ve deniz tarafından kolayca görülebilmekteydi. Fransız Amiral
Massieu de Clerval 1835 yılında, Gezgin Charles Texier’den Le Suffren adlı
gemiden verdiği yirmi denizci ve gerekli teknik aletler ile İzmir yerleşkesine
yaklaşık üç kilometre kadar mesafede bulunan eski şehrin haritasını çizmesini
ve kazı yapmasını ister. Böylece karaya çıkan Texier önce bugünkü Antik Smyrna
kalıntılarının olduğu yerde bazı çalışmalar yaptıktan sonra hemen ardındaki
yamaçlardaki mezar anıtlarını incelemeye başlar. Bu mezarlardan 12 tanesini
kısa betimlemelerle kaydettikten sonra ‘Tantale'ın Mezarı’ dediği ve içlerinde en
büyüğü olan mezara daha fazla yer ayırır.
‘Karaya çıktığımız noktadan iki buçuk mil mesafede ve
dağın yüksekliğinin yarısında, bina yıkıntılarıyla kaplı bir düzlüğe ulaştık.
Bu düzlüğe hâkim bir zirvede, iki mezar vardır.
En büyüğü ve en iyi muhafaza edilmiş olanı, Tantale'ın Mezarı olarak
bilinir. Bu tepe, tam bir daire şeklindedir. Orta büyüklükte kuru taşla
yapılmıştır. İçinde boyu 3 metre 55 santimetre ve eni 2 metre 17 santimetre
olan dikdörtgen şeklinde bir oda vardır. Bu oda, yükseldikçe daralıp sivrilen
tarzda kemerle ve Behramkale'nin (Assos) kapısı gibi yapılmıştır. İki taraftaki
istinat duvarları yataydır. Kemerlerin ortasında anahtar taşı yoktur. En
yukarıdaki taş, bütün binayı tutar. Odaya girmek için bir sofası olması, bu
mezarı diğerlerinden ayırır. Oda, kuru taştan yapılmış 3 metre 50 santimetre
yarıçapında bir dairenin merkezini oluşturur. Yuvarlak duvar 2 sıra kuru taşla
ve arası dolma olarak yapılmıştır. Bu ikinci daire şeklindeki duvarın
çevresinden çember şeklinde 16 duvar daha çıkar ve en dışarıdaki, 3,7 metre
kalınlığındaki son duvara, yani anıtın kaplamasına birleşir. Diğerlerinin
odaları doğu-batı yönünü gösterdikleri halde, bununki kuzey-güneydir.
‘Tantalos tümülüsü Ras Şamra mezarlarında ve Orta
Anadolu'da Gâvurkale mevkiindeki Hitit devrine ait mezar odasında olduğu gibi
Isopata tipinde bir mezar odasıdır. Miltner'in açtığı ve bizim kazdığımız diğer
tümülüslerde ise çok basit ve küçük bir mezar odası bulunmaktadır. Bu mezarlar
Tantalos mezarı ile çağdaş değillerdi. Tarafımızdan 1948 yılında açılmış olan
küçük mezardaki mezar odalarını 5. asrın sonu ile 4. asrın başı arasına koymak
durumundayız. Bu ikinci tip mezar odalarının tarihleri bu olduğuna göre çok
ayrı karakterde olan Tantalos mezarının odası daha eski (arkaik döneme ait)
olması gerektir. Eski İzmir Nekropolisi'ndeki tümülüsler krepisli, dromoslu ve
aştan örtülü bir mezar odasına sahip olmakla Phryg tümülüslerinden tamamiyle
ayrı olup, bu özellikler ile Batı Anadolu'nun geri kalan krepisli ve mezar
odalı tümülüsleri gibi Mykenai geleneğine bağlıdırlar’.
ANTİK DÖNEMİN
ÜNLÜ ŞAİRİ SAPPHO
Şu kadarını biliyorum
Ölüm kötü bir şey:
Bak, işte tanrılardan belli.
İyi bir şey olsaydı ölüm,
Önce tanrılar ölmez miydi?’
Sappho (MÖ 620-570)
Sappho, Lesbos (Midilli)
adasında MÖ 620 yıllarında aristokrat bir ailenin kızı olarak doğdu. Hayatı
hakkında çok az şey biliniyor. Antik batının en önemli lirik şairi olarak kabul
edilir. Ailesi Lesbos adasındaki politik çekişmelere katılmış bu nedeniyle
Sicilya'ya sürülmüş ve hayatının bir bölümünü burada sürdürmüştür.
Resim 12-24 Sappho’nun fresko resmi
Sürgün dönüşünde Aphrodite'ye
ve şiir sanatına bağlı bir kız okulu açıp yöneticiliğini yapmıştır. Kerkylas
adlı biriyle evlenmiş, Kleis adlı bir kızı olmuştur. Bu okulda şiirin dışında
dans ve müzik de öğretiliyordu. Aşk şiirlerini, genellikle kadın arkadaşları
için yazmıştır. Sappho hakkında ki eşcinsellik dedikodularının kaynağını da bu
okul oluşturur. Bir Afrodit kültü rahibesi olan Sappho, bağlı bulunduğu kültün
de kendisine vermiş olduğu rahatlığa dayanarak özgürce içinden geçeni söylemiş,
Açık ve yürekli bir tutum sergilemiştir. Dilindeki bu içtenlik ve açıklık
sayesinde eserleri, tüm ardıllarını ve benzerlerini geride bırakarak
yüzyılların ötesine geçmiş, çağlar boyu öykünülmüş, eleştirilmiştir.
‘Yakındığım
yok,
Bir
düş değildi esin perilerinin
Bana
bağışladıkları zenginlik.
Ben
ölsem de adım hiç unutulmayacak.’
‘Belki
de unutursun sen beni.
Ama
bil ki, gelecek günlerde,
Birtakım
insanlar anacak beni.’
Resim 12-25 Sappho'nun İstanbul Arkeoloji Müzesindeki
Büstü
Kadınların toplumun tamamen dışında, evlerine kapanık yaşamak zorunda oldukları, siyasette, felsefede, sanatta, edebiyatta, erkek hâkimiyetinin bulunduğu bir dönemde Sappho’nun şiirleri dışında neredeyse tüm Yunan edebiyatı erkekler tarafından oluşturulmuştur ve erkeklerin kadınlara bakışını yansıtmaktadır. Erkekler tarafından yazılan bu metinler, kadınların korkuları, özlemleri, aşkları, hayal kırıklıkları konusunda neredeyse hiçbir şey söylememektedir. Sappho’nun şiirleriyse okuma yazmaları olmadığı için neredeyse hiçbir Yunanlı kadın tarafından bilinmiyordu. Fahişeler dışında hiçbir kadın, erkeklerin şölenlerine alınmadığından, burada okunan şiirlerden haberleri olmuyordu. Yunanlı evli kadın, kendisine ait değildi. Babası tarafından kocasına meşru çocuklar doğurma amacıyla verildiği için yaşamının çoğunu ev işi yaparak, çocuk bakarak, dikiş dikerek geçiriyordu. Nesiller boyunca, bir âşıktan alabileceği haz konusunda fikri olmadı. Kadının birçok yönden yok sayıldığı böyle bir toplumda Sappho’nun, kadına, tene, aşka adanmış, kadının içselliğini özümseyen aşk şiirleri yazma cesaretinde hiç kuşkusuz bir Afrodit kültü rahibesi olmasının büyük payı var. Eski Yunan’da özel olarak eğitilmiş aşk kadınları, aşk, güzellik ve şehvet tanrıçası Afrodit’in kızları sayılırdı. Afrodit’e adanmış kızlar genç, güzel, genellikle soylu, varlıklı ailelerden kızlardı ve özel okullarda eğitilirlerdi. Lesbos’ta diğer Yunan adalarına kıyasla, çok ileri seviyede bir genç kız, kadın eğitimi söz konusuydu. Sappho’nun yanı sıra rakipleri sayılan Ğorğo ve Andromeda gibi birkaç kadının daha yürüttüğü, genç kızların genel kültür, konuşma, davranış, yürüyüş, müzik, dans, sanat, heykel, sosyal ilişkiler gibi konularda, yani güzel ve estetik olanın alanında eğitildiği pek çok okul vardı. Ancak tüm bunların neredeyse nihai amacı, genç kızların evliliğe hazırlanmasıydı. Sappho, Tanrıça Aphrodite onuruna kurduğu okulda, yanına erken yaşlarda aldığı genç kızları evlilik çağına kadar yetiştirdi. Hem antik dünyanın önemli kadın şairleri çıktı bu okuldan, hem de kız öğrencileri Sappho’nun, kadın doğasının gizli kalmış tüm gizemini anlatan lirik şiirlerinde ebedileşti.
Sappho’nun şiirlerinden örnekler
ONUNLA
Onunla
tatlı tatlı fısıldaşırken
Sevecenlikle
gülümserken ona,
Büyülersin
tanrılaşan erkeğini
Yüreğin
paramparça dağılır oysa.
Nasıl
da tutulur dilim bir bilsen
Sesim
kısılır, kulaklarım uğuldar,
Hüzünle
buğulanır gözlerim,
Titremeye
başlar terli bedenim,
Yemyeşil
kesilirim otlar gibi,
Küçük
ölümle yüzyüze gelirim.
Ama
karşında böyle umarsız kalsam da
Cesaretle
katlanmalıyım tüm acılara.
APHRODİTE’YE
YAKARIŞ
Ey
tahtı ışıl ışıl ölümsüz Aphrodite.
Ulu
Zeus’un kızı
Yalvarırım
yüreğimi acılarla dağlama!
Yardımıma
gel gene, hani eskiden
Sesimi
duyunca nasıl, çıkıp
Babanın
sarayından kanat çırpan kuşların
Çektiği
yaldızlı arabana biner;
Yeryüzüne
inerdin bulutsuz mavilikten;
Ölümsüz
dudağında o aydınlık gülüşle sorardın,
‘Gene
nen var?’ derdin, ‘nedir gene deli gönlünü çelen?
Tılsımımla
kimi baştan çıkarıp yollamam gerekiyor koynuna?
Söyle,
Sappho, kim seni üzen?
Kaçıyorsa
kaçsın, bırak.
Yakında
o senin ardına düşecek.
Bugün
almıyorsa verdiklerini.
Yarın
o sana armağanlar verecek.
Seni
sevmiyorsa, istemese de er geç sevecek.
Geleceğin
varsa, şimdi gel.
Kurtar
beni kuşkudan.
Ne
diliyorsa gönlüm yerine getir, sen de katıl benimle savaşa.
EDEBİYATTA ZEYTİN
[246] Purputia
[247] Kolsuz ve kısa ceket olarak da
adlandırılabilir
[248] Yunanca Rembetiko
[249] Yunanca bir
deyimdir
[250] Rum
[251] Heykelin kaidesinde ‘Metropolitan of
Cydoniae, Gregorios. Martyred in 1922. The good shepherd laid down his life for
the sheep (John 10:11)’ yazıyor.
[252] Çılgınlık-alkol-sefil yaşam-sanatçılık
[253] Paris köprüleri altında
[254] Derviş Ağa
altın madalya
[255] Ali Cömert,
Hasan Arif, Bakkal Hüseyin Sakıp, Belediye Başkatibi Ali, Bekir Mazhar, Küçük
Köyde Elmas, Dalkıran Mustafa Bey/efendiler gümüş madalya
[256] Müftü Şakir,
Kemal Bahri, Küçük Köyde Ahmet Sana, Komisyoncu Hulki, Karayağız Zafer, Bosna
muhacirlerinden Arif Efendi/beyler de bronz madalyalarla taltif edilmiş.
[257] 1.Dünya
Savaşı’ndan kalmış
[258] Erkek üreme organı
[259] Bu mezarın Pers istilası döneminde yaşamış bir tiranın ya da
üst düzey bir yöneticinin mezarı olma olasılığı yüksektir.
[260] Tantalos mezarı adı ile anılan bu anıtsal eser muhtemelen Eski
İzmir'de M.Ö 620-580 tarihlerinde yönetimi elinde tutan basileusun ya da
tyranın mezarıdır. Zeus ve Pluton'un müşterek oğlu, Niobe ile Pelops'un babası,
tanrılara karşı uygunsuz davranışlarından dolayı lanetlenerek işkence çekmeye
mahkûm edilmiş olan efsanevi kral Tantalos'un elbette ki bir mezarı yoktu.
Ancak MS 2. yüzyılda yaşamış olan ünlü Hellen gezgin Pausanias 'Tantalos'un
acaip mezarını' gördüğünü anlatması nedeniyle Yamanlar Dağı’nda (bugünkü Çay
Mahallesi'nde) 205 metrelik rakımda bir zamanlar yükselen 33 m. çapındaki
tümülüs, arkeoloji literatüründe yüz elli yıldan beri 'Tantalos'un Mezarı'
olarak ün kazanmıştır. Bugün tümülüsü oluşturan dairevi poligonal duvar bütünü
ile yok olmuş, mezar odası ise bir gecekondunun altında kalmıştır. Bindirme
tekniği ile yapılmış olan mezar Girit'teki Isopata adı ile anılan gömü evleri
tipindedir. Rasshamra'da, Myken dünyasında ve Ankara yakınındaki Gavurkalesi
Hitit gömü odası ile Bayraklı'daki taş çeşme aynı görünüşte ve yapı
biçimindedir.
Comments
Post a Comment