12 - ETNOĞRAFYA, MÜZİK ve TANINMIŞ KİŞİLER

 

Erkek Giyimi


Ayvalık’ta erkeklerin yaygın giyim tarzı kısa ve sarkık, koyu renkli şalvardı[246]. Vücudun üst bölümüne klasik gömlek yerine kordon ile çapraz bağlanan kanavetça giyiyorlardı. Bu gömlek Midilli’de yakasızdı ve boğaza kadar düğmeleri vardı. Bayram günlerinde yine çapraz bağlanan ve şalvar gibi keçe kumaşından yapılmış olan bir yelek giyerlerdi. Eğik tokayla çapraz bağlanan bu yelek[247], Midilli’de hem günlük hayatta hem de bayramlarda alışılmış bir giysiydi. Midilli’de erkeklerin yelekleri, özel bir koyu mavi renge sahip kumaştan yapılıyordu.

Resim 12-1 Solda yerel kıyafetler için de bir Rum genci başlıklar hep siyah. Müslümanlar beyaz baslık takardı. Sağda Midilli mübadili 

Yeleğin iliklenmesi için çok sayıda örgüyle kaplı yuvarlak düğmeler dikiliyordu, geniş bir yaka kesimiyle beraber köşelerde ve kenarlarda nakışlar bulunuyordu. Ayrıca koltuk altının aşağı bölgesine küçük eşyaların korunması için nakışlı bir cep dikilirdi. Bele ise siyah, kumaştan, 3-5 metre uzunluğunda ve yaklaşık yarım metre genişliğinde bir kuşak bağlanıyordu. Erkeğin dış görünüşünü, siyah örme çoraplar, burnu kalkık ayakkabılar, kalpak, kürklü bir başlık ve kış boyunca giyilen ağır yünlü paltolar tamamlıyordu. Özellikle Midilli’deki erkekler yanlarında neredeyse sürekli taşıdıkları bir tespih bulundururlardı. 19. yüzyılın sonlarından itibaren ise daha çok tüccarların ve Avrupa üniversitelerinde eğitim görmüş öğrencilerin etkisiyle Fransız tarzı giyinmeye başladılar.

Resim 12-2 Erkek gömlek ve yelek

Resim 12-3 Solda şalvarları kuşakları ve fesleriyle Giritli Türkler (1800’ler). Sağda nargile içen Giritli Türkler (1906). 

Kadın Giyimi

Ayvalık yöresinde kadın giyiminin karakteristik parçası şalvar idi. Uzun ve çok geniş, pamuklu kumaştan yapılma, genellikle beyaz olan bu şalvarı kadınlar kendi başlarına tezgahlarda dokudukları ipliklerden dikiyorlardı. Ayvalık şalvarları çok genişti. Özel durumlarda bele altın renkte nakış işlemeleri olan ve uçları yanlardan sarkan bir kemer takılırdı.

Resim 12-4 Beyaz kadın gömleği renkli kaban, kırmızı bluz ve kırmızı şalvar. 

Şalvarın üstüne bel kısmına doğru çok sayıda fırfırla daralan bir bluz giyerlerdi. Bluzun kolları, belli başlı zamanlarda giydikleri ve ev işi yapmaları gerektiğinde kollarını yukarı doğru sıyırmak zorunda kaldıkları gömleğin aksine kısaydı. Bu kıyafetlerin üzerine, kışın tokayla çapraz ilikledikleri yazın ise açık bıraktıkları koyu renkli parka giyerlerdi. Sonbaharda ise bluzların üzerinden ince entariler giyiyorlardı.

Ayrıca güçlü soğuğa karşı direnmek için iç kısmı koyun derisiyle kaplı olan, ‘Kontoyuni’ adında kalın bir ceket giyerlerdi. Ayvalıklı kadınlar sadece kışın çok soğuk olduğunda çorap giyerlerdi ve çorapların rengi mutlaka beyaz olmalıydı. Ayakkabı olarak da burnu kalkık, ‘Yemenyes’ adı verilen pabuçlar giyerlerdi.   

Resim 12-5 Ayvalık’ta 1856 yılında yerel kıyafetler içinde bir Rum kadını.

Resim 12-6 Rum bayan giysisi (19.yüzyıl) 

 

Resim 12-7 Ayvalık gün batımı

Müzik ve Rembetiko

Rebetiko, İzmir’de, Rum Mahallesi’nde filizlenen bir alt-kültürün ürünü. 1800’lerde İzmirli Rumlar yaptıkları müziğe Rebetiko[248], bu müziği yapanlara Rebet adı verdiler. Zamanla İzmir’deki Rum mahallesinin sokaklarında öyle bir ortak payda oluştu ki, Avrupa’dan şehre gelen seyyahlar bu kültürü izlemek ve aktarmak için özellikle buraya geliyorlardı. Rebetiko, bağlamasıyla, dansıyla, müziğiyle, giysisiyle, yaşam biçimiyle, dünyayı algılayışı ve yorumlayışıyla artık bu topraklara özgü bir müzik haline gelmişti.

Bu şehrin koşullarının belirlediği müzik, zamanla suyun iki yakasındaki farklı kültürel gelişimi de ortaya çıkarmaya başladı. Ataerkil bir gelenekten gelen Yunanlılar günlük yaşamda kadın ve erkek, kahvehaneyi veya tavernayı birlikte kullanmazken, bu gibi eğlence yerleri İzmir’de ailece, çoluk-çocuk, kadın-erkek gidilen yerler haline gelmişti. 19. yüzyılın başlarında İzmir’de filizlenen Rebetiko ve onun üreticisi Rum Rebetler, 1922’den sonra suyun karşı kıyısına geçmek zorunda kaldılar. Fakat iki tarafta da aynı kalmayan şeyler oldu; İzmir’de yüz yıla yakın süren bu kültürün izleri kalırken, Yunanistan’a göç eden Rebetler müzikal kültürlerine, o güne kadar kullandıkları bağlamanın yanına, buzukiyi de eklediler. Böylece Rebetiko, daha sonra adına klasik dönem adı verilecek yeni bir dönüşüm sürecine girdi. Rebet’in bağlama virtüözü olmasına gerek yokken ve bağlama sadece duyguları anlatmaya yarayan bir enstrümanken, yeni dönemle birlikte buzuki virtüözlüğü önem kazandı. Vasilis Tsitsanis ve Siroslu Markos Vamvakaris birer virtüöz olarak ünlendiler. Klasik dönemde ayrıca ‘Pire Rebetikosu’ gelişti. Rebetiko 1970’lerde değişime uğradı ve Rebetiko dünyaya açılmaya başladı. Rebetiko’yu artık Yunan orta sınıfı da benimseyecekti.

Rembetiko kelimesine ilk kez 1910 yılı kayıtlarından bir taş plakta rastlanıyor.  Taş plakların etiketlerinde rembetiko sözcüğünün bulunduğu plak sayısı 100’ü geçmediği halde, Rembetiko zamanla geniş bir yelpazeyi kapsayan bir müzik türünün genel başlığı haline gelmiştir. Rembetiko 1850-1950 yılları arasında icra edilen yaygın bir müzik türüdür. Bu tarz şarkıların görüldüğü bölgeler, Osmanlı sınırları içinde başta İzmir, İstanbul, Selanik gibi liman şehirleri ile Atina, Pire, Siros adası gibi Yunan şehirleridir. Mübadeleyle birlikte bütün bu kültürel birikim, anavatanından göçmüş ve yeni mekanlarda, Anadolu’dan göçen müzisyenlerin, şarkıcıların katkılarıyla da yeniden şekillenmeye başlamıştır.

Müzisyenler Rembetiko da İzmir ekolü olarak adlandırılan keman, ud, kemençe, kanun ve santurdan oluşan enstrümanları Atina, Selanik ve Pire’ye taşıyarak bu ekolü yaklaşık olarak 10 sene daha yaşatmışlardır. Ancak bu ekol bir süre sonra Pire ekolü olarak bilinen buzuki, bağlama ve gitardan oluşan yeni yapıya dönüşmüştür.

Mübadele ile Anadolu’dan göçenler ile iş bulmak için Yunanistan’ın köylerinden gelenler, yerleşik şehirli elit kesim tarafından dışlanınca, içlerini liman şehirlerinin meydanlarında dökmeye, müziklerini icra etmeye başlarlar. Geçim sıkıntılarını, yaşadıkları tüm zorlukları, aşklarını, hasret ve gurbet acılarını afyon içilen tekke ve kahvehanelerinde birlikte dile getirirler. İşte bu yüzden rembetiko, uzunca bir süre alt kültürün icra edip dinlediği, yalnızca afyon ve yeraltı dünyasından bahseden temaların işlendiği bir müzik türü olarak bilinir. Oysaki rembetler hayatın her alanından konuyu tüm içtenlikleriyle müziklerine aktarabilmiş gerçek sanatkarlardır.

 

Resim 12-8 Costas Ferris'in 1984'te Gümüş Ayı alan efsane filmi Rembetiko, Yunanistan’ın en ünlü rembetiko şarkıcısı Marika Ninou (Sotiria Leonardou) hayatından kesitler sunar.

Rebetiko üzerine çalışmalar yapılmış, araştırılmış bir kültür. Felsefesi bakımından Rebetiko müziği, Blues, Fado ve Tango ile eş tutuluyor. Rebetlik ise sadece müzikle sınırlı bir kültür değil; giysisinden yürüyüşüne, dansından sözlerine kadar tüm yaşam felsefesini tanımlayan bir bütündü. Rebetler, haşhaş düşkünlükleri, bıçak ve tabanca tutkuları ve polise duydukları nefretle ünlü, kavgaya ve hapis yatmaya meyilliydiler. Giysileri özgün; siyah parlak kumaştan pantolon, menekşe rengi ve tonlarında gömlek, ayakkabıları arkasına basılmış yumurta topuk, aksesuarları tütün, bıçak, tabanca taşımak için belde ipek kuşak, omuza atılmış ceket ile öne eğik kullanılan şapkalarıydı. Ritimleri Anadolu ve Yunan danslarından geliyordu. Zeybekikos (Zeybek) adı verilen bireysel dansı Rebet’in yaşama direnci ve enerji kazandığı bir tören olarak kabul edilirken, Hassapikos (Kasap havası) adı verilen ve topluca yapılan dansla Rebetler topladıkları enerjiyi boşaltıyorlardı. Tsifteteli (Çiftetelli) ve Karsilamas (Karşılama), yine iki yakanın ortak danslarıydı. Rebetler eğlence mekanlarına ‘Tekke’ adını veriyorlardı. Çalgıları, buzuki, bağlama, gitar, ud, lut, santur, keman, armonika, tef, dümbelek, zil; temaları aşk, ayrılık, haşhaş, hapishane, yoksulluk, hastalık, ölüm, anne ve göçtü. 1893-1924’de, 500.000 kadar Yunanlının Amerika’ya göçmesiyle Rembetiko, genişleme ve yayılma macerasını sürdürür. Amerika’da buldukları kayıt teknolojisinden faydalanan Yunanlılar, sayısız halk müziği ve rembetiko şarkısını kendi kurdukları şirketlerde kaydetmişlerdir. Böylece rebetiko şarkılarının kısa zamanda kitlelere yayılması sağlanmıştır. Bu gelişme, devrim niteliğinde olup rembetikonun gelişimini önemli derecede etkilemiş ve günümüze ulaştırmıştır.

En iyi rebetiko şarkıcıları

Achilles Polonos, Rita Abatzi, Yiorgos Batis, Soteria Belou, Loukas Daralas, Roza Eskenazi, Mikhalis Genitsaris, Babis Goles, Dimitris Gogos, Agathonas Iakovides, Antonios Katinaris, Apostolos Khatzikhristos, Manolis Khiotis, Manolis Khisafakis, Anna Khrisafi, Marika Ninou, Marika Papagika, Yiannis Papaioannou, Vangelis Papazoglou, Stratos Payoumbtzis, Stelios Peptiniadis, Kostas Roukounas, Kostas Skarvelis, Iovan Tsaous, Prodromos Tsaoutsakis, Vassilis Tsitsanis, Markos Vamvakaris, Haris Alexiou, George Dalaras, Maria Katinari, Glykeria

Mübadillerin Hüznü

Rebetiko Ege’nin iki yakasının ortak hikayesi, hatta hatırasıdır. Yaşayanların unutamadığı ve neredeyse dört nesildir dilden dile acısı katlanarak büyüyen mübadele yıllarının mirasıdır. Bu yüzden hüzün ana konusudur. Atina’daki mülteci gecekondu mahalleleri Pire ve diğer yerlerde rıhtım meyhanelerinde buziki eşliğinde çalıp söyledikleri rembetiko denilen Yunan blues’u ile acı ile söylenen ağıtları da dahil, Anadolu kültürlerini muhafaza ettiler. Bu şarkılardan birçoğu, özellikle de Smyrnaika olarak bilinen rembetikolar, sürgünlerin Smyrna ve hinterlandı olan Anadolu’daki yurtlarına duydukları nostaljiyi[249] dile getirir; tıpki 1994’te Kounadis tarafından kaydedilen şu dizeler gibi:

Neşelen mülteci güzelim, unut artık talihsizliğini

Birgün elbet döneriz o aşina uğrağa.

Yuvamızı kurarız sevgili Smyrna’ya

İşte o zaman tadarsın tatlı aşkımı ve sarılışımı.  

 

Smyrnaika geleneğinden bir diğer şarkı da Roderick Beaton’un Folk Poetry of Modern Greece adlı kitabında yer alır.

Nereden geldiğimi ne yapacaksın ne fark eder

Karataş’tan gelsem, hayatımın ışığı yahut Kordelio’dan

Niye sorup duruyorsun sanki

Hangi köyden geldiğimi, beni sevmezken zaten?

Geldiğim yerlerde, nasıl sevdalanır bilir insanlar

Nasıl saklanır hüzün, nasıl keyif alınır hayattan

Ne yapacaksın, neden sorup duruyorsun

Hiç acımazken, hayatımın ışığı, eziyet ederken bana

Ben Smyrna’dan geldim, biraz olsun huzur bulmak için,

Atina’mızda aşk dolu bir kucak bulmak için.

Anadolu’dan gelen mültecilerin birçoğu, müziklerini, danslarını ve anılarını da yanlarına alarak Amerika Birleşik Devletleri’ne, Kanada’ya ve Avustralya’ya gittiler. Boston’da yaşayan Yunan asıllı bir Amerikalı olan Sophia Bilides’in büyükannesinin Anadolu’dan beraberinde getirdiği bir ağıt:

Gözlerim Ayvalık gibi bir köy görmedi daha

Bana sor orayı, çünkü oradaydım ben.

Gümüş kapıları altın anahtarları vardır,

Ve duru bir su kadar güzel kızları.

Sürgünün acısı ve özlemini en iyi, Anadolu’daki Romaioi’nin[250] Hellen ve Bizanslı ruhunu Yunanlılığın özünü temsil eden bir sözcük olan Romiosini anlatır. Kendisine Pythagoras diyen bir Sisamlının yazdığı ‘Smyrni’ ağıdı:

Smyrni yanıyor, Anam

Nafakamız tutuşmuş alevlerde

Acımız anlatılamaz kerte

Özlemimiz kelimelerin ötesinde

 

Romiosini, Romiosini

Ne zaman dinleneceksin?

Tek bir yıl huzur içinde yaşa,

Sonra gelsin otuz yıllık alevler

 

Smyrni yanıyor, Anam

Düşlerimiz oluyor buhar

Gemilerin yanlarına tutunanları

  Suya atıyor kendi dostları

 

AYVALIKLI VE CUNDALI TANINMIŞ KİŞİLER

 

 

Resim 12-9 Savaşın sonunu değil de başlangıcını kutlayan tek toplum Yunanlılar.

 

Yazar Elias Venezis (1904-1973)

1904'de Ayvalık'ta doğan Venezis, on beş yaşına kadar bu topraklarda yaşamış. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra, on dokuz yaşındayken Yunanistan'a göçmüş. İlk yapıtını 1928'de yazmış ama bu kitap pek yankı uyandırmamış. Venezis'e asıl ününü 1931'de yazdığı, büyük ilgiyle karşılanıp, yabancı dillere de çevrilmiş olan önemli çalışması, ‘31328 numara’ adlı otobiyografik yapıtı sağlamıştır. İlias Venezis'in bu kitabı, Türk Kurtuluş Savaşı'ndan sonra tutsak olarak geçirdiği yaklaşık bir buçuk yılın öyküsüdür. 31328, tutsaklığı sırasında kendisine verilen numaradır.

Venezis'in Dinginlik (1946), Eolya Toprağı (1943), Rüzgarlar (1944) adlı romanları; Ege (1941), Savaş Saati (1946) adlı öyküleri ve Küçük Asya, Selam adlı deneme yapıtları bulunuyor. Özgün adı ‘Ege’ olan yapıt, Üner Eyüboğlu tarafından Yunanca’dan dilimize ‘Ege Hikayeleri’ olarak çevrilmiş. Fotoğrafta yazar Elias Venezes ve Ayvalık’taki evleri.

 

Müzisyen Stratos Pagioumtzis

Stratos Pagioumtzis (1904-1971), Rum rebetiko şarkıcısı. Ayvalık doğumlu balıkçı bir ailenin çocuğudur. Türk-Yunan savaşı öncesinde Yunanistan’a gitmiş ve Pire’de balıkçılık ile uğraşmıştır. Profesyonel olarak şarkıcılığa 1920’lerin sonlarında başlamış ilk plak kaydını 1933’de gerçekleştirmiştir.

1934 yılında Yiorgos Batis, Anestis Delias ve Markos Vamvakaris ile rebetiko quartet kurmuştur. Pagioumtzis’in geniş kitlelerce tanınmasına yol açan müthiş bir sesi vardı. Klasik rebetiko döneminin en büyük şarkıcısı kabul edilir. Pagioumtzis 400’ün üzerinde eseri plağa okumuştur. Besteci Vassilis Tsitsanis bir keresinde Pagioumtzis için onun boğazında bülbül var demişti. Ekim 1971’de hayalini gerçekleştirerek Amerika’ya gitmiş, New York Spilia salonunda konser vermiştir. Pagioumtzis birkaç kez kalp krizi geçirdikten sonra 16 Kasım 1971’de New York şehrinde verdiği konserden sonra kalp krizinden ölmüştür.

Yazar ve Ressam Fotis Kontoglou

Fotis Kontoglou 8 Kasım 1895’de Nikolaos Apostolelis ve Despina Kontoglou’nun oğulları olarak doğmuştu. Babasını erken yaşta kaybedince annesi ve dayısı tarafından büyütülmüş, yetişkinliğinde annesinin kızlık soyadını almıştır. Yazıya olan ilgisi ve yeteneği erken yaşlarda fark edildi. Denizci olmayı hayal ederken 1913 yılında Güzel Sanatlar okumak için Ayvalık’tan Atina’ya gitti. Alman ekolündeki okulun eğitim tarzı ilgisini çekmedi. Fotis, kendi köklerini de bulduğu Anadolu Helen Uygarlıklarını merak ediyordu. 1914 yılında okulu bırakarak önce Madrid’e gitti ardından Paris’e yerleşti. Resimde gördüğünüz fotoğraf, milliyetçi Yunan yazar, ressam ve ikonograf Fotis Kontoglou kızkardeşi Tasitsa ile birlikte Yunan askeri üniformasıyla 1921’de Ayvalık’ta iken çekilmiş. Meşhur heykeltraş Ogist Roden’in çizimlerine ilgi göstermesi üzerine Paris’in sanat dünyasında dikkatleri çekti.  1916 yılında Knuth Hampson’un kitabı Hunger’daki illüstrasyonları nedeniyle ödül kazandı. Paris’te geleceğin büyük ressamı okul arkadaşı Spyros Papaloukas ile karşılaştı. Aynı sıralarda ilk edebi eseri olan fantastik kuzeni Petro Kazas’ın hikayesini yazıyordu.

Kontoglou 1919 yılında Ayvalık’a geri döndü. Kız okulunda Fransızca ve Sanat Tarihi dersleri verdi. Aynı zamanda Elias Venizis ve Stratis Doukas ile Genç İnsanlar Ruhani Birliğini kurdu. 1921’de Yunanistan’ın işgal güçlerine katıldı ve asker olarak Türk-Yunan savaşında savaştı. Savaş sonunda Yunan askerlerinin ve Rumların Anadolu’yu terk etmesi sürecinde önce Midili’ye ardından da Atina’ya gitti. Pedro Kazas’ın hikayesi Atina sanat çevresinde ilgiyle karşılandı.   Kitap aslında bir İspanyol korsanın hikayesiydi.  Ama metinler Yunan halkının köklerinde var olan ve geçmişten gelen alışılmamış bir dinamizm, öfke, titreşim ile okuyucuyu sarsıyordu. 1925 yılında hemşerisi Maria Hadjikambouri ile evlendi. İki yıl sonra kızları Despo doğdu. 1932 yılında 16 Vizinos caddesindeki evini inşa etti ve öğrencileriyle birlikte müthiş freskolar çizdi. Ama maalesef II. Dünya savaşında Alman işgal sırasında bir çuval un bulabilmek için freskolarını satıp bir garaja sığınmak zorunda kaldı. Fotis Kontoglou Yunan resim sanatında yeni açılımlar yapan en önemli görsel sanatçı olarak gösteriliyor. Fotis Kontoglou 13 Temmuz 1965’de bir araba kazasında öldü.  Bıraktığı eserler ağırlıklı olarak dinsel temalı olsa da ilk eseri Pedro Kazas edebi bir şaheser kabul edilmektedir.

Yazar Stratis Dukas

Yazar, sanat yorumcusu ve ressam Stratis Doukas (1895-1983) Cundalı’dır. Bir tutsağın öyküsü adlı romanıyla ünlenmiştir. İlköğrenimini Cunda’da, liseyi Ayvalık Gymnasia’da okumuştur. 1912 yılında Atina Hukuk Okuluna kaydolmuştur. Burada Ayvalık Gymnasia’dan arkadaşı Fotis Kontoglou ile karşılaşmıştır. I.Dünya savaşı çıkınca okulu bırakmak zorunda kalmış. 1916 yılında askere alınmış, Makedonya ve Anadolu’da savaşmış ve yaralanmıştır.

1923 yılında emekli oldu ve Anadolu sanatları üzerine araştırmalara ve resim çalışmalarına başladı. Midilli müzik sanatları birliğini kurdu. 1929 yılında Atina Prea gazetesinde yazarlığa başladı. 1934 yılında Yunan Yazarlar Topluluğunu kurdu. 1942 yılında Atina’da Dimitra Mangana ile evlendi. Nazilere karşı direnişe katıldı. Yunanistan Yazarlar topluluğunda 1949-1953 yılları arasında danışmanlık, 1953-1960 yılları arasında Genel Sekreterlik görevi yaptı. 1962’de prostat rahatsızlığından dolayı Atina da evine kapandı yazarlıkla uğraştı. Son yıllarını bakım evinde geçirdi ve 1986 yılında vefat etti.

Ayvalık Piskopozu Grigorios Orologas (1864–1922)


Grigorios (Gregory) 1864 yılında Manisa’da doğmuştur. Sivil ismi Anastasios Antoniadis ya da Saatsoglou idi. Din eğitimi gördü. Makedonya’da piskopozluk yaptıktan sonra 22 Temmuz 1908’de Ayvalık’a atandı. I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı yetkilileri tarafından iki kez hainlikle suçlanarak çeşitli süreler ile İzmir’de tutuklandı. Savaş sonunda 16 Ekim 1918’de serbest bırakılarak Ayvalık’a döndü. Ağustos 1922’de Yunan sivil ve askeri birlikler Ayvalık’tan ayrıldıktan sonra henüz Türk ordusu Ayvalık’a gelmeden Gregory Yaşlılar Meclisini toplayarak kentin hızla boşaltılmasını önerdi ama Yaşlılar Meclisi bu teklifi kabul etmedi. Öncü Türk çetelerin Ağustos 1922’de Ayvalık’a gelmesiyle birlikte bazı katliamlarda başladı. Asker gelince kentte sıkıyönetim ilan edildi ve yetişkin tüm erkekler tutuklanarak Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yol inşaatlarında çalıştırılmak üzere götürüldüler. Amele Taburlarına Ayvalık’tan alınan 3.000 Rum yetişkin erkekten yalnızca 23 kişi hayatta kalabildi.  Freneli (Aureliopolis) köyüne giden yol üzerinde 4,000 Ayvalıklı Rum makineli tüfek ile öldürüldü.
 

Zor koşullar altında Gregory kadın ve çocukları kurtarmak için Türk otoriterler ile görüşmeye çalıştı. Cunda’da, Metropolitan Ambrosios’de dahil olmak üzere 6.000 Rum’un öldürülmesinden sonra, Metropolitan Gregory Amerika Kızılhaç’tan Ayvalık ve Cundalı kadın ve çocukları Midilli’ye taşıyacak gemiler istedi. Türk otoriteler bu talebe olumlu yanıt verdi. Bunun sonucu olarak Yunan Ortodoks halkın büyük bir kısmı (20.000-30.000) Amerikan bayrağı çekilmiş Yunan gemileriyle Midilli adasına taşındılar. 30 Eylül 1922’de Gregory ve bölgede görevli 30 rahip tam gemilere bineceklerken Türk otoritelerince tutuklandılar. Hastanenin denize doğru ön tarafında karakolda (şimdi cadde üzerindeki pansiyon) sorgulandılar. 3 Ekim’de Altınova yolunda infaz edildiler. Görgü tanıklarına göre Metropoliten Gregory arkadaşlarının infazlarını seyretmeye zorlandı ve kendi infazı öncesi kalp kriziyle öldü. 10 yıl sonra 1932’de Midilli Metropolitanı Lakovos Dyrrachion, Ayvalık Metropolitanı Gregory’nin heykelini yaptırdı. Heykelin kaidesinde ‘Metropolitan of Cydoniae, Gregorios. Martyred in 1922. The good shepherd laid down his life for the sheep (John 10:11)’ yazıyor.

Resim 12-10 Soldaki fotoğrafta ortadaki din görevlisi Ekim 1922’de öldürülen (Ortodokslara göre şehit edilen) Ayvalık Metropolitan Piskopozu Grigorios Orologas’dur .

Ressam Fikret Mualla (1903-1967)

1903’te İstanbul'da doğan Fikret Mualla Saygı, Birinci Dünya Savaşı'nın son yılında tüm Avrupa'yı etkileyen ve 50 milyonu aşkın kişinin ölümüne neden olan İspanyol gribine, ailede ilk yakalanandı. Hayatı boyunca annesine kendisinin geçirdiğine inandı. Annesi gripten hayatını kaybettiğinde 15 yaşındaydı. Daha doğmadan koymuştu annesi adını: Mualla. Kız ismiydi; çünkü annesi bebeği kız bekliyordu. Erkek doğunca çok şaşırdı. Ama ismini değiştirmedi, fakat bir ad daha ekledi: Fikret Mualla. Annesi, kız bebeği gibi büyüttü onu. Fikret Mualla belki de bu yetiştirilme tarzı nedeniyle, hayatı boyunca hiçbir kadınla birlikte olamadı. Ama eşcinsel de değildi. Platonik aşkı, uzaktan akrabası soprano Semiha Berksoy idi. Semiha Berksoy'un Nazım Hikmet'e olan aşkını hep kıskandı.

Fenerbahçe futbol takımının sol açığı Hikmet (Topuzer) dayısıydı; ona hayrandı. Onun gibi futbol oynamak istiyordu. Ve bir gün futbol aşkı topal kalmasına neden oldu. Mahalle maçında ayağını kırdı. Ayağını alçıya aldılar. Yıl 1915'ti; daha henüz 12 yaşında, Saint Joseph'te öğrenciydi. Ayağı alçıdan topal olarak çıktı. Artık futbol oynayamıyordu. Boş zamanlarında soluğu evlerinin biraz ötesindeki Fenerbahçe'nin maç yaptığı Kuşdili Çayırı'nda alıyordu. Fenerbahçe aşkı hiç bitmedi.

Madam Fernande Angles ve eşi eski Milletvekili Raoul Angles, Fikret Mualla'yı yıllar önce, 1959'da Paris/Quartier Latin'deki bir kahvede tanımış, resimlerini almışlardı. Angeles çifti, Fikret Mualla'nın resimlerine tutku derecesinde bağlanmışlardı. Zamanla Fikret Mualla koleksiyonu yapmaya başladılar. Gerçi resimleri çok ucuza alıyorlardı ama ressamın başı ne zaman derde girse imdadına yetişiyorlardı.

Ama içki Fikret Mualla'yı hiç bırakmadı. Kazandığı tüm parayı sürekli içkiye yatırıyordu. Hayatının iki vazgeçilmezi vardı; içki ve resim. 1962 Eylül'ünün son gününde sarhoş bir halde Montmartre'de dolaşırken birden sokağın ortasına yığılıp kaldı; sol tarafına felç gelmişti. Bu olay Paris ile yollarını tamamen ayırdı. Angles çifti, Fikret Mualla'yı Alp dağlarının güneyinde Akdeniz'e 80 km uzaklıktaki Reillanne Köyü'ne yerleştirdi. Fikret Mualla, yaşamının beş yılını geçirdiği, bu köyde sürekli resim yaptı. Yaptığı resimleri Angles çiftine gönderiyor, karşılığında para alıyordu. Köylülere göre o, ‘Van Gogh'un oğluydu!’.

Yaz başında Reillanne Köyü'ndeki evinde rahatsızlanmış, Manosque Hastanesi'ne kaldırılmıştı. İyileştikten sonra, kendi başına kalamayacağına karar verilmiş ve düşkünler evine getirilmişti. Resimlerinin özüydü izlenimcilik. Sokaktaki, barlardaki, kahvelerdeki insanları; manavları, dansözleri, fahişeleri, müzisyenleri, ellerinde balonla yürüyen çocukları izlemiş ve onları tuvallere geçirmişti. Guaş boya tüpleriyle ilk kez Zürih'i terk edip geldiği Berlin'de tanışmıştı. Babası mühendis olsun diye Zürih'e göndermiş, o ressam olmak için Berlin Güzel Sanatlar Enstitüsü'nü tercih etmişti. Alkol ile Almanya'da tanıştı. Alkolik oldu. Akıl hastanesine de ilk bu şehirde, 1928 de Berlin'de yatırıldı. Sonra Paris'e geçti. Parasızlık canına tak edince Türkiye'ye döndü. Millî Eğitim Bakanlığı'na yaptığı başvuru üzerine 1934'te Ayvalık Ortaokulu resim öğretmenliğine atandı. İstanbul, Paris ve Berlin yaşantısından sonra ressama Ayvalık çok sıkıcı geldi. O dönemde kente jeneratörle verilen elektrik bile gece 22 de kesiliyordu. Ortamdan çok sıkılan Fikret Mualla kısa bir süre sonra 16 Mart 1935’te bu görevinden ayrılıp İstanbul’a gitti. Salah Birsel’e ‘Zeytinyağı, zeytinyağı. Nerdeyse salata olacaktım. Kaçtım geldim ‘der. Yaşamı kendisine çok benzeyen[252] yazar-şair ‘Schiller’in kitabını yazdı.

1934'te İstanbul'da ilk kişisel sergisini açtı. Umduğu ilgiyi göremedi. Sinirleri bozuldu. İki yıl sonra Bakırköy Akıl Hastanesi'ne yatırıldı; oda komşusu Neyzen Tevfik'ti. 1937 sonunda, polisler tarafından elleri bağlanmış halde kendisine kefil olan Salah Cimcoz'un evine götürülüp teslim edildi. Bu olayı aklından hiç çıkaramadı ve yaşamı boyunca, ‘Bir gün polislerin gelip akıl hastanesine götüreceği’ korkusuyla yaşadı. Salah Cimcoz'un evinde üç hafta kaldı; çocuklarına resim çalıştırdı. Bu çocuklardan biri ileride Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün eşi olacak Emel Hanım'dı. 1938'de babasının ölümü Fikret Mualla'nın hayatını değiştirdi. Kendisine kalan beş bin lira mirasla Paris'in yolunu tuttu. Yıl 1939'du. Ve bir daha Türkiye'ye dönemeyecekti. Paris'te miras parasını çabuk tüketti. Kimi zaman küçük bir dairede, kimi zaman pis otel odalarında ve kimi zaman kaldırımlardaki banklarda yaşadı. Para kazandığı günler de oldu, sokaktan izmarit toplayıp içtiği zamanlar da. Her iki durumda da içkiyi ve resmi hiç bırakmadı. Parasızlık anlarında, geceleri duvardan söktüğü afişlerin arkasına resimler yapıp sattı. Bu resimler genellikle guaş-suluboyaydı. Yaşamak için resim yapmak zorundaydı. Ayrıca, resim yapmak ona iyi geliyordu; sanrılarından kurtuluyordu. Picasso'nun, ‘Fikret Mualla'ya’ ithaf ettiği bugün değeri milyon dolarları bulan kadın figürünü bir şişe şarap fiyatına satmakta hiç tereddüt göstermedi. O, Picasso'dan çok Toulouse Lautrec (1864-1901) resimlerini beğeniyordu. Bu hayranlık biraz da aynı kaderi paylaşmaktan ileri geliyordu. Lautrec, 14 yaşında çocuk felci olmuş ve vücut gelişimi durmuştu. Topaldı. İçkiye düşkündü. Diğer yandan sürekli gözlemlediği sosyal hayatı resmediyordu. Figürleri çoğu zaman kadınlar, dansçılar, fahişeler olmuştu. Kuşkusuz Fikret Mualla, empresyonist (izlenimci) Toulouse Lautrec'in etkisinde kalmıştı; öyle ki Nurullah Berk'e göre tiplerinin elbiseleri bile Lautrec döneminin giysileriydi! Bu eleştiride, biraz kıskançlık yok değil. Çünkü yıllar önce İstanbul'da genç Fikret Mualla'yı ressamdan saymayıp D Grubu'na almayan da yine Nurullah Berk'ti. 1953 ve 1956'da iki kez Paris Sainte Anne Akıl Hastanesi'ne yatırıldı...İlginçtir aynı dönemde; 1954 ve 1955'te Dina Vierny Galerisi'nde iki sergisi yapıldı. 1957 yılı yaşamının en hareketli dönemi oldu. Felç geçirdi. Gırtlak ameliyatı oldu. Aynı yıl Marcel Bernheim Galerisi ve Lous l'Hermine Galerisi, Fikret Mualla sergisi düzenledi.

Öğleden sonra gizlice düşkünler evinden kaçmış, karşı kahvede bira içmişti. Üstelik bir de sigara almıştı kahve sahibinden. Keyfi yerine gelmişti. Kapalı odalarda oturamıyordu. Özgürlüğe düşkündü. İstanbul burnunda tütüyordu; Uçup gitmek istiyordu. Uzaklaşacak parası olmadığı için, hava kararmaya yakın düşkünler evine tekrar döndü. Akşam yemeğinden sonra biraz televizyon izledi diğer yaşlılarla birlikte. ‘Sous les Ponts de Paris’[253] şarkısını mırıldanarak odasına gitti. Sigara içmek yasaktı; gizlice sakladığı sigarayı çıkarıp içmeye başladı. İki nefes almıştı ki hastabakıcıya yakalandı. Türkçe bir küfür savurdu. Ardından yatağına uzandı, gözlerini yumdu, uykuya daldı. Sabah uyanmayınca, oda arkadaşları hastabakıcılara haber verdi. Hastabakıcılar geldi. Baktılar, nefes almıyordu. Fikret Mualla o gece sessizce ölmüştü. Tarih 20 Temmuz 1967 idi. Son beş yılını yaşadığı Reillanne Köyü'ne gömüldü. Vefatından 7 yıl sonra defnedildiği mezarlığın bedeli ödenmediği için kimsesizler mezarlığına nakledilecekken dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün yardımlarıyla kemikleri Türkiye'ye getirildi ve vasiyeti gereği Karacaahmet Mezarlığı'na gömüldü. Cumhurbaşkanının eşi ressam Emel Korutürk gençliğinde Fikret Mualla’dan resim dersleri almıştı.

Orhan Peker (1926-1978)

1926 yılında Trabzon’da doğdu. Hali vakti yerinde babası oğlunun tüccar olmasını istemekteydi. Ancak anne ve özellikle de ablaları, onun sanat için yaratılmış olduğunu fark ettiler ve bu yüzden Orhan Peker’in resme yönlendirilmesi için uğraştılar. Dedesi Trabzon’un ilk ve en önemli yayınevinin kurucusudur. Kitaplar basmış, Trabzon kartpostalları hazırlatıp bunları Paris’te bastırmış ve yayımlatmıştır. Peker, 1942 yılında lisede matematik dersinde başarı olamayınca İstanbul’da bulunan dayısının yanına gönderilmiş ve İstanbul’da Almanca öğrenebileceği ve sanatsal kimliğini bulabileceği Avusturya Sankt George’a yazdırılmıştı. Lise öğrencisiyken II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte kapanan Sankt George Lisesi, Orhan Peker için yeni bir başlangıcın kapısını açacaktır. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun atölyesinin sınavını kazanan Orhan Peker akademiye kayıt olur. 1954 yılında Orhan Peker, Almanya’da ‘Erlangen Gençlik Tiyatroları Festivali’ne katılır. İtalya ve Viyana’ya, oradan da Paris’e gider. Aralık 1957’de Münih’e giden Orhan Peker orada iki yıl kaldıktan sonra İstanbul’a döner. Aynı yıl gittiği Ankara’nın sarı steplerinden çok etkilenen Orhan Peker, Ankara’da dört sene yaşadıktan sonra 1963 yılında burs kazanarak İspanya’ya gider. 1966 yılında Türkiye Çağdaş Ressamlar Cemiyeti’nin girişimleriyle, ‘Yılın Ressamı’ ve ‘Yılın Genç Ressamı’ seçilecektir.

Orhan Peker 1967 yılında, Özden Erdem’le tanışır ve aynı yıl içerisinde evlenirler. 19 Haziran 1967 tarihinde İzmir’de açtıkları sergiden sonra Orhan ve Özden, buradan tatil için Ayvalık’a giderler. Böylece Ayvalık dönemi başlamış olur. 1969 yılında Japonya’daki ‘EXPO- 70’ fuarı proje yarışmasını kazanır. Orhan Peker, Japonya’dan döndüğünde oldukça sıkıntılıydı. Teknolojinin her şeyi ezmeye başladığına inanıyordu. Hatta bir anısında, fuarda sigara almak için büfeye doğru yürüdüğünü gören bir Japon, ona otomatik makineden almasının daha iyi olacağını söyler. Ve devam eder; ‘Şimdi o büfedeki insana derdini anlatacaksın, belki yüzünü sevmeyeceksin, ya da ters konuşacak, bozuk parası da olmayabilir, bir sürü sorun. Sen iyisi mi paranı içine at, otomatik makineden sigaranı al. Hem durup dururken başına iş açmamış olursun.’ Orhan Peker için çok şaşırtıcı bir düşünceydi. Bütün bu çarpıcı etkilerle, Türkiye’ye dönen Orhan, önce evini beyaza boyatır. Bütün resimlerini bir süre ortadan kaldırır. Hatta bir süre resim bile yapamaz. 1972 yılı sonrasında Orhan Peker bir yıl süreyle Paris, Brüksel, Köln ve Münih’te çalışmalar yapar. Orhan Peker’in sürekli yurt dışında olması eşi Özden’den ayrılmasına sebep olmuştur. Bu ayrılıktan sonra Orhan Peker Ayvalık’a gider. Zira Ayvalık’ın sessizliği ve doğallığı onu çekmektedir. Aile düzeni bozulan Peker bu dönemde kendini içkiye verir. Bu da onun sağlığını bozar. Ayvalık’ta güzel günler geçiren Orhan Peker, 1976 yılında Ayvalıklı Gönül Karaca ile evlenir. Yeniden yoğun bir çalışma ortamına girer ve 1976 yılında Ayvalık’ta ‘Ayvalık-76’ adı altında bir sergi açar. Orhan Peker Ayvalık’ta iki yıl daha kaldıktan sonra eşiyle birlikte 1978 yılında İstanbul’a yerleşir. 1978 yılına yoğun resim çalışmalarına başlar ve 11 Nisan tarihinde, Akademi hocası Bedri Rahmi Eyüboğlu galerisinde ‘Güvercinler’ isimli son sergisini açar. Ancak aradan geçen zaman içerisinde sağlığı da iyiden iyiye bozulur. Orhan Peker aynı yıl safra kesesi hastalığı sebebiyle vefat eder. 

On’lar Grubu’nun kurucuları arasında yer alan Peker, Avusturya, Almanya, İspanya’da bulundu ve sergiler açtı. Çağdaş resim sanatımızda ve orta kuşak sanatçıları arasında, kimlik ve kişilik arayışının yaşamla bağdaşık ve özgün bir resim dili bulmaya yönelik bir çabayla mümkün olabileceği gerçeğini görüp kavrayan ve bu yolda yapıtlar üretmiş olan bir sanatçıdır. Peker için resim, sanatının ilk yıllarından başlayarak kendini ifade etmenin en saygın yolu olmuştur. Kendi düşüncesini, kendi renklerini, kendi yakın çevresini, kendi ışıklarını ve en önemlisi kendi lekelerini resimlemektedir. Görüp algıladığı nesneler dünyası ve insan yaşamı, resminin değişmez konuları olarak geçerliğini hep korumuştur. Yerel izlenimleriyle gözlemlerine dayanan resimlerinin kaynağı her zaman doğa ve yaşamdan alınmıştır. Tuvallerdeki görüntüden çok görüntünün gerisindeki anlamı vurgulamaya çalışmıştır. Tüm bunlar sanatçının yaşamının, ilgilerinin, sevgilerinin aynası gibidir. Gerçeğin dışındaki hayallerle hiç ilgisi yoktur. Orhan Peker’in yaratıları olan resimler, estetik değerleriyle, yalnızca otuz iki yıllık bir sanatsal üretim dönemi geçiren elli iki yıllık ömür denilen sürecin kısa sınırları içinde üstün bir yeteneğin, çağdaş bir duruşun kanıtlarıdır. Şair-ressam İlhan Berk onun resimleri için;

‘Orhan’ın bütün resimlerinde, insan, hayvan, ölü doğa resimlerinde olsun içten içe hep bir yalnızlık, acı göze çarpar. Bu en aydınlık resimlerinde de vurur. Hüznü, acıyı kazımaya gelmiştir sanki. Bu ilk anda vurmaz, yavaş yavaş işler insana.’

Başlangıçta siyah ve gri tonlarının ağırlıkta olduğu çalışmaları ilerleyen dönemlerde daha renkçi bir anlayışa bırakmıştır. Lekesel anlayışın ağırlıklı olduğu çalışmalarında, genellikle tüm yüzey üzerine dağılan serbest kompozisyonlar dikkat çekmektedir.

Necdet Kent (1911-2002)

Ayvalık doğumlu Necdet Kent orta öğrenimini Galatasaray Lisesi’nde, yüksek öğrenimini New York Üniversitesi’nde tamamladı. 1937 yılında Dışişleri Bakanlığına girdi. Önce Atina Başkonsolos Yardımcılığı’na ardından 1941 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği bir dönemde Marsilya Başkonsolosluğu’na atandı. Burada 1941 ve 1944 seneleri arasında Marsilya Başkonsolosu olarak görev yaptığı dönemde II. Dünya Savaşı sırasında Fransa'da yaşayan ve belgeleri yeterli olmayan onlarca Türk Museviye Türk Vatandaşlığı hakkını kazandırmıştır. 2001 senesinde Kent yine kendisi gibi Musevileri Nazi soykırımından koruyan iki diplomat ile birlikte Türk Dışişleri tarafından Türkiye Cumhuriyeti Üstün Hizmet Madalyası ile ayrıca soykırım sırasında Musevilerin kurtulmasına yardımcı olduğu için İsrail'in verdiği özel bir madalya ile ödüllendirilmiştir. Kent, İkinci Dünya Savaşı'nda sonra New York'ta Türkiye'nin Baş Konsolosu olarak görev yaptı ve Tayland, Hindistan, İran, İsveç ve Polonya'nın büyük elçiliğini üstlendi. Kendisi gibi Ayvalıklı olan Sezai Ömer Madra'nın kızı seramik sanatçısı ve ressam Sevim Madra ile 1950 yılında evlendi. Muhtar Kent oğludur. Yaşantısı bir romana ve filme konu olmuştur. Ayvalık Cunda’da Rahmi Koç tarafından Necdet Kent adına inşa edilmiş bir kütüphane bulunuyor. Kitaplar Necdet Kent koleksiyonu.


Tam bir Türk Schindler’i Necdet Kent.

Nazilerin sokak ortasında erkeklerin pantolonunu indirtip ‘sünnetli olanları’ topladığını duyar.

Hemen Gestapo’nun merkezine gider. ‘Komutanı görmek istiyorum’ der. Azarlarlar. İnatla bekler.

Sonunda öfkeli bir adam girer içeri. Gayet sakin ‘Çok büyük bir yanlışlık yapıyorsunuz, sünnet sadece Yahudilikte değil Müslümanlıkta da var’ der.

Komutan boş gözlerle bakar. Tekrar anlatmaya çalışır. Yine anlamazlar.

Sonunda dayanamayıp pantolonunu indirir… ‘Bakın ben Müslüman bir Türk diplomatıyım. Lütfen doktorlarınızı çağırın, gelip beni incelesinler…’ der.

Komutan afallar, şaşkınlıkla ‘doktorlar gelsin’ der.

Hakikaten de doktorlar gelir ve Necdet Kent’in sünnetli olduğunu teşhis eder.

Bu sayede Türkiye vatandaşı olmayan birçok sünnetli Fransız Yahudi’si de toplama kampına gitmekten kurtulur. Necdet Kent birkaç kelime Türkçe öğretip onlara da Türk pasaportu hazırlatır. Bu sayede 500 Yahudi kurtarılır. – Eyüp Can

Kalp rahatsızlığı sonucu 2002 yılında 92 yaşında İstanbul’da vefat eden Necdet H. Kent’in cenaze töreninde Bebek camisinde safa geçerek cenaze namazı kılan ve ellerini açıp dua eden Hahambaşı vekili Haleva:

Bizim için çok önemliydi ve büyük bir insandı’ dedi.

 

Muhtar Kent (1953-    )

1953 yılında New York’ta dünyaya geldi. Babası Necdet Kent dönemin Türkiye Başkonsolosuydu. Çocukluk yıllarında baba mesleği yüzünden New York, Bangkok, Hindistan ve Tahran’da yaşadı. Tarsus Amerikan Koleji’ni bitirdi. Sıra üniversiteye gelince babası doktor olmasını istemesine rağmen İngiltere’de Hull Üniversitesi’nde ekonomi okudu.

1978 yılında bir gazete ilanı ile girdiği Coca Cola’da CEO ve Yönetim Kurulu Başkanlığı’na kadar yükselmiş bir profesyonel yöneticidir. Satış ve pazarlamadan çeşitli departmanlardaki müdürlüğe kadar 1999 yılına dek dünyanın çeşitli noktalarında çeşitli görevlerde bulundu. 1999-2005 arası Efes İçecek Grubu’nda başkanlık görevini üstlendi. 29 yıl önce kariyerine başladığı Coca-Cola şirketine 2005 yılında Kuzey Asya, Avrasya ve Orta Doğu Grup Başkanlığı göreviyle geri döndü. Şirketin önemli uluslararası pazarlarda elde ettiği büyüme performansına liderlik etti. 2006 yılında Coca-Cola’ın İcra Başkanlığı’na getirildi. 1 Temmuz 2008 itibarıyla Coca Cola'nın CEO'su görevine atandı. Ardından 23 Nisan 2009 tarihinde Coca-Cola'nın Yönetim Kurulu Başkanı oldu. Muhtar Kent, 2016 yılında Coca Cola'daki CEO görevini 2018 yılında da Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini devretti.


Prof.Dr. Filiz Ali

Prof. Dr. Filiz Ali, 1937 İstanbul doğumlu piyanist ve müzikbilimcidir. Gazeteci-yazar Sabahattin Ali'nin kızıdır. Ankara Devlet Konservatuarı piyano bölümünü bitiren sanatçı Ferhunde Erkin'in sınıfından 1958 yılında mezun oldu, ABD'de çalışabilmek için Fulbright bursu kazandı. Boston, Massachusetts'de David Barnett'le öğrenim gördüğü New England Conservatory of Music'te ve New York'taki Mannes College of Music'te Frank Sheridan'la çalıştı. Müzikoloji alanındaki hocaları, New England Konservatuarı’nda Daniel Pincham, Londra Üniversitesi’nde Brian Trowell’dir.

Yurda döndükten sonra sırasıyla Ankara Devlet Konservatuarı, Atatürk Eğitim Fakültesi Müzik Eğitimi Bölümü ve MSÜ Devlet Konservatuarı’nda piyano ve korrepetisyon dersleri veren Filiz Ali’yi müzik eleştirisine özendiren, Bülent Arel ve Faruk Güvenç olmuştur. Öte yandan sanatçıyı 1962-65 yılları arasında piyanist Greta Gilmartin ile “Piyano ikilisi” ve 1970-80 yılları arasında soprano Karin Görgün ile “Lied” resitalleri verirken görüyoruz. Bu konser etkinlikleri ve öğretim üyesi olarak çalışmaları, onun müzikolojik araştırmalarını kısıtlamamıştır. Eleştirmenimizi 1962’den 1985 yılına kadar olan dönemde usta bir “radyo programcısı” kimliğiyle tanıyoruz. 1989-92 yılları arasında Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nun genel sanat yönetmenliğini yapmıştır. İstanbul'da Mimar Sinan Üniversitesi'nin 1990-2005 yılları arasındaki Müzikoloji Bölümü'nün başkanıydı ve aynı zamanda Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi'nin kurucu ve 1998'den beri direktörüdür. TRT için 1962-1995 yılları arasında müzik programları yaptı ve Cumhuriyet, Hürriyet, Yeni Yüzyıl ve Radikal gazeteleri için müzik eleştirmenliği yaptı. Mimar Sinan Üniversitesi’nden emekli oldu. Artık Sabancı Üniversitesi’nde haftada bir gün “müziğin baş eserleri” isimli dersi veriyor. Zamanının büyük bölümünü Ayvalık’taki akademiye ayırıyor. Bir yandan da Milliyet Gazetesi'nde müzik yazıları yazıyor. Balkan Müzik Forumu'nun bir üyesidir, Uluslararası Müzik Konseyi ve Avrupa Müzik Konseyi'nin temsilcisidir. Müzik ve müzisyenler hakkında yedi kitabın yazarıdır.

Sabahattin Ali

Aslen Edremit’li olan ve 1920’lerde öğrenciliği döneminde bir süre babasının Pelitköy’deki işi nedeniyle Ayvalık’ta da yaşayan Sabahattin Ali sonraki yaşamında da zaman zaman kenti ziyaret etmiştir.  Altta Sabahattin Ali, arkadaşları Mustafa Seyit Sutüven, Nilüfer Saygun ve Adnan Saygun’la birlikte Çamlık burnunda delikli taşın önünde çektirdiği fotoğrafta. Delikli Taş, Sarımsaklı sınırları içerisinde Dalyan Boğazı denilen bölgededir. Buraya bu ismin verilmesinin nedeni katran rengindeki volkanik büyük bir taşın ortasındaki deliktir. Deliklitaş, Çamlık koyunun sığ bölümünde kumdan oluşan bir dilimin ucunda bulunmaktadır.  

Resim 12-11 Sabahattin Ali ve arkadaşları, Çamlık Delikli Taş - 1943 Eylül

 

İbrahim Yazgan Bey bisikletiyle futbol sahasında (16 Ağustos 1929 tarihli)

Resim 12-12 Bir bayram kutlamasında asker ve sivil yöneticiler (1932 yılı).

 Güzel Ayvalık Uçağı

1925 yılında kurulan Türk Tayyare Cemiyeti ‘Ordu Millet El Ele’ kampanyası ile 1938 yılına kadar 331 uçağa sahip olmuştur. Ayvalık halkı 1925-1935 yılları arasında kendi arasında 53 bin lira para toplayarak Silahlı Kuvvetlere bağışlamış ve satın alınan uçağa ‘Güzel Ayvalık’ adı verilmiştir.

Resim 12-13 Ayvalık uçağı ve pilotu

Uçağın 12 Ocak 1928’de Ayvalık’a geleceği duyurulunca adeta bayram havası esmiştir. Törenin yapılacağı 12 Ocak 1928 Cuma sabahı kadın erkek, çoluk çocuk bütün halk, sahilden yükselen mızıka sesleri ile davul gümbürtüleri arasında sokakları doldurduğundan, belediye meydanı ve rıhtımda düzeni sağlamak için süvariler devriye gezmiş, Taş Kahve ile Sefa arasındaki deniz kısmı inzibat sandallarıyla korunmuştur. Saat on biri yirmi beş geçe gökyüzünde görülen Burhaniye uçağının arkasında sallanan: ‘Ayvalık Tayyaresi, Muhterem Ayvalık Halkını Selamlar’ yazısını okuyan halk, duygularını alkışlarla dile getirmiş; Burhaniye uçağı, Burhaniye’de yapılacak tören için o istikamete giderken, Ayvalık uçağı koya inmiştir. Uçağın pilotları Hasan ve Burhanettin beyler, yanlarında komutanlarıyla birlikte onları karşılamaya giden Tayyare Cemiyeti Başkanı Arif beyin sandalıyla halkın coşkulu alkış ve tebrikleri arasında karaya çıkmış; pilotların dinlenmek için Tayyare Cemiyeti’ne gittiği esnada, uçak yapraklarla ve bayraklarla süslenmiş, misafir pilotların gelmesiyle tören başlamıştı. Törenden önce cemiyet yetkilileri uçak alımı için en fazla bağış yapan kişi olması sebebiyle fabrikatör Şevket Osman beyin kurdeleyi kesmesini kararlaştırmasına rağmen; Dalkıran Mahmut Ağa bu şerefin açılıştan önce en yüksek bağışı yapana verilmesi gerektiğini söyleyerek yüz elli lira bağışta bulunacağını dile getirmiş, Şevket Osman Bey de rakamı iki yüz liraya yükselterek açılışı yapmıştır. Tayyare Cemiyeti Başkan Yardımcısı Faruk Bey, Ayvalık Halk Fırkası idare heyeti başkanı Sadık Halit Bey ve süvari alayı zabitanından Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey ordu ve alay namına günün anlam ve önemini açıklayan birer konuşma yapmış, sonrasında Halik Nezihi Bey Ayvalık uçağı için bestelenmiş manzumeyi okumuştur. En son olarak ilçenin Halk Fırkası mutemedi Doktor Fazıl Doğan Bey konuşmuş, nutukların devamında Kaymakam Haluk Nihat Bey, Tayyare Cemiyeti tarafından alınan altın ve gümüş saatleri pilotlara hediye etmiş ve tören bu şekilde sona ermişti. Ayvalık halkının büyük destek ve özverili yardımlarıyla alınan uçağa, ‘Güzel Ayvalık’ ismi verilmiştir. Türk Tayyare Cemiyeti de uçak alımına bağışta bulunan kişi ve kurumlara yapılan katkıları nedeniyle teşekkürlerini dile getirmek amacıyla bronz, gümüş ve altın madalyası şeklinde Madalya[254][255][256] vermiştir.

Resim 12-14 Ayvalık Tayyaresi marka ve modeli: Savoia-Marchetti SM-16bis/m, SM-59 

Sahil şeridinin kontrolünün sağlanması amacıyla Cumhuriyetin ilk yıllarında 1921 yılında ‘MM Grubu’ elemanları tarafından İstanbul-Haliç’deki Donanma depoları basılmak suretiyle ele geçirilmiş ve deniz yoluyla Amasra’ya kaçırılmış[257] yalnız üç adet Gotha WD-13 bulunmaktaydı. Bu uçaklar milli Mücadele sonuna kadar burada kurulmuş olan Deniz Tayyare Bölüğünde görev yapmışlardır.

Daha sonra İzmir-Güzelyalı’ya getirilen bu bölüğün elindeki yaşlı uçakları değiştirmek gerekince 1924 yılında 8 adet, 300HP Fiat motorlu MS-16bis/m sipariş edildi. Bu siparişi 1926 yılında 400HP Lorraine-Dietrich motorlu 12 adet MS-16bis/m takip etti. Son olarak ta 1928’de 8 adet 450 HP Lorraine-Dietrich motorlu S.59 sipariş edildi. 1938’e kadar görevde kalan bu uçaklar Supermarine Walrus’ların gelişi ile hizmet dışı kaldılar. Bu uçakların teknik özelliklerine gelince: Mürettebat: 2, kanat açıklığı: 16.66m, uzunluk:12.60m, yükseklik:4.19m, boş ağırlık: 2600kg, azami kalkış ağırlığı: 5.030kg, azamî hızı: 220km/h, seyir hızı: 160km/h, tavan: 4.900m, havada kalış süresi:3 ½ saat, silah donanımı: 2 x MG & 6 x bomba.

 

Ayvalık Gemisi

Denizyolları İşletmesi için 1951 yılında Hollanda’da yaptırılan Ayvalık ve Gemlik adlı kardeş gemiler uzun yıllar İstanbul halkını Gemlik, Mudanya, Marmara adası, Avşa ve Karabiga’ya taşımışlardır. Ayvalık gemisi 1950-1970 yılları arasında ağırlıklı olarak Marmara Denizinde çalışmıştır. Bu gemilerden Gemlik 1988 yılında İstinye Tersanesinde bakım ve onarımda iken çıkan bir yangın neticesinde satılmıştır. Ayvalık gemisi ise 1999 yıllara kadar çalışmış daha sonra kadro dışı bırakılarak Aliağa’da sökülmüştür.

Resim 12-15 Ayvalık gemisi 1952 

Resim 12-16 Ayvalık Gemisi

 Ayvalık otları

Girit mutfağını ve Giritlilerin yeme içme alışkanlıklarını diğer Anadolu mutfaklarından farklı kılan en temel özellik, yabani otlardan yapılan çok çeşitli yemeklerin varlığıdır. Büyük mübadele sonrasında Ayvalık dahil Anadolu’nun çeşitli yerlerine yerleştirilen Giritli Müslüman halkın bundan böyle yaşayacakları topraklarda yeni ve güçlü bir kimlik oluşturmalarında, mutfak kültürleri büyük rol oynamış en önemli farklılaşmayı da yabani otların yoğun tüketimi ortaya koymuştur. Ot ağırlıklı beslenmenin ön planda olduğu bu mutfakta, çiğ ya da haşlanmış otların zeytinyağlı, limonlu ve sarımsaklı sos eşliğinde tüketilmesi âdettir. Zeytinyağından sonra Ayvalık mutfağının en önemli unsuru Ayvalık otlarıdır. Ayvalık’ta ve genel olarak Ege Bölgesi’nde yetişen yenilebilir otların yaygın olarak tüketilenleri aşağıdaki tablodadır. Bu otların sağlığa faydalarına değinmek mümkündür.

Arapsaçı

Yapraklarında bulunan rezene yağı nedeniyle anasona benzer kokuya sahiptir. Gaz söktürücü ve süt artırıcı etkileri vardır. Kökü idrar artırıcı olarak kullanılır. Astıma ve böbrek taşına karşı da etkilidir. Pek çok Ayvalık yemeğinde kullanılan bir ottur. Kuzu etiyle zeytinyağlı olarak pişirilir.


Turp Otu

İçerdiği uçucu yağlardan dolayı canlandırıcı, sinirleri teskin edici, ağrı dindirici özellikleri vardır. Genellikle haşlanıp salata olarak yenir. Kavrulup üzerine yumurta kırılarak yenmesi de mümkündür.


Ebegümeci

Genellikle zeytinyağlı yemeği yapılan bir bitki türüdür. Yaprakları kaynatılıp içildiğinde sinirleri kuvvetlendirir. Solunum ve sindirim sistemi sorunlarına karşı koruyucudur.

Şevket-i Bostan

Süt dikeni olarak da bilinir. Kuzu etiyle yemeği yapıldığı gibi haşlanıp salata olarak da yenir. Haşlama suyu sabahları aç karnına içildiğinde böbrek taşına ve kumuna iyi gelir. Yaşlanmayı geciktirici etkisi vardır.


İstifno

Aslında yabani bir pamuk bitkisidir. Zeytinyağlı salatası sıkça yapılır. Ağrı kesici özelliğinden dolayı çayı da içilebilir. Dişeti tedavisinde gargara olarak kullanılır. Kökü zeytinyağında bekletilerek yara merhemi yapılır.

Deniz börülcesi

Deniz kıyısında, suyun gel-git yaptığı yerde sular çekildikten sonra yetişir. Tuzlu, ekşi ama lezzetli bir bitkidir. Haşlanarak salatası yapılır. Çiğ tüketildiğinde sirke kullanılması gerekir. Bol iyot içerdiğinden, iyot eksikliğine bağlı guatr hastalığına iyi gelir. İdrar artırıcı ve kuvvet verici özelliği de vardır.


Cibez

Dış görünüşü biraz marulu andırır. Tatlımsı ve iştah açıcı bir tadı vardır. En çok salatası ve zeytinyağlı yemeği yapılır. Bağırsakları çalıştırır ve temizler, sindirimi kolaylaştırır. Sağlıklı zayıflamak ve cildin genç kalmasını sağlamak amaçlı da kullanılmaktadır. Kansere karşı koruyucu etkisi mevcuttur.

Isırgan

Zeytinyağı ve limon eşliğindeki salatası çok güzel olur. Kanı temizleyici, dolaşım sistemini düzenleyici, karaciğeri destekleyici özelliğe sahiptir. Yara ve iltihapları geçirir, kalp ve damar hastalıklarına, alerjik rahatsızlıklara, sivilcelere iyi gelir. Demir eksikliğini giderir. İdrar sistemi üzerinde etkilidir ve böbrek taşı sorununun giderilmesinde faydalıdır.

Akkız

Genellikle zeytinyağlı yemeği yapılır. Çok faydalı bir bitkidir. Karaciğeri temizler, sindirim sistemini kuvvetlendirir, hazmı kolaylaştırır.


Hindiba (Radika)

Radika olarak da bilinir. Zeytinyağı ve limonlu salatası Ayvalık’ta sıkça yapılır. Böbreklerin ve karaciğerin çalışma kapasitesini artırır. Safrakesesi taşlarının oluşumunu ve irileşmesini önler. Sindirim bozukluğuna iyi gelir.


Kuzukulağı

Otsu bir bitkidir. Yaprakları çiğ olarak tüketilip salatası yapılabilir, ıspanak gibi pişirilip sebze yemeği olarak yenmesi de mümkündür. Bu bitkinin yaprakları A, B ve C vitaminleriyle potasyum açısından zengindir. Böbrekleri çalıştırıcı ve idrar söktürücü özelliği vardır.

Mühliye

Kıbrıs kökenli bir bitkidir. Oradan Girit ve Midilli’ye, ardından Ayvalık’a ulaşmıştır. Yaprakları yenir. ‘Kuzu Etli Mühliye’, Ayvalık mutfağının ünlü yemeklerindendir.

Semiz otu

Yaprakları salata olarak, ya da ıspanak gibi pişirilerek yemeklerde kullanılan bir sebzedir. Kökeni Ortadoğu ve Hindistan’dır. Sebzeler arasında en fazla miktarda Omega-3 içerdiği anlaşılmıştır.

Kaya Koruğu

İyotlu bir kokusu vardır, yoğurtlu salatası akılları baştan alır.

Kabak Çiçeği

Gün doğmadan iri kabak çiçekleri toplanır. Zeytinyağlı dolması yapılır.


Karadiken

Çoğu kişinin nasıl yendiğine şaştığı Ayvalıklar ve çevre insanların sabırsızlıkla mevsimini beklediği dikenli bir midye türü olan Kara Diken aralık ayında başlayıp mart ayı ortasına kadar en verimli dönemini yaşar. Özel makas ile kesilen, küçük bir kavanoz içinde biriktirilip satılan, limon ve zeytinyağı ilave edilerek yenilen ‘karadiken’ cinsi deniz kestanesi, Ayvalık’ta balıkçılar tarafından ilçe ekonomisine kazandırılıyor. Ayvalık ve Ege bölgesi koylarında bol miktarda bulunan karadiken, E vitamini deposu olması ve hücre yenileyici özelliği ile biliniyor. Koyu mor, kızıl ya da morumsu, siyaha yakın uzun dikenlerle kaplı bir görüntüsü olan kara diken, ilçede sevilen lezzetlerden biri. Adaların kıyılarında bolca bulunan deniz kestaneleri meze olarak da restoranların ve sofralarının vazgeçilmezi olarak nitelendiriliyor.

Kayaya yapıştığı yerde ağız denilen konik bir kısım bulunan kestanenin içindeki havyara ulaşmak için özel bıçağıyla üzerine daire şeklinde bir çizik atmak gerekiyor. İçindeki havyarı yenen karadikenin rengi ne kadar turuncu olursa kalitesi de o kadar iyi olarak biliniyor. Karadiken, çiğ olarak tüketiliyor. Zeytinyağı ve limonla çeşnilendiriliyor. 200 mililitrelik şişelerde satılıyor. Lezzetine karşın kara diken bölgede denize girenler için ciddi bir tehdittir. Genellikle kayalık bölümlerde yaşayan deniz kestanesinin üstüne yanlışlıkla bastığınızda içinde çok fazla toksin barındıran dikeni ayağınıza batar ve içinde kırılır. Diken etinizin içinde kırıldığı için dikeni çıkartmanız neredeyse imkansızdır. Deniz kestanesi iğnesi batan bölge zeytin yağı ile ovulmalıdır. Ayrıca her gün iğne batan bölge sıcak suda bekletilmelidir. Dairesel hareketlerle ovulan bölgede iğne 2 veya 3 gün sonra deri yüzeyine çıkacaktır. Ancak bu işlemleri gerçekleştirdikten sonra temiz bir cımbızla kalan iğneleri toparlayabilirsiniz. Bir başka geleneksel yöntem de iğne batan bölümü sirkeli ve sıcak suyun içerisinde bekletmektir.

Papalina

Papalina, sadece Ayvalık'ta avlanılabilen ve kızartılarak yendiğinde tadına doyulmayan bir balık. Sardalyanın yavrusu diyorlar ona. Babası Sardalya, annesi Tirsi. Özelliği, ayıklanmadan kızartılması. Bol zeytinyağın da kıtır kıvama gelinceye kadar kızartılıp roka ve kırmızı soğanla yenmeli. Kılçığıyla ve kafasıyla birlikte. Papalina, ilk bakışta hamsi’ye benzetebileceğiniz ufak bir balık. Aynı familyadan gelseler de lezzetleri tamamen farklı. Papalina yerken kılçıklarını ayırmanız gibi bir zorunluluk bulunmamaktadır. Yapısı nedeniyle oldukça yumuşak iskeleti olan papalina kuyruğu kafası ile birlikte adeta bir çerez gibi yenir. Özellikle de meze olarak. Av yasağının bitmesi ile birlikte balıkçılar Papalina dolu tekneleri ile gelirler sahile. Cunda da papalina yiyebileceğiniz en güzel ay Ağustos sonudur. Av mevsimin bitmesi ile taze taze yiyebilirsiniz.

Sadece tavası yapılan bu balığı sakın ola ki ızgara ya da buğulama yapmayın. Cunda Adası'nda ve Marmara Denizi'nde orta sularda / ılık sularda yaşayan, ortasu pelajik balıklardan olan Papalina, parmak büyüklüğünde. Papalinanın karın kısmı beyaz, üstü ise mavimsi renkte.

Girit Leblebisi

Ayvalık’ta nohutları, ısıttığı deniz kumunda kavurarak, Girit leblebisi yapan Mustafa Kidir, unutulmaya yüz tutan ve üretimi oldukça zor olan bu lezzeti, eşiyle yaşatmaya çalışıyor.  50 yıllık Girit leblebicisi Kidir, mübadele döneminin ardından Girit Adası'ndan gelen ailesinin geçimini sağlayan leblebinin yapımını damatları ve torunlarına da öğreterek gelecek nesillere aktarmayı istiyor.  Leblebinin en önemli sırrının yumuşak nohut olduğuna dikkati çeken Kidir, ıslattığı nohutları birkaç gün suda beklettiğini anlattı.  Nohutlar hazır olunca deniz kumunu ısıttığını dile getiren Kidir, şunları kaydetti:

 ‘Özel yapım kazanlarda 45 ile 60 dakika arasında değişen sürede deniz kumunu iyice ısıtıyorum. Kızgınlaşan kumun içine suda beklettiğim nohudu atıyorum. Kızgın kum, nohudu bir anda pişiriyor. Nohudu iyice pişirmek amacıyla aynı işlemi 5-6 kez üst üste tekrarlayarak Girit leblebisi yapıyorum. Anlatıldığı gibi kolay olmuyor. Oldukça meşakkatli, işe sevginizi katmanız, bu leblebiyi severek yapmanız gerekiyor. 05.00'de başlanıp, 17.00'ye kadar hummalı bir çalışma ve emek harcanıyor.’

Kidir, 6 kazanı ısıtmak amacıyla her biri için on liralık odun kullandıklarını belirtti. Ürettiği leblebilerin bilinenin aksine çok sert olmadığını ifade eden Kidir, ‘Önemli olan doğru nohudu bulabilmek. Eğer bu nohut bulunursa, ürettiğimiz leblebi gevrek oluyor. Bu gevrekliği yakalayabilmek için ise leblebiyi deniz kumuyla pişirmekteki püf noktası önemli’ diye konuştu.

 

Resim 12-18 Girit leblebisi hazırlanıyor

Girit leblebisinin ana vatanının adını aldığı Girit Adası olduğunu vurgulayan Kidir, bu eşsiz tadı Girit'te bile bulabilmenin zor olduğunu söyledi. Kidir, Girit leblebisinin son temsilcilerinden olduğunu kaydederek, bu damak tadını gelecek nesillere aktarmayı çok istediğini anlattı. Maliyetli ve el emeği isteyen leblebileri kilogramı 20 liradan sattığını ifade eden Kidir, ‘Fazla kazançlı bir iş değil ama ben baba mesleği için sürdürmeye çalışıyorum. Bazı vatandaşlar kilosunu 20 liradan sattığım leblebiyi pahalı buluyor. Ben de 'Gidin, o zaman bakkaldan bir kilo nohut alın, fiyatını görün' diyorum. Karı-koca sabahtan başlayıp, akşama kadar leblebi üretiyoruz ama pek kurtarmıyor. Yine de iyi kötü bu işten kazandığımız parayla geçinmeye çalışıyoruz’ görüşünü paylaştı.

Lor Tatlısı

Ayvalık deyince akla gelen tatlı Lor tatlısıdır. Gerçi tuzsuz lorlu yiyecekler Ayvalık mutfağında çoktur. Lorlu kurabiye de yörede sıkça yapılır ve tüketilir. Lor tatlısının içinde yağ yoktur ve çok az un vardır. Hakkıyla yapıldığında ana malzeme tamamen taze, tuzsuz lor dur. Ama ticari kaygılarla yağ-un eklemeleri yapılmakta bu nedenle de bu nefis tatlının kıvamı biraz değişmiştir. Tatlının ana malzemesi lor peyniri. Anadolu’da tuzlu lor yaygın iken burada lorun içinde hiç tuz yok, kıvamı oldukça kremamsı ve tat doğal olarak hafif şekerli. Ayvalık’ta üzerine bal veya reçel dökülüp başlı başına bir tatlı olarak da yenir. Lor buzdolabında bile 2 günde ekşidiği için diğer kentlere taşınması mümkün değil, ancak yerinde tüketebilirsiniz.


Lor, taze sütün kaynatılıp içine küçük bir limonun suyunu koyulması ve bu sayede sütün kesilmesiyle oluşuyor. Süt kesildikten sonra oluşan pelteler süzüldüğünde katı bir lor elde edilir. Taze yumuşak lor elde etmek için ise küçük bir yoğurt kabına bolca delik açıp, lor pelteleri hafif sulu şekilde bu kaba konuyor. Bu kab da bir boy büyük kaseye oturtulup peynir suyundan ilave edilir ki lorun içindeki su süzülmesin.

Malzemeler: 1 kilo tuzsuz lor peyniri, 2 yumurta sarısı, 3 yemek kaşığı un (tepeleme), 4 yemek kaşığı irmik (tepeleme), 1 paket kabartma tozu

Şerbet: 1 kg su, 900 gr toz şeker, 1/2 limon suyu

Kurabiyeleri yapmak için malzemeler karıştırılıyor. Ardından cevizden biraz büyük parçalar kopartıp yuvarlanıyor. Üstlerine hafifçe bastırarak yağlı kâğıt serilmiş tepsiye diziliyor ve önceden ısıtılmış 190 derece fırında rengi değişene kadar yaklaşık 25 dk pişiriliyor. Fırından çıkartılıp soğutma teline alınıyor. Şerbeti için bir tencerede su ve şeker kaynatılıyor. 1-2 dk kaynadıktan sonra limon suyu ekleyip 2 dk daha kaynatılıyor. Telin üzerinde ılınmış kurabiyeler kaynayan şerbetin içine atıp 3-4 dk çevirerek kısık ateşte kaynatılıyor. Bütün kurabiyelere aynı işlemi uyguladıktan sonra ve ayrı bir kaba alındıktan sonra kalan şerbet üstlerine dökülüyor.Soğuduktan sonra ister sade isterseniz dondurma ile servis yapabilirsiniz.

 

Ali İhsan’ın Plajı (Çamlık Belediye Plajı)

Ali İhsan Tatlıcı, Çamlık’ta Belediye Plajı’nı Şehir Klübünü işlettiği dönemde çalıştırmaya başlamıştır. Belediye Plajının ilk sahibi “Şişman” lakabıyla bilinen Hüseyin Bey’dir. Ali İhsan Bey, Hüseyin Bey’den devraldığı plajı önceleri herhangi bir ticari kaygı gütmeden çalıştırmıştır. Asıl amacı yaz aylarında ailesiyle birlikte vakit geçirmektir. İlk yıllar plaja pek kimse gelmez. Plajı daha sonraları İzmir’den gelip Yanyalı Otel’de kalan Museviler keşfetmiştir. Zamanla Ayvalıklıların da gelmesiyle Belediye Plajı daha çok tanınmaya başlar.

Plajın ekonomik getirisinin artmasında musevi bir bayan olan Madam Pardo’nun önemli rolü vardır. Madam Pardo ile ahbab olan Ali İhsan Bey ve Sabahat Hanım yine onun önerisiyle plajda kuru fasulye ve pilav yapmaya başlamıştır.  O yıllarda Çamlık’a gelen musevi turistler sabah plajda denize girmeye başlar öğleyin Ayvalık’a dönüp yemek yemek için Ayvalık Palas Oteli’ne giderlerdi.  Öğle yemeğinin ardından denize girmek için yeniden Belediye Plajına dönülürdü.  Madam Pardo’nun önerisiyle yapılmaya başlanan kuru fasülye ve pilav, plaja gelenlerin yemek yemek için Ayvalık’a gidip gelmelerine son vermiştir. Zamanla müşterilere sunulan yemeklerin çeşitleri de artacaktır.

Madam Pardo bir gün Sabahat Hanım’a şu ana kadar plajda yaptıklarının güzel hizmetler olduğunu fakat markalaşabilmeleri için kendilerine has özel yemekler yapmaları gerektiğini söyler. Böylece insanlar o yemeği yemek için de plaja gelmek isteyecektir. Bu tavsiye artık “Ali İhsan’ın Plajı” olarak bilinen Belediye Plajı’nda “Ada Köftesi”nin yapımına başlanmasıyla sonuçlanacaktır. Ada köftesini çok beğenen Madam Pardo, Sabahat Hanım’a kemiği ayıklanıp un ve yumurtaya bulanarak pişirilen bir balık olan “Bakalero”yu göstermiş ve Ayvalık’ta ilk kez Ali İhsan’ın Plajı’nda müşterilere sunulmaya başlanan “bakalero” ile plajın markalaşma süreci başarıya ulaşmıştır. Plaj 25 yıl boyunca Tatlıcı Ailesi tarafından işletildikten sonra 1978 yılında devredilmiştir.

Resim 12-19 Belediye plajı

  (Alıntı – Hasan Akyıl - Ayvalık Gazetesi’nin 9 Temmuz 1968)

 

Ali İhsan Tatlıcı’nın Kantini

Ah ah….! Nerede o Ali İhsan Amca’nın köfte ekmekleri, acılı turşu suları diye başlamak istiyorum. Ali İhsan Amca yani babam yani dünyanın en iyi Ali İhsan amcası, en iyi babası, en iyi dedesi bir tarihtir. Onun kantini Ayvalık Lisesi’nin “İhsan Eşsiz Pavyonu” diye anılan, Ayvalık Lisesi’nin tuvaletlerinin duvarında yaklaşık 5 metrekarelik küçücük bir mekandı. Ancak öyle bir mekandı ki herkesin gözünde koskoca bir saraydı, oraya girip o mübarek insana yardım etmek mukaddes bir görevdi. Çok sevdiğim bir ağabeyim bir gün bana “Oğlum senin baban kimdi biliyor musun Ayvalık’ın 35 sene namus bekçiliğini yapmış mübarek bir insandı” demişti. Yahu neresinden başlayayım bilmiyorum. Bir sefer kantinde bütün mamulleri rahmetli babaannesi yapardı, kızlara dili sürçtü numarası ile kıçım derdi, erkeklere işte şu kız sana aşık der birbirlerine ilgi duymalarını sağlardı yani Ali İhsan amcanın kantini bir alışkanlık hatta tiryakilikti. Bu güzel insanın okuma yazması yoktu. Ancak Ali İhsan Amca’nın bu özelliğini ailesinden başkası bilmezdi. Zira bu zat-ı muhterem Ayvalık Gençlik Kulübü yararına 3-4 tiyatro oyununda başrol oynamıştır. Rolünü kızı Vasfiye okur o ezberlerdi. Böyle muhteşem de bir yönü vardı yani çok şen çok sevecen çok iyi bir insandı. Nisan bir şakası Ali İhsan Amca’nın kantininde çok başkadır. Bütün öğrenciler onu kandırıp kantinden bedava alışveriş yapma sevdasındadır, ancak kurnaz kantinci temkinlidir. Akşamdan evinde yarım dosya kağıdına büyük harflerle aklımda yazar sırtındaki giysinin arkasına iğneletir. Tabi öğrenci hevesle gelir misal Ali İhsan amca bir gofret versene der. Tabi yavrum deyip gofreti almak için sırtını döner öğrenci aklımda yazısını okur ve Ali İhsan Amcasına nisan bir şakasını yapamamış olur. Ancak aynı zamanda çok merhametli olan bu güzel insan eğer gelen çocuk fakir bir çocuk ise arkasını dönmez ve çocuğun ona nisan bir şakası yapmasına müsaade edip onu sevindirir. En son bölümde kendimden bir şeyler anlatayım. Ben babamın üç numaralısıyım yani tekne kazıntısı babamın kantinine son altı sene yardımım dokundu. Yani o meşhur babaannesinin rolünü üstlendim. Şöyle ki okuldan çıkıp eve geldiğim zaman babamın ertesi gün satacağı köfte ekmeğin o meşhur tükürük köftesini yaklaşık 6 kg karıp küçük küçük köfteler haline sokmam vazifemdi.

( Alıntı: Atilla Tatlıcı - https://ayvalikhatirasi.wordpress.com/category/kisiler/)


Resim 12-20 Balıkçı kayığı ve Cunda

 Ayvalıklıların mucize bitkisi Kantaron

Sarı kantaron (Hypericum perforatum), kılıç otu, mayasıl otu ve koyunkıran olarak da bilinir. Kullanımı Ortaçağ'a kadar dayanan şifa kaynağı olan altın sarısı renkteki çiçeklerinin şemsiye gibi açıldığı çok dallı bir bitkidir. Sarı kantaron (Hypericum perforatum), Balkanlar ve Avrupa şehirlerinde yetiştirildiği gibi ülkemizde de yaygın bir şekilde bulunmaktadır. En çok da Kazdağları ve Ege bölgemizdeki tarlalarda, yol ve orman kenarlarında rastlanır ve buralarda kolayca yetiştirilir. Sarı, pembe ve mavi renkleri bulunmaktadır. Sarı kantaronun yağı ve çayı yapılarak kullanılabilir. Yaralara çok iyi geldiği bilinmektedir. Sarı kantaron (Hypericum perforatum), yanık tedavisinde oldukça etkilidir. Ciltteki yanık izlerini gidermede kullanılır. Kas ve eklem ağrılarına iyi gelmektedir. Kan şekerini düşürücü özelliği vardır. Kan dolaşımını düzenlemektedir. Depresyondaki kişileri kullanırsa rahatlama ve gevşemelerini sağlar. Basura iyi gelir. Antiseptik özelliği vardır. Yaraların mikrop kapmasını engeller. Güneş lekeleri üzerinde de etkilidir. Baş ağrılarına ve romatizmal ağrılara da iyi gelir. Mide ülserine ve gastirite de faydalıdır. · Sarı kantaron yağı bebeklerde pişik gidermede sağlıklı bir yöntemdir. Ayrıca bebeklerin gaz sancısı olduğunda karın bölgesine masaj yapılarak uygulanmaktadır. Sarı kantaron (Hypericum perforatum) yağı vücuda masaj yolu ile uygulanır. Ayrıca yara, yanık ve pişiklerde üstüne sürülür. Sarı kantaron (Hypericum perforatum) yağı içilmez. Ayvalık ve civar yerleşimlerde küçük şişeler içinde satılmaktadır.


(Alıntı – Dr. Osman Müftüoğlu – 14 Kasım 2008  Hürriyet Gazetesi)

Kantaron otu tıpta "hiperikum perforatum" adı ile bilinir. Ülkemizde tarlalar, yol ve orman kıyıları, çayırlarda kolay yetişir. Temmuzdan eylüle kadar açan çiçeklerinin rengi nedeniyle "sarı kantaron" adı verilen bu "ilaç bitki" eğer doğru yer ve zamanda kullanılırsa birçok konuda şifa kaynağıdır. Çoğu hekim hiperikum çiçeğinde bulunan özel bir maddenin antideprasan etkisi olduğunu bilir. Bu doğal antideprasan Almanya gibi bazı Avrupa ülkelerinde tablet ve kapsüller şeklinde eczanelerde reçete ile satılır. Eğer iyi koşullarda üretilmiş, saflaştırılmış ve paketlenmişse hafif depresyonların tedavisinde işe yarar. Sarı kantarondan elde edilen özlerin içinde flavonoidler, uçucu yağlar, tanenler ve karoten ile C vitamini de vardır.

Kantaron ve zeytinyağı karışımı Ayvalıkta yüzlerce yıldır kullanılıyor. Hatta bazı Ayvalıklılar sarı kantarona "yara otu" da diyor. Sarı kantaron çiçeklerinin yağı önceden ayrılabildiği gibi, bu çiçekleri zeytinyağının içine bırakılarak da kullanılabiliyor. Elde edilen karışım ağrılı bölgelere sürüldüğünde ağrıyı azaltıyor. Halk, özellikle burkma, vurma nedeniyle meydana gelen travmalara bağlı ağrılarda, deride mavi-mor lekeli kan oturmalarında (hematom), güneş yanıklarında karışımdan faydalanıyor. Ayvalıklılar uçuk, siyatik, lumbago, sırt ağrısı, hafif yanıklarda da bu karışımdan iyi sonuçlar aldıklarını söylüyor. Sarı kantaron yağını keten tohumu yağıyla da karıştırarak kullanmak mümkün ama bir zeytin ülkesi olduğundan Ayvalıklılar zeytinyağı ile yapılan karışımları tercih ediyorlar.

Bitkisel ürünlerle yapılan tıbbi tedaviler konusunda yeteri kadar bilgi ve tecrübe sahibi değilim. İstanbul’a dönüp ilgililere sorunca öğrendim ki sarı kantaron özlerini ilaç sanayi, özellikle kozmetik sanayi zaten kullanıyor. Kozmetikçiler kantaron yağını cilt ürünlerine cilt toniği veya yatıştırıcı olarak ekliyor. Çok ünlü firmaların avuç dolusu para harcayarak satın aldığınız ürünlerinin çoğunda sarı kantaron zaten var. Cilt yaşlanmasını geciktiriyor. Zeytinyağının dışarıdan sürüldüğünde de yenildiğinde de güçlü bir cilt desteği olduğu dikkate alınırsa "sarı kantaron yağı ile zeytinyağının yaptığı iyileştirici evlilikten" siz de yararlanmayı düşünebilirsiniz. Bunun için bir çay kaşığı sarı kantaron yağını, on katı zeytinyağı ile karıştırmanız tavsiye ediliyor. Bu karışım yaşlanmaya bağlı kırışıklıkları geciktirmede de yararlı olabilir. Denemeye el sırtındaki kırışıklık ve kuru bölgelerinden başlayabilirsiniz.

Ayvalıklılar kantaron yağının içildiğini de söylüyor ama bu bana pek akılcı gelmedi! Ben ağız yolu ile içilecek her sıvının doğal da olsa (su dáhil) toksik testlerden geçirilmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Ne mide, bağırsak sorunlarımı ne de başka problemlerimi böyle "sudan" şeylere emanet etmeyi düşünmem. Size pek tavsiye etmem. Bu karışımdan şimdilik dışarıdan sürerek faydalanın. Bu arada sarı kantaron yağının bazı kemoterapi ilaçlarının etkilerini değiştirebilmesi nedeniyle kanser hastalarından özellikle uzak tutulması gerektiğini de hatırlatmakta yarar var. Aman bir hata yapmayın!

 

TANTALOS İŞKENCESİ VE NİOBE

Tantalos efsanesi günümüze kadar halk arasında ‘Varlık içinde, çekilen yokluğu’ anlatmak için kullanılmıştır. Eski Yunan mitolojisine göre Frigya ya da Lidya’ya bağlı yerel bey Tantalos (Tantulus) Zeus ile nemflerinden (peri) Pluton'un oğludur. Tantalos, Ana tanrıça Kibele ile ilişkilendirilen Manisa Spil dağında, MÖ 8. yüzyılda krallığını yönetiyordu. Annesi Lydia ya da Frigya kraliçesi Omphale’dir. Atlas'ın kızı Dione ile evlenmişti, Pelops adlı bir oğlu ve Niobe adlı bir kızı vardı. Olymposlu Tanrılar, yarı tanrı Kral Tantalos’a değer verir, kendi sofralarında oturmasına göz yumar, ölümlülere yasak olan Ambrosia’yı (sonsuz hayat veren balımsı içecek) içip, Nektar’dan yemesine bir şey demezlerdi. Günün birinde Tanrılar, Tantalos’un kendi sarayında verdiği bir şölene gidip, onun sofrasına oturmak alçak gönüllülüğünü gösterdiler. Anadolu Tanrıçası Kibele'ye inandığı için Helen Tanrılarını küçük gören ve onların kudretlerini sınamaya kalkan Tantalos, Tanrılara bir tuzak hazırladı. Tek oğlu Pelops’u öldürttü, büyük bir kazanda haşladı, sonra da Tanrıların önüne yemek diye koydu. Herhalde yeni Olympos Tanrılarından öylesine nefret ediyordu ki, onları yamyam durumuna düşürmek için biricik oğlunu bile gözden çıkarmıştı. Belki de o saygı değer tanrıları aldatmanın ne kadar kolay olduğunu akla gelmeyecek bir oyunla göstermek istemişti.  Ölümsüzleri o kadar küçük, kendini o kadar akıllı görüyordu ki, konuklarının önlerine konulan yemeğin ne olduğunu anlayabileceklerini düşünememişti. Tantalos’un tuzağını anlayan Olympos’lular korkunç yemeğe ellerini bile sürmediler; kendilerine bu oyunu oynayanı öyle bir cezaya çarptıracaklardı ki, bunu duyanlar bir daha onları küçümsemeye yeltenemeyecek, kendilerine de insan kurban etmeyecekti. Zeus, Tantalos’u ceza olarak Spil Dağı'nın bir yarığından atarak, yeraltı tanrısı Hades’in göllerinden birine mahkûm etti. Karşıyaka Yamanlar Dağı'nda bulunan Karagöl, söylencelere göre bu göldür. Tantalos, susuzluğunu gidermek için göle her eğilişinde sular çekiliyor, doğrulduğu zaman da dizlerine kadar yükseliyordu. Gölün üstünde yemiş ağaçlarının armutlardan, narlardan, al al elmalardan, sulu incirlerden ağırlaşmış dalları sarkıyordu. Tantalos, bir yemiş koparmak için elini uzatmaya görsün, rüzgâr hemen dalları savuruyordu. Tantalos böyle kalmaya mahkumdu; aç ve susuz sonsuza kadar yaşayacaktı. Tanrılar, Tantalos’u cezalandırdıktan sonra oğlu Pelops’u yeniden canlandırdılar, ama Tanrıça Demeter, farketmeyerek o iğrenç yemekten yemişti. Çocuğun parçaları bir araya getirilince, bir omuzun eksik olduğu görüldü. Ölümsüzler bunun da bir kolayını buluverdiler ona fildişinden bir omuz yaptılar. Bahtını açık ettiler. Pelops’da büyüyünce Manisa’dan Mora yarımadasına göç edip Pisa’da Kral oldu.

Helen Efsaneleri, ilkçağlardan itibaren Tantalos'un kötülüğünü yaymıştır. Onun tanrılara ait kutsal şarabı çaldığını, Tanrısal sırları insanlara ilettiğini ve en kötüsü oğlu Pelops'u kesip şölen düzenlediğini anlatmışlardır. MÖ 8. yüzyılda yaşayan Anadolulu Homeros ise, ‘Odysseia’ isimli destanında hemşerisi Tantalos'un çektiği acıları çarpıcı bir üslupla anlatır. Tantalos efsanesinde, Tantalos’un lanetlenip en şiddetli cezaya çarptırılmasının en önemli nedeni Tantalos’un yeni oluşan Olimpia tanrılarına değil de Anadolu tanrısı Kibele’ye olan inancıdır. Yeni dine inanmayanlar efsaneler aracılığıyla lanetleniyordu. Öne çıkan mesaj ise insan kurban etmenin artık tanrılar tarafından istenmeyen bir şey olduğu mesajıdır. Daha önceki dönemlerde toplumlar tanrılara insan kurban ediyorlardı. Bu dönemden sonra bu ritüelin yok olduğunu görüyoruz. İnsanların yerini hayvanlar almaya başladı. Özellikle de sığırlar.

Atreus Hanedanının Kurucusu Pelops

Tanrılar tarafından yeniden canlandırılan Pelops o kadar güzel ve yakışıklı olur ki Poseidon ona âşık olur. Altın atlarla çekilen bir arabayla Pelops’u sevgilisi olarak Olympus’a götürür. Zeus’un Ganymedes’e yaptığı gibi, Poseidon’da, Pelops’u yatak arkadaşı yapar. Bu efsanenin bu biçimi alması, Yunanistan’da erkek erkeğe ilişkilerin yaygınlaştığı Ganymedes efsanesinden sonradır.  Zeus sonradan Pelops’u babası Tantalus’a kızgınlığı nedeniyle Olympus’dan kovar. Pelops’un hayatı bu olaydan sonra mutluluk içinde geçti. Tantalos’un soyundan gelenler arasında başı derde girmeyen tek kişi o oldu. Bugünkü Peloponez Yarımadasına adını veren Pelops Batı Anadolu’da büyüdükten sonra Mora yarımadasına gitti. Efsaneye göre, Pelops, birçok kimsenin ölümüne sebep olan, Mora yarımadasının batısında antik Pisa kentini ve civarını yöneten Kral Oinomaos’un (Oenomaus) kızı Hippodamia'ya âşık olur. Kral Oinomaos’ın hayatı, bir kâhinin kehanetine göre, kızının evlenmesine bağlıdır. Kızı evlenirse kendisi de ölecektir. Bu nedenle kızını isteyen herkesle atlı araba yarışına giren hükümdar, savaş tanrısı Ares’in verdiği çok güzel ölümsüz bir çift atı ve arabasıyla yarışmayı kazanmakta ve yarışı kaybeden de ölüme mahkûm olmaktadır. Kralı normal yollarla yarışta geçemeyeceğini anlayan Pelops buna rağmen tehlikeyi göze aldı. Pelops’da tanrısı Poseidon’un armağanı olan atlarına güveniyordu. Sonunda yarışı Kralın kızı Hippodameia’nın yardımıyla kazandı. Genç kız ya Pelops’a tutulmuş ya da artık bu yarışlara bir son verme zamanının geldiğine inanmış olacak ki babasının seyisi Myrtilos’u parayla kandırdı. Myrtilos, kralın arabasının tekerleklerini gevşetince yarışta Kral Oinomaos’un arabasının tekerlekleri parçalandı, atları tarafından sürüklenen kral yarışma alanında öldü. Pelops âşık olduğu Hippodamia ile evlendi ve ölen Oinomaos’ın yerine kral oldu. Seyis Myrtilos yaptığı hilenin sonsuza kadar gizli kalması ya da Pelops’un güzel karısı Hippodamia’ya tecavüze kalkıştığı için Pelops tarafından öldürüldü. Ölürken bu kadar kuvvetli lanet yağdırdığına göre birincinin olma olasılığı daha fazladır. Seyis Myrtilos’un Pelops tarafından suda boğulurken lanetlenmesi nedeniyle Pelops hariç soyunun başı beladan kurtulmaz. Efsanede şaşırtıcı bir şekilde Pelops mükemmel bir hayat sürer. Acaba babasının tersine din değiştirip yeni dine inanıyor olmasından olabilir mi?

Yaşadığı sürece, yöreye yaptığı olumlu katkılardan dolayı, yöre halkı tarafından yüceltilen Pelops ve tanrı Zeus adına, ölümünden sonra MÖ. 776’da zamanın hükümdarı olan İphitus tarafından ‘olimpiyatlar’ diye anılan şölenler ve yarışlar başlatır. Mitolojiye göre ilk olimpik oyunlar bizzat Zeus tarafından babasına ve Titanlara karşı gösterdiği zaferin anısı için düzenlenmişti. Dört senede bir yapılma nedeni tam bilinmiyor. En yakın iddia, olimpiyatlarda yarışı kazanan kahraman Heracles’in yarışın dört senede bir tekrarlanması istemesidir. Myrtilus’un ölümünden sonra Pisa’ya dönen Pelops, Olympia bölgesini de krallığına kattı ve hızla krallığını büyüterek batı Peloponnesos’a hâkim oldu. Doğudaki rakibi Argos kralı Perseus idi. Pelops’un kızı ile Perseus’un oğlunun evliliğiyle iki aile birleşti ve tüm Peloponnesos’in (Mora yarımadası) hâkimi oldular. Pelops efsanevi hanedanın en önemli krallardan biridir. Babası Tantalus, Atreus hanedanının kurucusudur. Herakles, Eurystheus, Theseus, Atreus, Agamemnon ve Menelaus bu soydan gelir. Pelops ve Hippodamia’ın aralarında Atreus, Thyestes, Pittheus, Troezen, Astydameia, Nicippe, Lysidice ve Eurydice’in de olduğu 16 çocuğu oldu. Pelops ayrıca peri(nymph) Axioche ile ilişkisinden doğan Chrysippus’a da babalık yaptı. Ölümünden önce Myrtilus’un lanetini alan hanedanın başı beladan kurtulmadı. Thyestes ne yapıp edip kardeşinin karısını elde etti. Atreus, kardeşiyle karısının seviştiklerini anlayınca, akla gelmeyecek kadar korkunç bir ceza düşündü. Thyestes’in iki küçük çocuğunu öldürüp parça parça doğrattı, kaynattırdı, babalarının önüne yemek diye koydu. Kardeşi kral olduğu için Thyestes’in elinden bir şey gelmedi. Atreus’un çocuklarıyla torunları, bu davranışın cezasını çektiler. Atreus ve Thyestes üvey kardeşleri Chrysippus’u öldürdüler kendileri de cezalandırıldılar. Hippodamia üzüntüsünden kendini astı. Pelops'un torunları Agamemnon, Aegisthus, Menelaus, Orestes de, Atreus’un laneti adı verilen bu beladan kurtulamadılar. Pelops, Myrtilus’un ölümünden dolayı tanrının gazabından kaçınmak için Peloponnesus’ta tanrı Hermes adına ilk tapınağı yaptırdı. Pelops, Peloponnesus tarihinin en kuvvetli krallarından biri oldu. Kızlarını bölgenin güçlü kişileriyle evlendirerek birliktelikler kurdu. Oğulları da kendisinden sonra bölgeyi yönetmeye devam ettiler.

Pelops’un nasıl öldüğü bilinmemektedir. Troy savaşında Akhalar (Archaena) savaş uzayıp da şehir bir türlü alınamayınca, kâhine danışırlar. O da galibiyetin ancak Tanrılar tarafından yapılan Pelops’un fildişi omuzu Pisa’dan Troy kuşatmasına getirilirse kazanılacağını müjdeler. Kuşatma alanına getirilen fildişi omuzun manevi desteği ile Troy alınıp yağmalanır. Savaş sonunda Pisa’daki mezarına geri götürülmekte olan fildişi omuz kemiği, Euboea (Eğriboz) adası yakınlarında fırtınadan batan gemiyle birlikte denizin dibini boylar. Yıllar sonra, Euboea adasının Eretria bölgesinden balıkçı Damarmenus, kemiği ağlarıyla denizden çıkarır. Spil Dağı'na komşu Yamanlar Dağı'nda Niobe'nin babası Tantalus'un mezarı ve kardeşi Pelops'un tahtı bulunmaktadır.

Resim 12-21 Pelops’un Manisa Spil dağındaki tahtı

Ağlayan Kaya Niobe

Niobe, Frigya ülkesinin en batı ucunda, günümüzde İzmir-Manisa arasındaki Spil Dağı ve Yamanlar Dağı çevresinde, dağ ile aynı adı taşıyan, ancak günümüze bir izi erişmemiş Sipylus kentinde, muhtemelen MÖ 12. yüzyılda hüküm sürmüş Kral ve yarı tanrı Tantalus'un ve eşi Dione'nin kızıdır. Çocukluğu sonradan Zeus’un eşi olacak tanrıça Hera (kimi kaynaklarda Leto) ile birlikte bu bölgede geçmiştir.

Resim 12-22 Nione kayalığı

Yetişkin hale gelen Niobe bugünkü Yunanistan’ın Thebes (Thebai) kralı Amphion ile evlenmiş ve trajik yazgısı hakkında bilgiler eski Yunan mitolojisi yolu ile olmuştur. Niobe aynı zamanda, sonradan Mora Yarımadası'nın Batı dillerindeki ismi olan Peloponnese adını veren Pelops'un kızkardeşidir. Çocukluk arkadaşı ve Zeus'un eşi Hera'nın Apollon ve Artemis olmak üzere iki çocuğu olmasına karşın Niobe’nin yedisi kız ve yedisi erkek olmak üzere 14 çocuğu olmuştur. Zamanla Niobe, tanrıça Hera’yı (Leto) küçümser ve halkın Hera yerine kendisine tapmasını ister. Niobe, Hera dan daha fazla çocuk doğurduğu için Kibele kültüne göre kendisi daha saygın görür. O sırada Menderes ırmağının kıyısında dinlenmekte olan Tanrıça Hera’nın (Leto) kulağına rüzgâr, Niobe'nin sözlerini fısıldar. Öfkelenen Hera çocukları Apolla ve Artemis’den Niobe'yi cezalandırmalarını ister. Apollon ve Artemis’de, oklarıyla Niobe'nin bütün çocuklarını öldürür. Buna çok üzülen Niobe’nin kocası Amphion kendi canına kıyar.
 

Resim 12-23 Taşa dönüşmüş Niobe’yi sanatkâr insan heykele dönüştürerek yeniden diriltti. 

Zavallı Niobe, çocuklarının cesetleri başında günlerce ağlar ve sonunda korkunç bir kederin simgesi olarak taş kesilir kalır. Yalnızca gözlerinden yaşlar akmaktadır. Niobe’ye acıyan rüzgâr, Niobe’nin gözyaşlarını sileyim derken, gözyaşlarını Yunanistan’dan zavallı kadının anayurdu olan İzmir’e yakın Manisa dağına uçurur. Manisa Spil dağından gözyaşları akmaya başlar.

Spil (Sipylos) yamacındaki kadın başı şeklindeki bu kayanın, göz çukurunu andıran girintilerinden sızan su, Niobe'nin gözyaşları olarak yorumlanır. Halk, buraya ‘Ağlayan Kaya’, ‘Niobe kayası’ der. Yakından bakıldığında, sıradan doğal bir kaya oluşumu; batı yönünde biraz uzaklaşılarak bakıldığında ise kadın başı şeklinde görünen bu kaya, hâlâ çok ziyâret edilen bir yerdir. Manisa'nın sarı üzümlerinin ilk olarak Niobe'nin gözyaşlarıyla sulanan bağlarda yetiştiği söylenir.

Efsane muhtemelen matriyarkal dönemden patriyarkal döneme geçiş sırasında anlatılmaya başlanmıştır.  Başlangıçta tüm toplumlarda doğurganlığı nedeniyle baş tanrılığa getirilen kadın daha sonra patriyarkel döneme geçiş ile efsanelerde cezalandırılarak ikincil role indirilmiştir. Bu oluşumu toplum içerisinde kabullendirmek için de efsaneler kurgulanmıştır. Patriyarkel dönemde kadının doğurganlığı sınırlandırılmış ve bu efsanede olduğu gibi Niobe çok çocuk doğurduğu için cezalandırılmıştır. Bu efsane de Manisa yöresinde yaşayan Niobe çok sayıdaki çocuğundan dolayı Anadolu tanrısı Kibele’yi temsil eder. Aslında efsane Kibele ile Olympos’lu Hera’nın mücadelesidir. Doğurganlığı temsil eden Matriyarkel dönemin tanrıları Kibele ve Efes’li Artemis, Patriyarkel Yunan Panteon’nunda bakire ya da az çocuklu Hera ve Afrodit gibi tanrılara dönüşmüştür.

Tantolus’un Mezarı

Antik çağdan kalma İzmir Yamanlar dağının Bornova eteklerine inen eğimli arazisinde bulunan tümülüs   büyüklüğünden dolayı Kral Tantalos Mezarı olarak adlandırılmaktadır. MÖ 7. yüzyıla tarihlenen 33 metre çapında ve 27 metre yükseklikteki bu yapı, Eski İzmir'den kalan en önemli kalıntılardan Akropolis'in güneyinde, Akropolis ile ova arasındaki yamaçtaydı. Yapının üstünde konik bir taş külah vardı. Külahın tepe noktasında, aynı dönem başka Anadolu anıt mezarlarında da görülen Phalles[258] dikiti bulunmaktaydı. Bayraklı’daki bu bölge, mezarın çevresindeki 30-40 adet daha ufak tümülüsler ile birlikte eski Smyrna’nın soylular mezarlığıydı. Mezar[259] Bornova Ovasından ve deniz tarafından kolayca görülebilmekteydi. Fransız Amiral Massieu de Clerval 1835 yılında, Gezgin Charles Texier’den Le Suffren adlı gemiden verdiği yirmi denizci ve gerekli teknik aletler ile İzmir yerleşkesine yaklaşık üç kilometre kadar mesafede bulunan eski şehrin haritasını çizmesini ve kazı yapmasını ister. Böylece karaya çıkan Texier önce bugünkü Antik Smyrna kalıntılarının olduğu yerde bazı çalışmalar yaptıktan sonra hemen ardındaki yamaçlardaki mezar anıtlarını incelemeye başlar. Bu mezarlardan 12 tanesini kısa betimlemelerle kaydettikten sonra ‘Tantale'ın Mezarı’ dediği ve içlerinde en büyüğü olan mezara daha fazla yer ayırır.

‘Karaya çıktığımız noktadan iki buçuk mil mesafede ve dağın yüksekliğinin yarısında, bina yıkıntılarıyla kaplı bir düzlüğe ulaştık. Bu düzlüğe hâkim bir zirvede, iki mezar vardır.  En büyüğü ve en iyi muhafaza edilmiş olanı, Tantale'ın Mezarı olarak bilinir. Bu tepe, tam bir daire şeklindedir. Orta büyüklükte kuru taşla yapılmıştır. İçinde boyu 3 metre 55 santimetre ve eni 2 metre 17 santimetre olan dikdörtgen şeklinde bir oda vardır. Bu oda, yükseldikçe daralıp sivrilen tarzda kemerle ve Behramkale'nin (Assos) kapısı gibi yapılmıştır. İki taraftaki istinat duvarları yataydır. Kemerlerin ortasında anahtar taşı yoktur. En yukarıdaki taş, bütün binayı tutar. Odaya girmek için bir sofası olması, bu mezarı diğerlerinden ayırır. Oda, kuru taştan yapılmış 3 metre 50 santimetre yarıçapında bir dairenin merkezini oluşturur. Yuvarlak duvar 2 sıra kuru taşla ve arası dolma olarak yapılmıştır. Bu ikinci daire şeklindeki duvarın çevresinden çember şeklinde 16 duvar daha çıkar ve en dışarıdaki, 3,7 metre kalınlığındaki son duvara, yani anıtın kaplamasına birleşir. Diğerlerinin odaları doğu-batı yönünü gösterdikleri halde, bununki kuzey-güneydir.

 Yüzyılların etkilerine ragmen ben orada çalıştığım sırada, koninin dışı birçok yerinde iyi korunmuştu. Bu çok ince yapım tarzını anlamak için, onu kısmen yıktırmak ve yerden yukarı temel kısmını da açtırmak zorundaydım. Bu mezar yapısı, Küçük Asya'da var olan eserlerin elbette en önemlilerinden birisidir. Bu önemi, ancak Herodot'un piramitlerle karşılaştırdığı Alyatte'ın mezarına da verebiliriz. Bu mezardan, ta denize kadar bütün dağ ve kaya köşelerini dolaşarak kıvrımlı bir şekilde inen uzun bir duvar izlenir (...)’.

 Texier, çalışmalarının sonuçlarını ve mezarın ilk krokilerini ‘Küçük Asya’ isimli kitabında yayınladı. Bu arada Texier, mezarı incelerken, bilerek veya bilmeyerek büyük tahribat yapmıştı. Daha sonra Alman Arkeolog Procesh Von Osten, bölgeyi inceledi ve mezar ile Eski İzmir'in ilişkisini belirleyen kroki ve haritaları çizdi. 1930'da Prof. Helene Miltner ve Prof. Yohannes Böhlau, Lelej, Amazon, Frig ve Hitit dönemi İzmir'ini araştırıken, Tantolos Mezarı'na özel ilgi gösterdiler.

 Konu hakkında önemli çalışmalar yapan, uzun süre Smyrna ve çevresindeki kazıların başkanlığını yürüten Prof. Dr. Ekrem Akurgal'ın tespitleri de şöyle:

‘Tantalos tümülüsü Ras Şamra mezarlarında ve Orta Anadolu'da Gâvurkale mevkiindeki Hitit devrine ait mezar odasında olduğu gibi Isopata tipinde bir mezar odasıdır. Miltner'in açtığı ve bizim kazdığımız diğer tümülüslerde ise çok basit ve küçük bir mezar odası bulunmaktadır. Bu mezarlar Tantalos mezarı ile çağdaş değillerdi. Tarafımızdan 1948 yılında açılmış olan küçük mezardaki mezar odalarını 5. asrın sonu ile 4. asrın başı arasına koymak durumundayız. Bu ikinci tip mezar odalarının tarihleri bu olduğuna göre çok ayrı karakterde olan Tantalos mezarının odası daha eski (arkaik döneme ait) olması gerektir. Eski İzmir Nekropolisi'ndeki tümülüsler krepisli, dromoslu ve aştan örtülü bir mezar odasına sahip olmakla Phryg tümülüslerinden tamamiyle ayrı olup, bu özellikler ile Batı Anadolu'nun geri kalan krepisli ve mezar odalı tümülüsleri gibi Mykenai geleneğine bağlıdırlar’.

 Akurgal[260] mezara diğer bir kitabına daha kısa ancak farklı bir biçimde temas eder. Kendisine ait ve başka kaynaklardan aktardığı çizim ve fotoğraflar da yapıdan artık eser kalmadığı için çok değerli. Bayraklı’nın gecekondolaşmasıyla birlikte 1980'li yıllarda artık ne Tantalos mezarından ne de diğer mezarlardan bir iz vardı.

 

ANTİK DÖNEMİN ÜNLÜ ŞAİRİ SAPPHO

 

Şu kadarını biliyorum

Ölüm kötü bir şey:

Bak, işte tanrılardan belli.

İyi bir şey olsaydı ölüm,

Önce tanrılar ölmez miydi?’

                                                                                         Sappho (MÖ 620-570)

Sappho, Lesbos (Midilli) adasında MÖ 620 yıllarında aristokrat bir ailenin kızı olarak doğdu. Hayatı hakkında çok az şey biliniyor. Antik batının en önemli lirik şairi olarak kabul edilir. Ailesi Lesbos adasındaki politik çekişmelere katılmış bu nedeniyle Sicilya'ya sürülmüş ve hayatının bir bölümünü burada sürdürmüştür.

Resim 12-24 Sappho’nun fresko resmi

Sürgün dönüşünde Aphrodite'ye ve şiir sanatına bağlı bir kız okulu açıp yöneticiliğini yapmıştır. Kerkylas adlı biriyle evlenmiş, Kleis adlı bir kızı olmuştur. Bu okulda şiirin dışında dans ve müzik de öğretiliyordu. Aşk şiirlerini, genellikle kadın arkadaşları için yazmıştır. Sappho hakkında ki eşcinsellik dedikodularının kaynağını da bu okul oluşturur. Bir Afrodit kültü rahibesi olan Sappho, bağlı bulunduğu kültün de kendisine vermiş olduğu rahatlığa dayanarak özgürce içinden geçeni söylemiş, Açık ve yürekli bir tutum sergilemiştir. Dilindeki bu içtenlik ve açıklık sayesinde eserleri, tüm ardıllarını ve benzerlerini geride bırakarak yüzyılların ötesine geçmiş, çağlar boyu öykünülmüş, eleştirilmiştir.

 Plato şöyle yazar; ‘Bazıları, dokuz sanat perisi olduğunu söyler, gelin sayalım onuncusu; Lesbos'lu Sappho’. Sappho, 18. yüzyılda karşılıksız kadın heterosexual isteğin sembolüyken, 20. yüzyılda kadın homoseksüelitesinin sembolü oldu. İngilizce sözcükler ‘sapphic’ ve ‘lesbian’ Sappho dan gelmedir.

‘Yakındığım yok,

Bir düş değildi esin perilerinin

Bana bağışladıkları zenginlik.

Ben ölsem de adım hiç unutulmayacak.’

‘Belki de unutursun sen beni.

Ama bil ki, gelecek günlerde,

Birtakım insanlar anacak beni.’

 

Resim 12-25 Sappho'nun İstanbul Arkeoloji Müzesindeki Büstü

 Sappho'nun şiirleri, tahrip edilen bir kilisede tesadüfen bulunarak, MS 1000 yılında aslına sadık kalınarak 9 kitapta toplandı. 1073'te, bu kopyalardan büyük bir bölümü, Roma'da ve İstanbul'da VIII. Papa Gregory'nin emriyle yakıldı. Bazı şiirleri de Mısır'da Fayum'daki Crocodilepolis'te, çürümüş papirüs parçaların da bulunarak kurtarıldı. Şiirlerinden günümüze yalnızca 650 dize kalmıştır. Sappho'nun büyüklüğü biçime özü ve içeriği sokmasıdır. Antik Yunan lirik şairi, Afrodit kültü rahibesi Sappho için üzerinde resmi bulunan paralar basılmış, heykeller, seramikler ve resimler yapılmıştır. 182 şiiri günümüze ulaşabilen Sappho MÖ 570’de ölmüştür.

Kadınların toplumun tamamen dışında, evlerine kapanık yaşamak zorunda oldukları, siyasette, felsefede, sanatta, edebiyatta, erkek hâkimiyetinin bulunduğu bir dönemde Sappho’nun şiirleri dışında neredeyse tüm Yunan edebiyatı erkekler tarafından oluşturulmuştur ve erkeklerin kadınlara bakışını yansıtmaktadır. Erkekler tarafından yazılan bu metinler, kadınların korkuları, özlemleri, aşkları, hayal kırıklıkları konusunda neredeyse hiçbir şey söylememektedir. Sappho’nun şiirleriyse okuma yazmaları olmadığı için neredeyse hiçbir Yunanlı kadın tarafından bilinmiyordu. Fahişeler dışında hiçbir kadın, erkeklerin şölenlerine alınmadığından, burada okunan şiirlerden haberleri olmuyordu. Yunanlı evli kadın, kendisine ait değildi. Babası tarafından kocasına meşru çocuklar doğurma amacıyla verildiği için yaşamının çoğunu ev işi yaparak, çocuk bakarak, dikiş dikerek geçiriyordu. Nesiller boyunca, bir âşıktan alabileceği haz konusunda fikri olmadı. Kadının birçok yönden yok sayıldığı böyle bir toplumda Sappho’nun, kadına, tene, aşka adanmış, kadının içselliğini özümseyen aşk şiirleri yazma cesaretinde hiç kuşkusuz bir Afrodit kültü rahibesi olmasının büyük payı var. Eski Yunan’da özel olarak eğitilmiş aşk kadınları, aşk, güzellik ve şehvet tanrıçası Afrodit’in kızları sayılırdı. Afrodit’e adanmış kızlar genç, güzel, genellikle soylu, varlıklı ailelerden kızlardı ve özel okullarda eğitilirlerdi. Lesbos’ta diğer Yunan adalarına kıyasla, çok ileri seviyede bir genç kız, kadın eğitimi söz konusuydu. Sappho’nun yanı sıra rakipleri sayılan Ğorğo ve Andromeda gibi birkaç kadının daha yürüttüğü, genç kızların genel kültür, konuşma, davranış, yürüyüş, müzik, dans, sanat, heykel, sosyal ilişkiler gibi konularda, yani güzel ve estetik olanın alanında eğitildiği pek çok okul vardı. Ancak tüm bunların neredeyse nihai amacı, genç kızların evliliğe hazırlanmasıydı. Sappho, Tanrıça Aphrodite onuruna kurduğu okulda, yanına erken yaşlarda aldığı genç kızları evlilik çağına kadar yetiştirdi. Hem antik dünyanın önemli kadın şairleri çıktı bu okuldan, hem de kız öğrencileri Sappho’nun, kadın doğasının gizli kalmış tüm gizemini anlatan lirik şiirlerinde ebedileşti.

Antik Yunan’da eşcinsel ilişkiler, üst sınıflar arasında yalnızca yaygın bir pratik olmakla kalmayıp aynı zamanda evrensel bir ilişki tarzı ve yüksek bir kültürel değer olarak algılanıyordu. Ancak bu yüceltme sadece erkekler arasındaki ilişkide geçerliydi. Hatta eşcinselliği canla başla savunanlar bile bunu yalnızca bir erkekle oğlan çocuğunun ilişkisiyle sınırlamaktaydı. Oğlancılık, genç adamları güçlü birlikteliklerle tanıştırmak için tasarlanmış toplumsal kabul gören bir kurumdu. Erkekler kamusal alanlarda eşcinsel ilişkilerini gururla yaşarken kadınlar arası romantik dostluk ilişkileri mahrem alanlara kilitlenmişti. Sappho’nun dizeleri sayesinde haberdar olduğumuz bu aşklar, cinsel olmaktan ziyade tinsel ve ruhsal boyutlarda, sevgi, özdeşleşme ve hayranlık duyma biçimlerinde yaşanıyordu. Kadınlara adanan şiirleri ve sadece genç kızlardan oluşan okulu yüzünden lezbiyen olarak anılan Sappho’nun lezbiyenliği de kimi kez bedenseldir ama öte yandan bu bedenselliğe sık sık güçlü annelik duyguları ve geç kalmışlığın hüznü karışır. Lezbiyen olduğu söylencesine rağmen Sappho’nun Kerkylas adlı bir zenginle evli olduğu ve şiirlerinde de söz ettiği Kleis adlı bir kızı bulunduğu da bilinir. Helenistik, özellikle de Roma Dönemi’nde Ovid başta olmak üzere birçok yazar Sappho’nun Phaon adlı oldukça yakışıklı bir gence âşık olduğu, aşkına karşılık bulamadığı için de Leukos kayalığından atlayarak intihar ettiğinde ısrarcıdır. Çünkü erkek yazarlar, lezbiyen ilişkilerin geçiciliğini ya da cinsel ve tensel olmaktan çok tinsel olduğu fikrini benimsemişlerdir. Bachofen Likya’daki anaerkil sistemi; Atina’da başlangıçta var olan anaerkilliğin İyonlaşmayla birlikte dişil ilkeden uzaklaşarak yerini ataerkilliğe bırakma sürecini anlatırken Lesbos’ta anaerkil ilke olarak, Sappho aracılığıyla, kadınların kendi cinslerine duyduğu sevinin tinsel güzelliğe dönüşmesini göstermiştir.

Sappho’nun şiirlerinden örnekler

ONUNLA

Onunla tatlı tatlı fısıldaşırken

Sevecenlikle gülümserken ona,

Büyülersin tanrılaşan erkeğini

Yüreğin paramparça dağılır oysa.

Nasıl da tutulur dilim bir bilsen

Sesim kısılır, kulaklarım uğuldar,

Hüzünle buğulanır gözlerim,

Titremeye başlar terli bedenim,

Yemyeşil kesilirim otlar gibi,

Küçük ölümle yüzyüze gelirim.

Ama karşında böyle umarsız kalsam da

Cesaretle katlanmalıyım tüm acılara.

 

APHRODİTE’YE YAKARIŞ

Ey tahtı ışıl ışıl ölümsüz Aphrodite.

Ulu Zeus’un kızı

Yalvarırım yüreğimi acılarla dağlama!

Yardımıma gel gene, hani eskiden

Sesimi duyunca nasıl, çıkıp

Babanın sarayından kanat çırpan kuşların

Çektiği yaldızlı arabana biner;

Yeryüzüne inerdin bulutsuz mavilikten;

Ölümsüz dudağında o aydınlık gülüşle sorardın,

‘Gene nen var?’ derdin, ‘nedir gene deli gönlünü çelen?

Tılsımımla kimi baştan çıkarıp yollamam gerekiyor koynuna?

Söyle, Sappho, kim seni üzen?

Kaçıyorsa kaçsın, bırak.

Yakında o senin ardına düşecek.

Bugün almıyorsa verdiklerini.

Yarın o sana armağanlar verecek.

Seni sevmiyorsa, istemese de er geç sevecek.

Geleceğin varsa, şimdi gel.

Kurtar beni kuşkudan.

Ne diliyorsa gönlüm yerine getir, sen de katıl benimle savaşa.

 

EDEBİYATTA ZEYTİN


Yani öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı

Yetmişin de bile, mesela zeytin dikeceksin.

Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil.

Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için.

Yaşamak yani ağır bastığından…’

Nazım Hikmet


 SİTEM

Önde zeytin ağaçları arkasında yar

Sene 1946 mevsim sonbahar

Önde zeytin ağaçları neyleyim neyleyim

Dalları neyleyim.

Yar yoluna dökülmedik dilleri neyleyim.



Yar yar! Seni kara saplı bir bıçak gibi sineme sapladılar

Değirmen misali döner başım

Sevda değil bu bir hışım

Gel gör beni darmadağın

Tel tel çözülüp kalmışım.



Yar yar canımın çekirdeğinde diken

Gözümün bebeğinde sitem var.



Bedri Rahmi Eyüboğlu (1911-1975)

 

 

 



[246] Purputia

[247] Kolsuz ve kısa ceket olarak da adlandırılabilir

[248] Yunanca Rembetiko

[249] Yunanca bir deyimdir

[250] Rum

[251] Heykelin kaidesinde ‘Metropolitan of Cydoniae, Gregorios. Martyred in 1922. The good shepherd laid down his life for the sheep (John 10:11)’ yazıyor.

[252] Çılgınlık-alkol-sefil yaşam-sanatçılık

[253] Paris köprüleri altında

[254] Derviş Ağa altın madalya

[255] Ali Cömert, Hasan Arif, Bakkal Hüseyin Sakıp, Belediye Başkatibi Ali, Bekir Mazhar, Küçük Köyde Elmas, Dalkıran Mustafa Bey/efendiler gümüş madalya

[256] Müftü Şakir, Kemal Bahri, Küçük Köyde Ahmet Sana, Komisyoncu Hulki, Karayağız Zafer, Bosna muhacirlerinden Arif Efendi/beyler de bronz madalyalarla taltif edilmiş.

[257] 1.Dünya Savaşı’ndan kalmış

[258] Erkek üreme organı

[259] Bu mezarın Pers istilası döneminde yaşamış bir tiranın ya da üst düzey bir yöneticinin mezarı olma olasılığı yüksektir.

[260] Tantalos mezarı adı ile anılan bu anıtsal eser muhtemelen Eski İzmir'de M.Ö 620-580 tarihlerinde yönetimi elinde tutan basileusun ya da tyranın mezarıdır. Zeus ve Pluton'un müşterek oğlu, Niobe ile Pelops'un babası, tanrılara karşı uygunsuz davranışlarından dolayı lanetlenerek işkence çekmeye mahkûm edilmiş olan efsanevi kral Tantalos'un elbette ki bir mezarı yoktu. Ancak MS 2. yüzyılda yaşamış olan ünlü Hellen gezgin Pausanias 'Tantalos'un acaip mezarını' gördüğünü anlatması nedeniyle Yamanlar Dağı’nda (bugünkü Çay Mahallesi'nde) 205 metrelik rakımda bir zamanlar yükselen 33 m. çapındaki tümülüs, arkeoloji literatüründe yüz elli yıldan beri 'Tantalos'un Mezarı' olarak ün kazanmıştır. Bugün tümülüsü oluşturan dairevi poligonal duvar bütünü ile yok olmuş, mezar odası ise bir gecekondunun altında kalmıştır. Bindirme tekniği ile yapılmış olan mezar Girit'teki Isopata adı ile anılan gömü evleri tipindedir. Rasshamra'da, Myken dünyasında ve Ankara yakınındaki Gavurkalesi Hitit gömü odası ile Bayraklı'daki taş çeşme aynı görünüşte ve yapı biçimindedir.













Comments