5 - AYVALIK İSYANI (1821)
Filiki Eterya cemiyeti 1814 yılında Emmanouil Ksantos, Nikolaos Skoufas ve Athanasios Tsakalof adlı üç Yunanlı tarafından, o zamanki Rusya'da günümüzde Ukrayna'nın sınırları içinde kalan Odessa (Hocabey) kentinde kurulduğunda amacı Yunan Bağımsızlık Savaşı hareketini gerçekleştirip Bizans'ı tekrar canlandırmaktı. Örgüt kurulur kurulmaz paralar toplamaya, silah dağıtmaya ve ayaklanma için propaganda faaliyetlerine başladı. Hareketin lideri Aleksandro İpsilanti idi. Cemiyeti’nin kuruluşu Rumların yaşadığı bölgelerde coşkuyla karşılandı. Ayvalık Rumlarından Hacı Atanas ile Hacı Yorgi 4 Temmuz 1819 tarihinde cemiyet başkanı Aleksandr İpsilanti’ye yazdıkları mektupta Ayvalık’ta cemiyetin şubesini kurmak istediklerini dile getirerek her türlü maddi desteği sağlayacaklarını vaad ettiler. Cemiyet, Aristiti Pop adlı üyesini Ayvalık’a gönderdi. Pop, Ayvalık’ta Akademinin faaliyetleriyle Yunan milliyetçiliği ve bağımsızlığı konusunda hayli bilinçlendirilen Rum vatandaşlar tarafından çoşkuyla karşılandı. Kiliselerin milli örgütlenme ve ayaklanma merkezi gibi çalıştığı elli yıllık bir sürenin sonunda, Rumlar büyük katliamlar yaptıkları isyanları başlattılar. 1821 Ayaklanması aslında Rum nüfusun yoğun yaşadığı Mora yarımadasında başladı. Kısa sürede Kıbrıs, Sakız, Sisam, İstanköy, Girit gibi adalarla Ege sahillerinde etkisini gösterdi.
![]() |
Filika Eterya Cemiyeti |
17 Mart 1821’de Mora’da çıkan Yunan isyanı kısa sürede Ayvalık’a da yansıdı.
3 Haziran 1821 tarihinde meydana gelen çatışmalarda tüm kent zarar gördü. Ayvalıklı
ve Cundalı Rumlar birleşerek Burhaniye, Edremit taraflarındaki Müslümanlara
saldırdılar. Ayvalık’ta
ayrılıkçı isyanın başlamasıyla birlikte, devlet hemen harekete geçerek
Hüdâvendigâr Valisi İbrahim Paşa’yı kalkışmayı bastırmakla görevlendirdi.
Ayrıca vurucu güç olarak Karaman Valisi Ebubekir Paşa’nın, Denizli Voyvodası
Tavaslı Osman Bey’in ve çevrede konup göçmekte olan yörük aşiretlerin hızla
Ayvalık’a gitmeleri bildirildi. Ayvalık üzerine gönderilen oymakların en büyüğü
2.500 kişiyle Kepsut bölgesinden gelen Çepnilerdi[70].
Aşiretler, Osmanlı vergi sistemi içinde askeri seferlerde orduya hizmetle
yükümlüydüler. Aşiret kuvvetleri Denizli Voyvodası Tavaslıoğlu Osman Bey[71]
idaresinde Ayvalık üstüne geldiler. Teslim ol çağrısına olumlu yanıt alamayınca
isyanı şiddetle bastırdılar. Bu
çatışmalarda yüzden fazla asker şehit oldu. Yörük aşiretlerin bu hareketi uzun süre konargöçer oymakları
arasında anıldı, söylendi. Bu baskını yapan derebeyine yakılan Kadıoğlu İsmail
Hakkı Bey’in 1935’de derlediği milliyetçi bir duyguyla yazılmış bir destan bile
vardır. Ayvalık destanı özellikle şiire yatkın olan Çepniler arasında yüzyılı
aşkın bir süre yaşadı. İsyanın bastırılmasını izleyen yıllarda Çepniler de
diğer konargöçer oymaklar gibi yazlık ve kışlıkları arasında belli düzene bağlı
olarak konup göçmeye devam ettiler.
İsyan sonrasında zengin Rumlar kendilerini koruyacak zırhlara bürünürken yoksul köylü-işçi nitelikli Rumlar Ayvalık’ı terk edip Ege adalarına göç ettiler. Bu kaçış kentin gelişimini bir süre olumsuz etkiledi. 1821 ayaklanması sonrasında Osmanlı Devleti, idari düzenlemeler yaparak bu bölgedeki Rumların yerleşmesini Ayvalık’la sınırladı. Ayvalık’ta yaşayan Rum halkın tahminen beşbini gemilerle yakın adalara kaçtı, üç bini tutuklandı. Geri kalanı da Balıkesir ve içlerine sürgün edildiler. Ayaklanma sırasında Ayvalık’taki binaların büyük bir kısmı tahribata uğradı. Sultan II. Mahmut’un fermanı ile bölgedeki Rumların tüm taşınmaz mallarına el konuldu. Bu mallar ya Müslüman ailelere satıldı veya emaneten verildi.
Resim 5-1 İsyan halindeki Yunanlılar (temsili resim)
Ayvalık’ta 1821 ayaklanmasının çıkma nedeni olarak hem Şanizade hem de
Cevdet Paşa, Halet Efendi’yi[72]
gösterir.
‘Ayvalık
kazası, eski şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi’nin yılda 100 bin kuruşa iltizam
olunan mukataası[73]
idi. Halet Efendi ise elinden geldiği kadar Abdullah Efendi’ye kötülük etmek
istediğinden onu sürgüne göndermekle yetinmemiş ve bu mukataadan olan varidatını
da çürütmek için Ayvalık’ı vurdurmayı kafasına koymuştu. Halet Efendi’nin
oyunları sonunda Ayvalık reayası ayaklanmış ve şehir yağmalanarak tahrip
edilmişti.’
Elbette reayanın isyanını tamamen çürümüş Osmanlı bürokrasisinin temsilcilerinden Halet Efendi’nin yaptıklarıyla açıklamak doğru değildir. Ancak bu açıklamalar bize bir mukaata sorunu olduğu konusunda bir bilgi vermektedir.
Sürgünden
Geri Dönüş ve İsyan Denemeleri
İsyandan üç yıl sonra 1824 Mart ayında kenti terk etmek zorunda bırakılan 20 bin Ayvalık reayası, 1830 yılında Sultan II.Mahmut’un izniyle yeniden kasabaya döndü. Rumlara malları iade edildi ve mülkiyet hakkı yeniden tanındı. 1831-1833 yılları arasında da vergiden muaf tutuldular. Ayvalık yeniden bir toparlanma ve gelişme sürecine girdi. Ayvalık 1840 yılında kaza yapılıp, Karasi (Balıkesir) sancağına bağlanarak özerklik tamamen ortadan kaldırdı.
Sultan Abdülmecid döneminde 1839 yılında Tanzimat’ın ilanından sonra Ayvalık’ta yeni bir ayaklanma oldu. İsyancılar, 18 Mayıs 1842’de Tevfik Bey komutasında üç parça geminin limana girmesiyle adalara kaçtılar. Tevfik bey güvenliği sağladıktan sonra Ayvalık’tan ayrıldı. Ardından Ayvalık sessizlik içerisinde uzun yıllar geçirdi. Ekonomik ve kültürel yönden kent önemli gelişme gösterdi. Çıkan huzursuzluklar genellikle, fazla vergi tahsilinden dolayı reaya ile memurların anlaşmazlıklarından kaynaklanıyordu. Ayrıca Ayvalık’ta yapılan bazı kayıklara Yunan bandıralı çekilmesi Babıali’yi tedirgin ediyordu. Bir takım din adamlarının halkı Yunanistan yanlısı yapma çabaları da devlet nezdinde diğer bir huzursuzluk kaynağıydı. 1907 yılında Ayvalık’ın Efes metropolitliğinden ayrılarak bağımsız bir metropolitlik haline getirilmesine karşı doğan tepkiler hükümeti uğraştırmış ancak iki yılda çözülmüştü. 16 Haziran 1909’da Ayvalık’ta Türk askeri devriyelerin, kendi aralarında tartışıp havaya ateş eden alkollü bir grup Rum vatandaşa müdahale etmesi üzerine askerler ile Rumlar arasında çatışma çıkmış, sekiz kişi yaralanmış, iki kişi ölmüştü. Midilli’den, Sakız’dan ve Dikili’den gönderilen asker ile kentte asayiş sağlanmaya çalışılmış, Ayvalık ile Cunda’da sıkıyönetim ilan edilmişti. Bu süreçte Küçükköy basılarak 400 martini marka tüfek ele geçirilmiştir. Ayvalık ve Cunda, II.Meşrutiyet’in sağladığı güvencelerle silah kaçakçılığının merkezi durumuna gelmişti. Osmanlı Hükümet’i Ayvalık ve Cunda’da birikmiş silahların tehlikesini sezdi. Ayrıca balıkçılıkta kullanılmak üzere gizlice ülkeye sokulan dinamit kullanımı da balık neslini tükettiği gerekçesiyle yasak kapsamına alındı ama bu yasağa uyan yoktu. Eskiden beri Ayvalık ve Cunda da tütün, silah, barut ve dinamit kaçakçılığı yapılıyordu. II.Meşrutiyet’in bunların üzerine gitmesi üzerine çıkarları bozulanlar Ayvalık olaylarını tetiklemişlerdi. 31 Mart ayaklanmasının üzerinden çok az bir zaman geçmişken yeniden bir Müslüman-Rum çatışması yaşanması büyük bir tehlike yaratabilirdi.
1913-1914’te Batı Anadolu’daki
Rumların Göçe Zorlanması
İttihatçıların
Osmanlı’da iktidarı tamamen ele geçirdikten sonra ilk icraatları devletin
gayrimüslim tebaasının elindeki malların Müslüman burjuvaziye aktarılması oldu.
ITC’nin ünlü yöneticisi ‘Küçük Efendi lakaplı Kara Kemal:
‘Avrupa’da hükümetler ya
işçiye ya da burjuva tabakalarına dayanır. Biz hangi sınıfa dayanacağız? Böyle
güçlü bir sınıf olmadığına göre biz neden yaratmayalım?’ diye soruyordu.
İttihatçıların
‘Milli İktisat’ adıyla gizlediği servet transferinin ilk uygulaması 1910’ların
başında Ege’de yapıldı. Hedef MÖ 1200’lerden beri kesintisiz olarak bölgede
yaşayan Rumlardı.
Balkan Savaşları sonrasında 29 Eylül 1913’te Bulgaristan ile yapılan bir antlaşma uyarınca sınır bölgesindeki 9.714 Müslüman aile 9.472 Bulgar aile ile karşılıklı olarak mübadele edilmişti. Osmanlı Bulgaristan ile yapılan mübadelenin bir benzerini Yunanistan ile de yapmak istiyordu. Bu doğrultuda Venizelos ile Mayıs 1914’de prensipte anlaşmıştı. Ama İTC antlaşmanın imzalanmasını beklemeden Ege ve Trakya bölgesinde, devlet için bir risk veya tehdit kabul edilen Hıristiyan varlığını asgari ölçüye indirmek için daha 1913’te harekete geçmişti. Rumların mübadelesi daha dikkat isteyen bir işti. Savaş çıkarma riski vardı. Bu nedenle ITC valilerin ve diğer memurların resmen bu işe müdahale etmemesini, işin idaresinin Teşkilat-ı Mahsusa eliyle yapılmasına karar verdi. Amaç teşkilat aracılığıyla Rumları ürkütüp yurdu terketmeye zorlamaktı. Teşkilat-ı Mahsusa 1915 yılında da Ermenilerin tehcir (ülke dışına çıkarma) faaliyetinin merkezinde yer aldı.
Resim 5-2 Ayvalık’ta bir sokak, 1914.
Fotoğrafın arkasında ‘İngiliz kruvazörü
tarafından büyük çaplı topla, İtalya Konsolosu Dr. Guto’nun harap olan hanesi.
İşte İngiliz medeniyeti !!!’ notu düşülmüştür.
Bu
dönemde Yunanistan’a sürülen Rum nüfusunun sayısına dair değişik rakamlar öne
sürülüyor. Örneğin resmi Yunan rakamlarına göre Ocak-Haziran 1914 arasındaki
altı ayda 15.572 aile (60.926 kişi) Doğu Trakya’dan zorla Yunanistan’a
sürülmüştü. Sadece 1914 yılı için Batı Anadolu sahillerinden Yunanistan’a
sürülen Rumların sayısı 150 bin idi. Bu operasyonların kilit isimlerinden Celal
Bayar, anılarında Birinci Dünya savaşı öncesi İzmir ve civarından 130.000
dolayında Rum’un zorla Yunanistan’a[75] göç
ettirilmiş olduğundan bahseder. Göç eden
Rumların yerine Balkan Savaşları sonrası Anadolu’ya gelen Boşnaklar iskân
edildi. Kaçırtma işlerinin en tepesindeki
isim olan ve bu operasyonları fiilen yürüten Kuşçubaşı Eşref[76] ise
1914 içinde ve harbin ilk aylarında, Rum-Ermeni nüfustan 1.150.000 kişinin
sürüldüğünü ileri sürer.
22 Kasım 1915 yılında Cunda Rumları yeni bir isyan girişiminde
bulundular. İsyan Ayvalık ve yakın çevreden gelen askerlerce bastırıldı. İsyana
katılanların bir kısmı ve isyana önderlik eden piskopos, Yunan gemileriyle
kaçırıldılar. 1917 yılında I.Dünya Savaş’ın da Osmanlı’nın dört bir cephede
savaştığı bir dönemde Ayvalık ve Cunda Rum çeteleri, Müslümanlara saldırdılar.
Bu olaydan sonra yöreye gönderilen teftiş heyeti, halkın saldırıya destek
verdiğini, Osmanlı Devleti’ne karşı isyan halinde olduklarını rapor ettiler.
Bunun üzerine Osmanlı Hükümeti, Cunda ve Ayvalık’taki Rumları mart ayında
Balıkesir, Susurluk, Kepsut ve Sındırgı içlerine sürgüne gönderdiler. Bu
dönemde tehcire uğrayanların 12 bin kişiyi bulduğu, Ayvalık nüfusunun sekiz
binlere kadar düştüğü söylenir. Osmanlı dahili ve harici problemlerle
uğraşırken sürgüne gönderilenler yavaş yavaş eski yerlerine dönmeye başladılar.
1919 yılında Yunan ordusunun İzmir’e çıkarma yapması ile sürgündeki tüm Rumlar
izin almadan eski yerlerine döndüler. Sonrası zaten malum.
ALEKSANDRİA TROAS ANTİK KENTİ
Büyük İskender’in Dünyaya en büyük mirası nedir diye
bir soru sorulsa yanıt tartışmasız kentleşme olurdu. Yaklaşık 10 yıl süren ve
tamamına yakını savaşlarla geçmiş hükümranlığı sırasında, yirmisi kendi adını
taşıyan yaklaşık 75 kent kurmuştur; takipçileri ise bunun kat ve kat fazlasını.
İskenderin Troiası, MÖ 310 yılında Büyük İskender’in generallerinden Antigonos
Monophtalmos tarafından “Antigoia” kenti olarak kurulmuş ve Büyük İskender’in
ölümünden sonra bir başka generali Lysmimakhos tarafından ele geçirilip ismi
“Aleksandria Troas” olarak değiştirilmiştir.
Resim 5-3 Aleksandria
Troas ya da ilk adı ile Antigoneia kenti ve çevresinin haritası.
Resim 5-4 Marie-Gabriel-Florent-Auguste
Comte de Choiseul-Gouffier (1822).
Kentin bir limanının olması, büyük hamamlara sahip olması varlıklı bir kent olduğunu kanıtlayan bir unsurdur. Aleksandria Troas’un kaçırdığı talih bir süre sonra onu iliklerine kadar sömüren bir felaket olarak geri dönecekti. Orta Çağ’da Konstantinopolis’e dikilecek her yeni yapı için akla ilk gelen mermer yatağı burası oldu. Zaten artık eski önemini kaybetmişti. Osmanlı yıllarında ise talan daha da hızlandı. 17. yüzyılda bir seyyah, her gün iki Osmanlı gemisinin, kentin taşlarını ve mermerlerini yüklenip Konstantinapolis’e taşıdığından bahsetmektedir.
Kent tamamen planlanarak kurulmuş tapınakları, hamamı, stadyumu, çeşmesi, taş döşeli caddesi, tiyatrosu ve su yolu ve limanı ile önemli bir yerleşimdir. Kent içinde ayakta kalmış yapılardan biri de “Herodes Atticus Gymnasiumu”dur. Anadolu’nun en büyük gymnasyumlarından biri olması dolayısıyla önemlidir. Kent çizilen planına göre 390 hektarlık bir alanı kaplar. Sur duvarları 8 km boyunca izlenebilmiştir. Anadolu’nun en büyük antik kentlerinden biri olmasına rağmen Troia’nın gölgesinde kalmıştır. Antik kentte önceleri Alman bir ekip tarafından gerçekleştirilen kazılar 2011 yılında Ankara Üniversitesi’nden bir Türk ekibe devredilmiştir. Gerçekleştirilen kazılar kentin tapınak bölgesinde yoğunlaşmıştır. Kentte Maldelik diye bilinen yapı ile Herodes Attikus Hamamı dikkat çekicidir. Anadolu’da bugüne kadar bilinen en büyük hamam yapısıdır. Yapının anıtsal ölçüleri bugün ayakta kalan kemerlerinden anlaşılmaktadır. Hamamın batısına bitişik büyük boyutlara sahip bir gymasium yer almaktadır. Kazı çalışmaları halen devam etmektedir.
Şehrin limanı dardı. Troas limanının, Hellespont ve deniz dalgalarının getirdiği kumlarla kaplı olduğunu ve deniz ticaretine elverişli olmadığından söz ederler. Türkler’in bölgeye geldiği dönemde artık kentin varlığından bahsetmek mümkün değildi. Leunclavius’un belirttiğine göre, Sultan Orhan’ın oğlu Sultan Süleyman, Trakya’ya gelip Gelibolu’yu kuşattığı zaman Troia’nın ve Troas’ın kurulmuş olduğu bölgeyi gezmiş bu antik şehrin kalıntılarını hayranlıkla izlemişti. Seyyahların hepsi Alexandria Troas kentinin kalıntılarını beğenmişlerdir. Şehrin temel kalıntıları denizcilere yön tarifi konusunda yardımcı oluyordu. Bu şehri Troia’ın (İlium) bir bölgesi zannetmişlerdi. Stadyum yakınında yerli halka ait kemerli mezar odaları vardı. Bu odaların büyük tapınağın bodrum katı veya temeli olduğu tahmin ediliyordu. Biraz ilerde tepede oturma yerleri tuğladan yapılmış olan Assos’takine benzeyen bir tiyatro bulunuyordu. Alexandria Troas’ın tiyatrosunun da sahne yapısı tahrip olmuştur. Tiyatronun doğusunda halk ve denizcilerin “Priamos Palas” dedikleri büyük binanın kalıntılar vardı. Şehir kapısı deniz kıyısındaydı. Aynı yerde üzerinde çeşitli yazıların bulunduğu mermer masalar, sütunlu kemerler, tapınak ve heykeller görülmekteydi. Heykellerden biri de ünlü tapınağa adanmış tanrı veya tanrıçaya ait olandı. Tapınağın varlığından Texier de bahsetmektedir. Tapınak duvarlarında latince yazılmış kelimeler vardır. Chandler ve ekibinin bulduğu küçük tek parça sütun kaidesinde Hadrian yazmaktadır. Herodes Atticus Hamamı yaklaşık olarak 137 yılında İmparator Hadrian’ın yakın arkadaşı Herodes Atticus tarafından inşa edilmiştir. Boyutları göz önüne alındığında dönemin en büyük yapılarından biri olduğu ortaya çıkmıştır. Hamam uzunluğu 100 metre ve 3 tarafı gezinme koridorları ile çevrili olarak planlanmıştır. Hamam Efes’teki hamamlar ile benzerlik göstermektedir.
Resim 5-5 Herodes
Atticus Hamamı
Texier, Alexandria Troas’ta sütunların alındığı
ocakların kente 8 kilometre uzaklıkta bulunan Geyikli Köyü yakınlarında
bulunduğunu ifade etmiştir. Çok küçük granit sütunlar yarı toprağa gömülü
durumda sudan aşınmış ama ayaktaydılar. Gemiler, bu sütunlara urgan yardımıyla
bağlanıyor olmalıydı. Granit sütunlar dışında kentin mermer sütunlarının
sultanlar tarafından Konstantinapolis’te inşa ettirilen pek çok camide
kullanıldığı bilinmektedir. Sultan, IV. Mehmet 1693 yılında Üsküdar’daki Valide
Sultan Camisi’nde kullanılmak üzere kentten çok sayıda sütun almıştır. Benzer
şekilde Eminönü Yeni Cami inşaatında Troas kalıntıları kullanılmıştır.
Resim 5-6 Podyumlu
Tapınak ve Forum alanının merkezinde yer alır. Günümüze temel duvarları
ulaşmıştır. Opus Caementicum teknikli olarak inşa edilmiş olup midye kabuklu
kireçtaşı taş bloklar kullanılmıştır. Temelleri 8m ve 16×23 metre uzunluğu bulunmaktadır.
Şehrin amfi tiyatro şeklinde yükseldiği görülmektedir. Texier’in dikkatini çeken en önemli yapı şehrin harabeleri üzerinde yükselen çok büyük bir kemer görüntüsü sergileyen anıttı. Bu anıt üzerinde arkeologların fikir ayrılığına düştükleri biliniyordu. Bazıları hamam bazıları ise “gymnasium” yapısı olduğunu düşünüyordu. Texier’e göre burada mutlaka bir “apodyterium” ile “hipocaustum” sıcak ılık salonlar yani hamama ait yapılar bulunmalıydı. “Gymnasium”da şehrin gençleri eğitim alıyor ve egzersiz yapıyorlardı.
Seyyahlar, Atticus döneminde yapıldığı tahmin edilen su kemerinin sağlam olduğunu söyler. Şehir surlarının yapı malzemesi harcı; kırma taş, dış yüzeyi deniz kabuklarından bir kalker kütlesidir. Kentte 4 köşe kare kuleler vardır. Kare şeklindeki kule kalın ve sert taşlar kullanılarak inşa edilmiştir. Kalenin çevresini evler kuşatıyordu ve bunlar görkemli binalardı. Seyyahlar, şehirde gezerken düzgün bir biçimde sıralanmış halde gördükleri mermer güllelerin, Rus savaşı sırasında Hüseyin Paşa’nın civardaki mermerlerden imal ettirdiğini anlatırlar. Hellespont kaleleri, bu güllelerle güçlendirilmiştir. Kentin önemli köylerinden birisi de tepenin üstünde kurulmuş olan bir Rum köyüdür.
Apollon
Smintheus Tapınağı
Apollon Tapınağının bulunduğu yerin günümüzdeki ismi Gülpınar. Beldeye bu ismin konmasının nedeni Antik Çağ’da burasının Apollon Tapınağı için seçilmiş olmas ve bölgenin yer altı suları nedeni iledir. Apollon için adanan tapınaklar, yeraltındaki suların ya da gazların yeryüzüne sızdığı yerlere inşa edilirdi. Bu yönüyle bir kehanet merkezi gibi çalışırdı. Zaten Herodotos’un dediği gibi bütün gizleri ve sırları Apollon bilir. Fakat onun sözleri, çoğunlukla anlamı kapalı, kimi zaman şaşırtıcı, şiirsel sözlerdir. Apollon, yeraltı (öte dünya) ile yerüstü (hayat) arasındaki bir aracı gibi görülebilir. Suyun etkisi ile kendinden geçen rahip/rahibe, kendisine başvurmuş insanlara Apollon’dan öğütler, mesajlar ve geleceği anlatan sözler getirir. Yani tapınağın kurulduğu yer iki dünya arasındaki bir geçiş iken, tapınağın kendisi, Apollon ile insanların bağ kurduğu bir köprüdür.
Miletos’ta yunuslara hükmeden Apollon, burada Apollon Smintheus, yani ‘Fare Apollon’ adıyla tapılır. Hikâye İlyada’da anlatılmaktadır. Troia’yı fethetmeye gelmiş Akhalar, kent dışındaki Apollon’un Tapınağı’na saldırır, Apollon rahibinin kızını kaçırır, tapınağı yağmalar. Çok kızan Smintheus Apollon Akhalara yayıyla cevap verir. Ama yayından çıkan oklar değil farelerdir; farelerin taşıdığı ölüm ise veba dır. Veba günlerce, Akha ordusunu kırıp geçirir. İnsanlar salgınların nedenini Apollon’un öfkesine bağlar. Salgınların çözümü de onun sözlerinde gizlidir. Yani ölümü ve hastalığı yayma ve ikisini de engelleme gücüne sahiptir. Zaten oğlu da hekim[77] olacaktır
![]() |
Apollon |
Chevalier, Alexandria Troas’a doğru seyahat ederken
tapınağa ait kalıntılarla karşılaştı. 1853’te ise İngiliz Amiral Spratt bölgeyi
gezmiş, İon düzeninde yapılmış tapınağın Apollon’a adandığını anlamıştır.
Tapınağın adının dünyaya 1785’te Jean Baptista Le Chevalier duyurmuştur.
Yeraltı sularının beslediği Gülpınar’da, Apollon’un Evi, estetik ve
mühendisliğin ahengini yansıtır. En alt zemin, suya uyum sağlayan dayanıklı tüf
taşından yapılmıştır. Tüf döşemenin üstü depreme karşı dirençli bazalt taşıyla,
en üst kat ise mermer ile kaplanmıştır. Tapınağın etrafı, su kanalları ve su
çeşmeleri ile bir su dünyası gibi planlanmıştır. Tapınağın etrafını zarif bir
şekilde çeviren sütunların en üst kasnağı kabartmalı bir şekilde yapılmıştır.
Dönüşümlü olarak çelenklerle süslü bir boğa başı[78]
ve mitolojik sahneler betimlenmiştir. Tapınağın frizlerinde ise, İlyada ile
ilgili sahneler tasvir edilmiştir.
Resim 5-8 Yüksek
oranda tuz içerdiğinden bazen kırmızıya dönen ve Tuz Gölü olarak adlandırılan
bu göl Alexandra
Troas antik kentinin bir parçası
konumunda.
[67] Osmanlılarda Rum deniz eşkıyasına
verilen ad.
[68] Hydra ya da İdra, Yunanistan'ın Attika
Bölgesi'nde bulunan bir ada.
[69] Spetses, Atina yakınlarında
bir ada.
[70] Rumeli ve Anadolu'da yaşayan
Oğuz/Türkmen boylarından biridir. Karadeniz bölgesindekiler çoğunlukla Sünni
olmakla birlikte, diğer bölgelerdeki Alevidir.
[71] Denizli, Muğla ve Aydın bölgesinde
büyük bir nüfuza sahip olan Ayan ailesi
[72] Mehmet Sait Halet Efendi (1760-1823),
ulema sınıfından Osmanlı devlet adamı. II. Mahmud zamanında Rikab-ı Hümayun
Kethüdası unvanını alarak önemli bir konum elde etmiştir. Asıl adı Seyyid
Mehmet Said idi. Çocukluğundan itibaren "Meşihat Kalemi"ne devem etmiştir
ve burada "Halet" ismini aldı. Geleneksel ulema eğitimi olan medrese
eğitiminden geçmedi. Fakat belagat, kitabet ve şiirde özel çabalarla kendi
kendini yetiştirdi. Babıali ve paşa kalemlerinde çalıştı. Önce rikab-ı hümayun
kethüdası Mehmed Reşit Efendi'ye mühürdar yamağı olup bu görevde efendisine
kendini beğendirdi. Bu görevde iken Mehmet Raşit Efendi'nin konağında yapılan
gece toplantılarında gazeller okuyarak ve tarihi konularda konuşmalar yapıp
dikkatleri çekti. Sonra Manastır'a gitti. Burada önce Rumeli valisi Ebubekir
Sami Paşa dairesinde ve sonra da Mirmiran Ohrili Ahmet Paşa dairesinde çalıştı.
Daha sonra Yenişehir Feneri mollası kethüdası oldu. Sonra İstanbul'a döndü.
Galata Mevlevihane’sinde ünlü şeyh ve şair Şeyh Galip'in yanında dervişlik yaptı
Sonra zahire nazırı Rasih Mustafa Efendi; takiben kasapçıbaşı Hacı Mehmed Ağa
dairelerinde kâtiplik yaptı. Buradan derya tercümanı Kalmaki yanına katıp oldu.
Bu görevde Fenerli Rumların ileri gelenleri ile dostluklara kurdu. Yanında
çalıştığı ilk efendisi olan Mehmed Raşit Efendi'nin iltiması suretiyle Hacegân
sınıfına alındı. Bu sınıf mensubu olarak beylikçi kasadar maiyetine verildi.
1802'de başmühasip payesi ve orta elçilik unvanı ile Paris’e büyükelçi Mehmed
Said Galip Paşa’nın yanına ikamet elçisi olarak tayin edildi. 1803-1806
döneminde Napolyon Bonepart'ın konsüllük ve imparatorluk dönemlerinde, Osmanlı
Devleti Fransa elçisi olarak Paris’te kalmıştır. 1806'da İstanbul'a döndü.
1807'de Divan-ı Hümayun beylikçisi görevine getirildi ve hemen sonra da rikab-ı
hümayun reisi oldu. Bu arada Fransa'ya karşı savaşa giren İngiltere'nin elçisi
ile gizli ilişkilere girdi. Bunu öğrenen Fransız elçisinin ihbar etmesi
nedeniyle Mayıs 1807’de III. Selim'e karşı Kabakçı Mustafa isyanı çıktığı ay
Kütahya'ya sürüldü. Bir yıl sonra IV. Mustafa tahta geçmiş iken affedildi, ama
İstanbul'a gelmesi önlenmek için Bağdat'a gönderildi. Burada kendisine rütbesi
dışında ağır bir görev verildi. Bağdat Valisi olan Süleyman Paşa yıllardır bu
görevde bulunmakta idi ve kendine özerk olarak ve devlete karşı kafa tutan bir
idare uygulamakta idi. Halet Efendi'ye verilen ağır görev Süleyman Paşa'yı
makamından indirerek idam ettirmek ve yerine valilik kethüdasını vezirlik
rütbesi ile Bağdat valisi olarak oturtmaktı. Halet Efendi bu görevi başarmak
için bölgede bir yıldan biraz daha uzun zaman kalmak zorunda kaldı. Fakat
sonunda Musul'daki ileri gelen sülalelerle ve Baban sülalesi destekleri ile bu
görevleri başardı. 1810'da İstanbul'a geri döndü. Bu sırada İstanbul'da Mayıs
1807'den beri devam eden gayet karışık Kabakçı Mustafa isyanı ve Alemdar Olayı
sona ermiş ve sultan II. Mahmut devlet idaresini tam olarak eline almaya hala
çalışmakta idi. II. Mahmut Halet Efendi'nin Bağdat'ta başarılı görevinden
haberdar olarak 1811'de Halet Efendi'yi tekrar rikab-ı hümayun kethüdası yaptı
ve kendi maiyetine alarak onu gizli yazışmalarla görevlendirdi. 1815'de Halet
Efendi nişancı görevini, yani padişahın başkâtibi sıfatını aldı ve büyük bir
nüfuz kazandı ve Sultan üzerindeki bu özel nüfuzunu 1823'e kadar devam ettirdi.
Bunu yeniçeri ocağını koruyup askeri ıslahatın yapılmasına engel olarak ve
Fenerli Rumları memnun etmek için Tepedelenli Ali Paşa'yı ezerek kötüye
kullandı. Benzer şekilde sadrazam Benderli Ali Paşa'nın Yunan İhtilali ile
ilgili önerilerine muhalefet ederek gözden düşmesine neden oldu. Politikaları
sonucu olarak Mora ihtilali alevlendi, ihtilalciler Yunan Bağımsızlık Savaşı'nı
kazandılar. II. Mahmut Halet Efendinin zararlı olduğunu anlayarak onu Konya’ya
gönderip başını kestirdi. Halet Efendi kinciliği ve acımasızlığı ile isim
yapmıştır. En basit nedenlerden bile insanları öldürtmekten çekinmediği ve
hatta halk arasında terör saçıp korku yaratmak için masum kişileri idam
ettirdiği; bu öldürücü sadizmi doğal saydığı belirtilmiştir. Bu tutumu ve
mizacını açığa vuran çok sayıda anekdot bulunmaktadır.
[73] Osmanlı maliye tarihinin en önemli
konularından biri, devlet harcamalarında finansman aracı olan mukataa
kurumudur. Osmanlı maliyecileri, bu kurum aracılığıyla devletin nakit
ihtiyacını karşılama, iç borçlanmayı sağlama ve özel sektörü finansman sürecine
dahil etme amacını öngörmüşlerdir. Hazinenin gelir kaynaklarından biridir.
Devlete ait bir arazi veya vâridâtın (gelirin) bir bedel karşılığında kiraya
verilmesi veya geçici olarak devredilmesidir. Devlete gelir getiren kaynakları
kiralayanlara ise 'mültezim' ismi veriliyordu. Mukataanın önemine göre,
mültezim, bir şahıs labileceği gibi, bir ortaklık da olabilmekte veya birkaç
mukataa topluca bir mültezime verilmekteydi, ayrıca mukataa topraklarının
gelirleri doğrudan hazineye aktarılmaktaydı.
[74] Celal Bayar, 16 Mayıs 1883 yılında
Bursa’nın Gemlik ilçesi’nin Umurbey köyünde, 93 Harbi sonunda Bulgaristan
Plevne’den göç eden muhacir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası ilmiye
sınıfından Abdullah Fehmi Efendi, Annesi Emine hanımdır. Rüştiye yıllarında dayısı
Mahmut Şevket Bey’in siyasi fikirlerinden etkilenen Bayar, sonraki yıllarda
dayısının ilişkilendirdiği bazı kişiler vasıtasıyla İttihat Terakki Cemiyeti’ni
(İTC) tanıyarak, yayınlarını takip etmeye başladı. 1900 yılında 17 yaşında,
Ziraat Bankası’nda memur olarak göreve başlayan Bayar, 1905 yılında Bursa’da
açılan Deutsche Orient Bank’ta çalışmaya başladı. Bu süreçte bankaya ulaşan
yayınlar sayesinde Bismarck Almanya’sının millî iktisat politikasından çok
etkilendi. II. Meşrutiyet’in ilanından 1912’ye kadar Osmanlı Devleti’nde
liberal bir anlayış egemen oldu ve 1912’den sonra, özellikle İTC çevresi
tarafından Milli İktisat öğretisi benimsendi. 1907 yılına gelindiğinde İTC’nin
Bursa şubesine üye olan Bayar, II. Meşrutiyet’in ilan edilmesinden sonra, Cemiyet’in
Bursa Şubesi’nin Katib-i Mesul’u olarak görev yapmaya başladı. Birinci Balkan
Savaşı’ndan sonra iktidarı tamamen ele geçiren İTC, 1914 yılında Celal Bayar’ı
geniş yetkilerle Aydın Katib-i Mesul’u (Ege Bölgesi) olarak görevlendirdi.
Bayar’ın görevi, Alman Askeri danışmanların Çanakkale Boğazı’nın savunulması
açısından Babıali’den talep ettiği İzmir ve Ege kıyılarındaki Rumların bölgeden
sürülmesini ve Ege adalarına gönderilmesini sağlamaktı. Teşkilat-ı Mahsusa ile
birlikte yaptığı baskılar sonucunda 130 bin Rum, Yunanistan’a göç etmek zorunda
kalmıştır. Göçe zorlanan Rum nüfusun geride bıraktığı mallara ya bölgedeki
nüfus sahibi Müslümanlar tarafından el konulmuş ya da bu mallar Ege Bölgesi’ne
yerleştirilen muhacirlere dağıtılmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya
Savaşı’ndan yenik ayrılması sonucu İTC kendisini feshetmiş ve yer altına
çekilme kararı almıştır. Bu dönemde Bayar, Ege Bölgesi’ndeki efeleri
örgütleyerek Yunanlılara karşı mücadeleye girişmiştir. İttihatçı kimliğinden
dolayı sürekli aranan bir kişi olması nedeniyle ve hakkında tutuklama kararı
çıktığından, bu dönemi ‘Galip Hoca’ takma adıyla İzmir, Aydın, Ödemiş, Torbalı
ve Akhisar taraflarında sürekli hareket hâlinde geçirmiştir. Bayar’ın Ege
Bölgesi’nde Galip Hoca takma ismiyle yürüttüğü propaganda faaliyetlerinden
sonraki durağı, birçok eski İttihatçı gibi Ankara’daki Milli Mücadele’ye
katılmak olmuştur. 10 Ağustos 1920’de İktisat Vekilliği’ne atanmıştır. 6 Mart
1923 yılındaki II. İsmet Paşa hükümetinde Mübadele, İmar ve İskân Vekili olarak
görev alan Bayar, Türk-Yunan Mübadelesi sürecinin yürütücülerindendir.
1924-32 yılları Bayar’ın İş Bankası
Umum Müdürü olarak çalıştığı yıllardır. Bu yıllar, iktisadi açıdan İTC’nin
hedeflediği devlet desteğiyle yerli ve millî bir burjuvazi oluşturulması
politikalarının devamı şeklinde olmuştur. Bayar yönetimindeki İş Bankası, bu
dönemde yerli ve yabancı sermaye ile siyasi iktidar arasındaki bütünleşme
sürecinde fevkalade aktif bir rol oynamış ve çeşitli iktisat politikası
kararlarını sermaye çevrelerinin istekleri doğrultusunda yönlendirmede çok
etkili bir baskı grubu oluşturmuştur. Bu dönemde meydana gelen 1929 dünya
ekonomik bunalımının yansımaları Türkiye’de de kendini hissettirmiş ve iktisadi
politika devletçiliğe doğru evrilmiştir.
Bayar’ın İktisat Vekilliği ve
Başvekillik yaptığı 1932-39 yılları iktisadi açıdan devletçiliğin rayına
oturduğu dönemdir. İktisat Vekilliği görevini sürdürdüğü 1932-37 yıllarında
Şark Bölgesi’ne gerçekleştirdiği gezi sonucu hazırladığı rapor, izleyen dönemde
Kürt bölgesi ekonomisinin kaderini belirleyecektir. Türkiye’nin batı
bölgelerinde sanayinin geliştirilmesinin tasarlandığı devletçi ekonomi
sürecinde, Kürt bölgesi ekonomisinin tarım ve hayvancılık ile maden
kaynaklarından faydalanılması temelinde şekillendirilmesini sağlamıştır.
Ayrıca, raporun girişinde, bölgeye devletin hâlâ tam manasıyla yerleşemediği ve
devletin bölgedeki varlığının ağırlıklı olarak ordu ve jandarma gücüne
yaslanması gerektiğini belirtmiştir. Kürtlerin sistem içerisinde asimile
edilmesi gerektiği fikrini ifade eden Bayar’ın diğer bir önerisi de Kürt
bölgesindeki nüfuslu ailelerin, aileleriyle beraber yerlerinin değiştirilerek
iç bölgelere sürülmesi olacaktır.
Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan
ve Fuat Köprülü ile birlikte 1946 yılında CHP’den ayrılarak Demokrat Parti’yi
kurarken İkinci Dünya Savaşı sonrası yerel ve uluslararası dinamiklerin yeni
bir partiyi iktidara taşıma olasılığının farkındaydı. 14 Mayıs 1950 seçimlerini
açık farkla kazanan Demokrat Parti iktidara geldiğinde, Celal Bayar Türkiye’nin
yeni cumhurbaşkanı oldu. DP iktidarının sürdüğü 1950-60 yılları boyunca
Türkiye’nin kapitalist dünya ekonomisine göbekten bağlanmasında ve Soğuk Savaş
atmosferinde Türkiye’nin emperyalizm ile saf tutmasının yolunu açan hamlelerin
hemen hepsinde Celal Bayar önemli roller oynadı. DP’nin uyguladığı popülist
ekonomi politikaları, baskıcı siyaset ve Kemalist kadroları siyaset mecrasının
dışına itmesi sonucu 27 Mayıs Darbesi gerçekleşti. 1960 darbesinden önce,
Bayar’ın istifa etmesi, Menderes’in cumhurbaşkanı olması ve erken seçimlere
gidilmesi temelinde TSK’nın yaptığı öneriyi kabul etmeyen ve DP’yi daha baskıcı
politikalar uygulamaya sevk eden Bayar’dı. Her ne kadar 27 Mayıs 1960 yılında
yapılan askerî darbe sonunda Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan
Polatkan ile beraber ölüm cezasına çarptırılmış olsa da cezanın infazı Milli
Birlik Komitesi tarafından onanmayacak ve Bayar, Kayseri Cezaevi’ne
nakledilecektir. 1964 yılında hastalığından dolayı tahliye edilen Bayar 1986
yılına kadar sıhhatli bir şekilde yaşayacaktır. Türk ulus-devletinin inşa
edilmesi sürecine İttihatçılığın ne kadar içkin olduğunu göstermesine ek
olarak; Anadolu’nun gayrimüslimlerden ‘arındırılması’, Türk burjuvazisinin
yaratılması, Kürt bölgesi ekonomisinin az gelişmişliğe mahkûm edilmesi ve
Demokrat Parti’nin kaderinin belirlenmesi gibi konularda Celal Bayar nezdinde
bir ulus-devletin adım adım nasıl adalet ve eşitlikten yoksun bir şekilde
vücuda geldiğini izlemek mümkündür.
[75] Bu operasyondan Ayvalık yöresinde
yalnızca Küçükköy etkilenmiştir.
[76] Eşref Sencer Kuşçubaşı ya da bilinen
adıyla Kuşçubaşı Eşref (1883-1964), Harp okulunun son sınıfında iken Jön
Türkler'le ilişkisi yüzünden II. Abdülhamid tarafından Hicaz'a sürgün
gönderildi. II. Abdülhamid meşrutiyeti ilan etmek zorunda bırakılıp, aralarında
Kuşçubaşı'nın da bulunduğu pek çok kişiye af çıkarmasıyla birlikte etrafına
topladığı kendisine bağlı silah arkadaşlarıyla beraber, kurulan Teşkilat-ı
Mahsusa adlı istihbarat örgütüne katıldı. 1911 yılında Trablusgarp'ta Enver Bey
ile birlikte direniş hareketlerini örgütledi. 1912 yılında İkinci Balkan
Savaşı’na katıldı. I. Dünya Savaşı'nın çıkmasıyla birlikte 1914-1915 yılları
arasında Teşkilat-ı Mahsusa'nın Arap Yarımadasından sorumlu başkanı olarak
görev yaptı, Süleyman Askeri Bey'in ölümünü takiben Teşkilat-ı Mahsusa başkanı
olmuştur. 1915-1918 yılları arasında bu görevi sürdürdü. I. Dünya Savaşı
sırasında İngilizlere karşı girişilen İkinci Kanal Harekâtı'nda öncü birliklere
komutanlık etti. 1917 yılında Hayber'de Faysal'ın (sonradan Irak Kralı olacaktır)
20 bin kişilik birliğine karşı 40 kişilik Teşkilat-ı Mahsusa birliği ile beş
saatten fazla savaştıktan sonra yaralı olarak ele esir düştü. Bir savaş gemisi
ve bir denizaltı eşliğinde Malta'ya sürgüne gönderildi. İngilizlerle imzalanan
esir değiş-tokuş anlaşması gereği serbest bırakıldı. Deniz yoluyla Anadolu'ya
döndü ve hemen Türk Kurtuluş Savaşı'na katıldı. 1920 yılı boyunca kendi
yetiştirdiği Çerkez Ethem'le beraber Kuva-yi Seyyare'de Yunan işgaline karşı
savaştı. Özellikle Adapazarı civarındaki Kuvâ-yi Milliye'nin başarıları ona mal
edildi. Çerkes Ethem'in Türk kuvvetlerine isyan edip yenilmesinden sonra onunla
birlikte Yunan kuvvetlerine sığındı. Lozan Antlaşması'ndan sonra Yunan ve
İngiliz iş birlikçisi olması iddiasıyla, Çerkez Ethem'le birlikte Yüzellilikler
listesinde yer alarak vatandaşlıktan çıkarıldı. Türkiye'ye girişi 1936 yılına
kadar yasaklandı. 1936 affıyla yurda girişi serbest bırakıldığı hâlde
"Hiçbir zaman af dilemedim, hain değilim ki affedileyim." dedi ve
yurda dönmedi. 1950 yılında Demokrat Parti'nin iktidar olmasından sonra
Türkiye'ye döndü. Yurda dönene kadar Mısır'da İskenderiye şehrinde ikamet etmiş
olup bu zaman içerisinde herhangi bir istihbarat faaliyetine katılmamış olduğu
tahmin edilmektedir. 1950-1964 yılları arasında Türkiye'de yaşadı. 1964 yılında
vefat etti.
[77] Apollon’un oğlu Asklepios.
[78]
Kurban için götürülen boğayı simgeler
Comments
Post a Comment