5 - AYVALIK İSYANI (1821)

Filiki Eterya cemiyeti 1814 yılında Emmanouil Ksantos, Nikolaos Skoufas ve Athanasios Tsakalof adlı üç Yunanlı tarafından, o zamanki Rusya'da günümüzde Ukrayna'nın sınırları içinde kalan Odessa (Hocabey) kentinde kurulduğunda amacı Yunan Bağımsızlık Savaşı hareketini gerçekleştirip Bizans'ı tekrar canlandırmaktı. Örgüt kurulur kurulmaz paralar toplamaya, silah dağıtmaya ve ayaklanma için propaganda faaliyetlerine başladı. Hareketin lideri Aleksandro İpsilanti idi. Cemiyeti’nin kuruluşu Rumların yaşadığı bölgelerde coşkuyla karşılandı. Ayvalık Rumlarından Hacı Atanas ile Hacı Yorgi 4 Temmuz 1819 tarihinde cemiyet başkanı Aleksandr İpsilanti’ye yazdıkları mektupta Ayvalık’ta cemiyetin şubesini kurmak istediklerini dile getirerek her türlü maddi desteği sağlayacaklarını vaad ettiler. Cemiyet, Aristiti Pop adlı üyesini Ayvalık’a gönderdi. Pop, Ayvalık’ta Akademinin faaliyetleriyle Yunan milliyetçiliği ve bağımsızlığı konusunda hayli bilinçlendirilen Rum vatandaşlar tarafından çoşkuyla karşılandı. Kiliselerin milli örgütlenme ve ayaklanma merkezi gibi çalıştığı elli yıllık bir sürenin sonunda, Rumlar büyük katliamlar yaptıkları isyanları başlattılar. 1821 Ayaklanması aslında Rum nüfusun yoğun yaşadığı Mora yarımadasında başladı. Kısa sürede Kıbrıs, Sakız, Sisam, İstanköy, Girit gibi adalarla Ege sahillerinde etkisini gösterdi.

Filika Eterya Cemiyeti


Mora isyanı başladığı zaman Ayvalık’ın çevresi Müslüman Türk köyleri ile çevrili olduğundan Rumlar birdenbire isyana cesaret edemedi. Kaldı ki Osmanlı Devleti, Mora ihtilali başlar başlamaz kıyı kesimlerindeki Rumların isyana katılmasını önlemek için birtakım tedbirler almıştı. Öncelikle elinde silah bulunduranların silahlarını teslim etmesi için emirler verildi. Ama Ayvalık ve Cunda Rumları silahlarını teslim etmediler. İzbandid[67] teknelerinin bütün Akdeniz'i kasıp kavurduğu ve kıyılara yanaştığı sırada, bu yörede de ayaklanma belirtileri görülmeye başlandı. 7 Mayıs 1821 tarihli belgeden anlaşıldığına göre Çamlıca[68] ve Suluca[69] adalarında donatılan 160 gemiden yirmisi Ayvalık taraflarına gönderilmişti. İzbandid teknelerinin Ayvalık ve Cunda önlerinde görülmesi, Ayvalık Rumlarına isyan etmeleri için cesaret vermiştir.

17 Mart 1821’de Mora’da çıkan Yunan isyanı kısa sürede Ayvalık’a da yansıdı. 3 Haziran 1821 tarihinde meydana gelen çatışmalarda tüm kent zarar gördü. Ayvalıklı ve Cundalı Rumlar birleşerek Burhaniye, Edremit taraflarındaki Müslümanlara saldırdılar. Ayvalık’ta ayrılıkçı isyanın başlamasıyla birlikte, devlet hemen harekete geçerek Hüdâvendigâr Valisi İbrahim Paşa’yı kalkışmayı bastırmakla görevlendirdi. Ayrıca vurucu güç olarak Karaman Valisi Ebubekir Paşa’nın, Denizli Voyvodası Tavaslı Osman Bey’in ve çevrede konup göçmekte olan yörük aşiretlerin hızla Ayvalık’a gitmeleri bildirildi. Ayvalık üzerine gönderilen oymakların en büyüğü 2.500 kişiyle Kepsut bölgesinden gelen Çepnilerdi[70]. Aşiretler, Osmanlı vergi sistemi içinde askeri seferlerde orduya hizmetle yükümlüydüler. Aşiret kuvvetleri Denizli Voyvodası Tavaslıoğlu Osman Bey[71] idaresinde Ayvalık üstüne geldiler. Teslim ol çağrısına olumlu yanıt alamayınca isyanı şiddetle bastırdılar. Bu çatışmalarda yüzden fazla asker şehit oldu. Yörük aşiretlerin bu hareketi uzun süre konargöçer oymakları arasında anıldı, söylendi. Bu baskını yapan derebeyine yakılan Kadıoğlu İsmail Hakkı Bey’in 1935’de derlediği milliyetçi bir duyguyla yazılmış bir destan bile vardır. Ayvalık destanı özellikle şiire yatkın olan Çepniler arasında yüzyılı aşkın bir süre yaşadı. İsyanın bastırılmasını izleyen yıllarda Çepniler de diğer konargöçer oymaklar gibi yazlık ve kışlıkları arasında belli düzene bağlı olarak konup göçmeye devam ettiler.


İsyan sonrasında zengin Rumlar kendilerini koruyacak zırhlara bürünürken yoksul köylü-işçi nitelikli Rumlar Ayvalık’ı terk edip Ege adalarına göç ettiler. Bu kaçış kentin gelişimini bir süre olumsuz etkiledi. 1821 ayaklanması sonrasında Osmanlı Devleti, idari düzenlemeler yaparak bu bölgedeki Rumların yerleşmesini Ayvalık’la sınırladı. Ayvalık’ta yaşayan Rum halkın tahminen beşbini gemilerle yakın adalara kaçtı, üç bini tutuklandı. Geri kalanı da Balıkesir ve içlerine sürgün edildiler. Ayaklanma sırasında Ayvalık’taki binaların büyük bir kısmı tahribata uğradı. Sultan II. Mahmut’un fermanı ile bölgedeki Rumların tüm taşınmaz mallarına el konuldu. Bu mallar ya Müslüman ailelere satıldı veya emaneten verildi.

Resim 5-1 İsyan halindeki Yunanlılar (temsili resim) 

Ayvalık’ta 1821 ayaklanmasının çıkma nedeni olarak hem Şanizade hem de Cevdet Paşa, Halet Efendi’yi[72] gösterir.

‘Ayvalık kazası, eski şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi’nin yılda 100 bin kuruşa iltizam olunan mukataası[73] idi. Halet Efendi ise elinden geldiği kadar Abdullah Efendi’ye kötülük etmek istediğinden onu sürgüne göndermekle yetinmemiş ve bu mukataadan olan varidatını da çürütmek için Ayvalık’ı vurdurmayı kafasına koymuştu. Halet Efendi’nin oyunları sonunda Ayvalık reayası ayaklanmış ve şehir yağmalanarak tahrip edilmişti.’

Elbette reayanın isyanını tamamen çürümüş Osmanlı bürokrasisinin temsilcilerinden Halet Efendi’nin yaptıklarıyla açıklamak doğru değildir. Ancak bu açıklamalar bize bir mukaata sorunu olduğu konusunda bir bilgi vermektedir.

Sürgünden Geri Dönüş ve İsyan Denemeleri

İsyandan üç yıl sonra 1824 Mart ayında kenti terk etmek zorunda bırakılan 20 bin Ayvalık reayası, 1830 yılında Sultan II.Mahmut’un izniyle yeniden kasabaya döndü. Rumlara malları iade edildi ve mülkiyet hakkı yeniden tanındı. 1831-1833 yılları arasında da vergiden muaf tutuldular. Ayvalık yeniden bir toparlanma ve gelişme sürecine girdi. Ayvalık 1840 yılında kaza yapılıp, Karasi (Balıkesir) sancağına bağlanarak özerklik tamamen ortadan kaldırdı.

Sultan Abdülmecid döneminde 1839 yılında Tanzimat’ın ilanından sonra Ayvalık’ta yeni bir ayaklanma oldu. İsyancılar, 18 Mayıs 1842’de Tevfik Bey komutasında üç parça geminin limana girmesiyle adalara kaçtılar. Tevfik bey güvenliği sağladıktan sonra Ayvalık’tan ayrıldı. Ardından Ayvalık sessizlik içerisinde uzun yıllar geçirdi. Ekonomik ve kültürel yönden kent önemli gelişme gösterdi. Çıkan huzursuzluklar genellikle, fazla vergi tahsilinden dolayı reaya ile memurların anlaşmazlıklarından kaynaklanıyordu. Ayrıca Ayvalık’ta yapılan bazı kayıklara Yunan bandıralı çekilmesi Babıali’yi tedirgin ediyordu. Bir takım din adamlarının halkı Yunanistan yanlısı yapma çabaları da devlet nezdinde diğer bir huzursuzluk kaynağıydı. 1907 yılında Ayvalık’ın Efes metropolitliğinden ayrılarak bağımsız bir metropolitlik haline getirilmesine karşı doğan tepkiler hükümeti uğraştırmış ancak iki yılda çözülmüştü. 16 Haziran 1909’da Ayvalık’ta Türk askeri devriyelerin, kendi aralarında tartışıp havaya ateş eden alkollü bir grup Rum vatandaşa müdahale etmesi üzerine askerler ile Rumlar arasında çatışma çıkmış, sekiz kişi yaralanmış, iki kişi ölmüştü. Midilli’den, Sakız’dan ve Dikili’den gönderilen asker ile kentte asayiş sağlanmaya çalışılmış, Ayvalık ile Cunda’da sıkıyönetim ilan edilmişti. Bu süreçte Küçükköy basılarak 400 martini marka tüfek ele geçirilmiştir. Ayvalık ve Cunda, II.Meşrutiyet’in sağladığı güvencelerle silah kaçakçılığının merkezi durumuna gelmişti. Osmanlı Hükümet’i Ayvalık ve Cunda’da birikmiş silahların tehlikesini sezdi. Ayrıca balıkçılıkta kullanılmak üzere gizlice ülkeye sokulan dinamit kullanımı da balık neslini tükettiği gerekçesiyle yasak kapsamına alındı ama bu yasağa uyan yoktu. Eskiden beri Ayvalık ve Cunda da tütün, silah, barut ve dinamit kaçakçılığı yapılıyordu. II.Meşrutiyet’in bunların üzerine gitmesi üzerine çıkarları bozulanlar Ayvalık olaylarını tetiklemişlerdi. 31 Mart ayaklanmasının üzerinden çok az bir zaman geçmişken yeniden bir Müslüman-Rum çatışması yaşanması büyük bir tehlike yaratabilirdi.

1913-1914’te Batı Anadolu’daki Rumların Göçe Zorlanması

İttihatçıların Osmanlı’da iktidarı tamamen ele geçirdikten sonra ilk icraatları devletin gayrimüslim tebaasının elindeki malların Müslüman burjuvaziye aktarılması oldu. ITC’nin ünlü yöneticisi ‘Küçük Efendi lakaplı Kara Kemal:

‘Avrupa’da hükümetler ya işçiye ya da burjuva tabakalarına dayanır. Biz hangi sınıfa dayanacağız? Böyle güçlü bir sınıf olmadığına göre biz neden yaratmayalım?’ diye soruyordu.

İttihatçıların ‘Milli İktisat’ adıyla gizlediği servet transferinin ilk uygulaması 1910’ların başında Ege’de yapıldı. Hedef MÖ 1200’lerden beri kesintisiz olarak bölgede yaşayan Rumlardı.

 

Balkan Savaşları sonrasında 29 Eylül 1913’te Bulgaristan ile yapılan bir antlaşma uyarınca sınır bölgesindeki 9.714 Müslüman aile 9.472 Bulgar aile ile karşılıklı olarak mübadele edilmişti. Osmanlı Bulgaristan ile yapılan mübadelenin bir benzerini Yunanistan ile de yapmak istiyordu. Bu doğrultuda Venizelos ile Mayıs 1914’de prensipte anlaşmıştı. Ama İTC antlaşmanın imzalanmasını beklemeden Ege ve Trakya bölgesinde, devlet için bir risk veya tehdit kabul edilen Hıristiyan varlığını asgari ölçüye indirmek için daha 1913’te harekete geçmişti. Rumların mübadelesi daha dikkat isteyen bir işti. Savaş çıkarma riski vardı. Bu nedenle ITC valilerin ve diğer memurların resmen bu işe müdahale etmemesini, işin idaresinin Teşkilat-ı Mahsusa eliyle yapılmasına karar verdi. Amaç teşkilat aracılığıyla Rumları ürkütüp yurdu terketmeye zorlamaktı. Teşkilat-ı Mahsusa 1915 yılında da Ermenilerin tehcir (ülke dışına çıkarma) faaliyetinin merkezinde yer aldı.

Resim 5-2 Ayvalık’ta bir sokak, 1914. Fotoğrafın arkasında ‘İngiliz kruvazörü tarafından büyük çaplı topla, İtalya Konsolosu Dr. Guto’nun harap olan hanesi. İşte İngiliz medeniyeti !!!’ notu düşülmüştür.

 Ege bölgesinden Rumları temizleme görevini, Ordu adına Dördüncü Kolordu Erkanı Harbiye Reisi Cafer Tayyer (Eğilmez), mülki amire adına İzmir Valisi Rahmi Bey, ITC namına da Ege Bölgesi Sorumlusu Mahmud Celal Bey (Bayar)[74] gerçekleştirecekti. Devletin bütün kuvvetleri bu planın tatbiki için gerektiğinde kullanılacaktı. Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Kuşçubaşı Eşref’in yönetimindeki çeteler Rum köylerine baskınlar yapıyorlardı. Eli silah tutan Rum gençleri Amele Taburları adı altında toplanıyor. Bunlar yol, orman ve yapı işlerinde çalıştırılıyordu. Zorunlu göçler 1914 Mart’ından sonra sistematik hal aldı. Ancak Yunanistan ve Büyük Devletlerin baskıları sonucu Babıali çeşitli elçiliklerden temsilciler eşliğinde bölgeye bir heyet göndermek zorunda kaldı. 1 Temmuz 1914’te Osmanlı Kabinesi’ne bir rapor sunan Talat Paşa bölgede terör ve şiddet uygulandığını itiraf ediyordu. Amerikan ve Alman kaynaklarına göre sadece Haziran 1914’te Foça’da meydana gelen katliamda bir haftada 50 kişi ölmüştü. 25 Haziran 1914 tarihli bir başka rapora göre, İzmir ve civarında katledilenlerin sayısı ise 500-600 civarındaydı.


Bu dönemde Yunanistan’a sürülen Rum nüfusunun sayısına dair değişik rakamlar öne sürülüyor. Örneğin resmi Yunan rakamlarına göre Ocak-Haziran 1914 arasındaki altı ayda 15.572 aile (60.926 kişi) Doğu Trakya’dan zorla Yunanistan’a sürülmüştü. Sadece 1914 yılı için Batı Anadolu sahillerinden Yunanistan’a sürülen Rumların sayısı 150 bin idi. Bu operasyonların kilit isimlerinden Celal Bayar, anılarında Birinci Dünya savaşı öncesi İzmir ve civarından 130.000 dolayında Rum’un zorla Yunanistan’a[75] göç ettirilmiş olduğundan bahseder. Göç eden Rumların yerine Balkan Savaşları sonrası Anadolu’ya gelen Boşnaklar iskân edildi. Kaçırtma işlerinin en tepesindeki isim olan ve bu operasyonları fiilen yürüten Kuşçubaşı Eşref[76] ise 1914 içinde ve harbin ilk aylarında, Rum-Ermeni nüfustan 1.150.000 kişinin sürüldüğünü ileri sürer.   

22 Kasım 1915 yılında Cunda Rumları yeni bir isyan girişiminde bulundular. İsyan Ayvalık ve yakın çevreden gelen askerlerce bastırıldı. İsyana katılanların bir kısmı ve isyana önderlik eden piskopos, Yunan gemileriyle kaçırıldılar. 1917 yılında I.Dünya Savaş’ın da Osmanlı’nın dört bir cephede savaştığı bir dönemde Ayvalık ve Cunda Rum çeteleri, Müslümanlara saldırdılar. Bu olaydan sonra yöreye gönderilen teftiş heyeti, halkın saldırıya destek verdiğini, Osmanlı Devleti’ne karşı isyan halinde olduklarını rapor ettiler. Bunun üzerine Osmanlı Hükümeti, Cunda ve Ayvalık’taki Rumları mart ayında Balıkesir, Susurluk, Kepsut ve Sındırgı içlerine sürgüne gönderdiler. Bu dönemde tehcire uğrayanların 12 bin kişiyi bulduğu, Ayvalık nüfusunun sekiz binlere kadar düştüğü söylenir. Osmanlı dahili ve harici problemlerle uğraşırken sürgüne gönderilenler yavaş yavaş eski yerlerine dönmeye başladılar. 1919 yılında Yunan ordusunun İzmir’e çıkarma yapması ile sürgündeki tüm Rumlar izin almadan eski yerlerine döndüler. Sonrası zaten malum.


ALEKSANDRİA TROAS ANTİK KENTİ

Büyük İskender’in Dünyaya en büyük mirası nedir diye bir soru sorulsa yanıt tartışmasız kentleşme olurdu. Yaklaşık 10 yıl süren ve tamamına yakını savaşlarla geçmiş hükümranlığı sırasında, yirmisi kendi adını taşıyan yaklaşık 75 kent kurmuştur; takipçileri ise bunun kat ve kat fazlasını. İskenderin Troiası, MÖ 310 yılında Büyük İskender’in generallerinden Antigonos Monophtalmos tarafından “Antigoia” kenti olarak kurulmuş ve Büyük İskender’in ölümünden sonra bir başka generali Lysmimakhos tarafından ele geçirilip ismi “Aleksandria Troas” olarak değiştirilmiştir.

Resim 5-3 Aleksandria Troas ya da ilk adı ile Antigoneia kenti ve çevresinin haritası.


Ezine İlçesi, Dalyan Köyü sınırları içerisinde Kestanbolluk mevkiindeki kentin kuruluşu, bölgede bulunan Skepsis, Kebren, Neandria, Hamaksitos, Larisa ve Kolonai kentlerinin birleştirilmesiyle gerçekleşmiştir. Alexandria Troas geniş ve verimli bir ovada bir tepenin üzerinde kurulmuştur. Kent denize doğru eğimli bir arazinin, İda dağı tarafından derin bir vadiyle bölündüğü bir alan üzerinde bulunmaktaydı. Şehri eski Troia’dan ayıran sıradağlar vardır. Bu dağlar ünlü İda dağının uzantılarıdır. Troas bir bölge olarak kentleşmeye çok da uygun olmamasından dolayı tarih boyunca az sayıda yerleşimi barındırmıştı. Bugün de Batı Anadolu’nun kentleşme açısından en zayıf yeridir. Binlerce yıldır tekneler, Karadeniz’le Akdeniz’in birbiriyle hırçın bir şekilde karşılaştığı Çanakkale Boğazına, uygun bir havayı bekleyerek girerlerdi. Teknelerin bekleme sureleri uzadıkça sığındıkları limanın refah seviyesi ve kira geliri de yükselirdi. Troia kentini Tunç çağında zirveye taşıyan da bu rüzgardı ve şimdi bu rüzgâr Aleksandria Troas için esmekteydi. Kurulduktan kısa bir süre sonra nüfusunun 10 bine ulaşması ve Yunanistan da dahil bütün Ege dünyasının Efes ve Smyrna’dan sonraki en büyük kenti haline gelmesinin yegâne nedeni de bu rüzgardır. Troas’taki asıl canlanma ise Roma döneminde İmparator Hadrianus (117-128) zamanında yaşanmıştır. Kentin MS 9. yüzyılda terk edilmiş olduğu düşünülmektedir.

Kentin tek yönlü bir refah kaynağına sahip olması, yükselişi gibi düşüşünü de hızlandırmıştır. Aleksandria Troas, varlığını Akdeniz’deki küresel ticaretin ivmesine borçluydu. Bu ticaret MS 3. yüzyılda patlayan ekonomik kriz ile büyük darbe aldı. Ardından gelen Müslüman Arap akınları ise son vuruşu yaptı. Fakat bu felaketlerden kısa bir süre önce talih kuşu neredeyse kente konmak üzereydi. MS 4. yüzyılda Büyük Konstantin, Roma’nın yeni başkentini buraya taşımak için hazırlık yapmaya başladı. Kente yönelik planlar hazırlanırken muhtemelen yer seçiminin pek de uygun olmadığı sonucuna varılmış olmalı ki yeni kent Konstantinapolis Marmara’nın kuzey boğazına kuruldu.

Resim 5-4 Marie-Gabriel-Florent-Auguste Comte de Choiseul-Gouffier (1822). 

Kentin bir limanının olması, büyük hamamlara sahip olması varlıklı bir kent olduğunu kanıtlayan bir unsurdur. Aleksandria Troas’un kaçırdığı talih bir süre sonra onu iliklerine kadar sömüren bir felaket olarak geri dönecekti. Orta Çağ’da Konstantinopolis’e dikilecek her yeni yapı için akla ilk gelen mermer yatağı burası oldu. Zaten artık eski önemini kaybetmişti. Osmanlı yıllarında ise talan daha da hızlandı. 17. yüzyılda bir seyyah, her gün iki Osmanlı gemisinin, kentin taşlarını ve mermerlerini yüklenip Konstantinapolis’e taşıdığından bahsetmektedir.  

Kent tamamen planlanarak kurulmuş tapınakları, hamamı, stadyumu, çeşmesi, taş döşeli caddesi, tiyatrosu ve su yolu ve limanı ile önemli bir yerleşimdir. Kent içinde ayakta kalmış yapılardan biri de “Herodes Atticus Gymnasiumu”dur. Anadolu’nun en büyük gymnasyumlarından biri olması dolayısıyla önemlidir. Kent çizilen planına göre 390 hektarlık bir alanı kaplar. Sur duvarları 8 km boyunca izlenebilmiştir. Anadolu’nun en büyük antik kentlerinden biri olmasına rağmen Troia’nın gölgesinde kalmıştır. Antik kentte önceleri Alman bir ekip tarafından gerçekleştirilen kazılar 2011 yılında Ankara Üniversitesi’nden bir Türk ekibe devredilmiştir. Gerçekleştirilen kazılar kentin tapınak bölgesinde yoğunlaşmıştır. Kentte Maldelik diye bilinen yapı ile Herodes Attikus Hamamı dikkat çekicidir. Anadolu’da bugüne kadar bilinen en büyük hamam yapısıdır. Yapının anıtsal ölçüleri bugün ayakta kalan kemerlerinden anlaşılmaktadır. Hamamın batısına bitişik büyük boyutlara sahip bir gymasium yer almaktadır. Kazı çalışmaları halen devam etmektedir.

Şehrin limanı dardı. Troas limanının, Hellespont ve deniz dalgalarının getirdiği kumlarla kaplı olduğunu ve deniz ticaretine elverişli olmadığından söz ederler. Türkler’in bölgeye geldiği dönemde artık kentin varlığından bahsetmek mümkün değildi. Leunclavius’un belirttiğine göre, Sultan Orhan’ın oğlu Sultan Süleyman, Trakya’ya gelip Gelibolu’yu kuşattığı zaman Troia’nın ve Troas’ın kurulmuş olduğu bölgeyi gezmiş bu antik şehrin kalıntılarını hayranlıkla izlemişti. Seyyahların hepsi Alexandria Troas kentinin kalıntılarını beğenmişlerdir. Şehrin temel kalıntıları denizcilere yön tarifi konusunda yardımcı oluyordu. Bu şehri Troia’ın (İlium) bir bölgesi zannetmişlerdi. Stadyum yakınında yerli halka ait kemerli mezar odaları vardı. Bu odaların büyük tapınağın bodrum katı veya temeli olduğu tahmin ediliyordu. Biraz ilerde tepede oturma yerleri tuğladan yapılmış olan Assos’takine benzeyen bir tiyatro bulunuyordu. Alexandria Troas’ın tiyatrosunun da sahne yapısı tahrip olmuştur. Tiyatronun doğusunda halk ve denizcilerin “Priamos Palas” dedikleri büyük binanın kalıntılar vardı. Şehir kapısı deniz kıyısındaydı. Aynı yerde üzerinde çeşitli yazıların bulunduğu mermer masalar, sütunlu kemerler, tapınak ve heykeller görülmekteydi. Heykellerden biri de ünlü tapınağa adanmış tanrı veya tanrıçaya ait olandı. Tapınağın varlığından Texier de bahsetmektedir. Tapınak duvarlarında latince yazılmış kelimeler vardır. Chandler ve ekibinin bulduğu küçük tek parça sütun kaidesinde Hadrian yazmaktadır. Herodes Atticus Hamamı yaklaşık olarak 137 yılında İmparator Hadrian’ın yakın arkadaşı Herodes Atticus tarafından inşa edilmiştir. Boyutları göz önüne alındığında dönemin en büyük yapılarından biri olduğu ortaya çıkmıştır. Hamam uzunluğu 100 metre ve 3 tarafı gezinme koridorları ile çevrili olarak planlanmıştır. Hamam Efes’teki hamamlar ile benzerlik göstermektedir.

Resim 5-5 Herodes Atticus Hamamı 

Texier, Alexandria Troas’ta sütunların alındığı ocakların kente 8 kilometre uzaklıkta bulunan Geyikli Köyü yakınlarında bulunduğunu ifade etmiştir. Çok küçük granit sütunlar yarı toprağa gömülü durumda sudan aşınmış ama ayaktaydılar. Gemiler, bu sütunlara urgan yardımıyla bağlanıyor olmalıydı. Granit sütunlar dışında kentin mermer sütunlarının sultanlar tarafından Konstantinapolis’te inşa ettirilen pek çok camide kullanıldığı bilinmektedir. Sultan, IV. Mehmet 1693 yılında Üsküdar’daki Valide Sultan Camisi’nde kullanılmak üzere kentten çok sayıda sütun almıştır. Benzer şekilde Eminönü Yeni Cami inşaatında Troas kalıntıları kullanılmıştır.


Resim 5-6 Podyumlu Tapınak ve Forum alanının merkezinde yer alır. Günümüze temel duvarları ulaşmıştır. Opus Caementicum teknikli olarak inşa edilmiş olup midye kabuklu kireçtaşı taş bloklar kullanılmıştır. Temelleri 8m ve 16×23 metre uzunluğu bulunmaktadır.

Resim 5-7 Alexandria Troas kenti yerleşim planı. 

Şehrin amfi tiyatro şeklinde yükseldiği görülmektedir. Texier’in dikkatini çeken en önemli yapı şehrin harabeleri üzerinde yükselen çok büyük bir kemer görüntüsü sergileyen anıttı. Bu anıt üzerinde arkeologların fikir ayrılığına düştükleri biliniyordu. Bazıları hamam bazıları ise “gymnasium” yapısı olduğunu düşünüyordu. Texier’e göre burada mutlaka bir “apodyterium” ile “hipocaustum” sıcak ılık salonlar yani hamama ait yapılar bulunmalıydı. “Gymnasium”da şehrin gençleri eğitim alıyor ve egzersiz yapıyorlardı.

Seyyahlar, Atticus döneminde yapıldığı tahmin edilen su kemerinin sağlam olduğunu söyler. Şehir surlarının yapı malzemesi harcı; kırma taş, dış yüzeyi deniz kabuklarından bir kalker kütlesidir. Kentte 4 köşe kare kuleler vardır. Kare şeklindeki kule kalın ve sert taşlar kullanılarak inşa edilmiştir. Kalenin çevresini evler kuşatıyordu ve bunlar görkemli binalardı. Seyyahlar, şehirde gezerken düzgün bir biçimde sıralanmış halde gördükleri mermer güllelerin, Rus savaşı sırasında Hüseyin Paşa’nın civardaki mermerlerden imal ettirdiğini anlatırlar. Hellespont kaleleri, bu güllelerle güçlendirilmiştir. Kentin önemli köylerinden birisi de tepenin üstünde kurulmuş olan bir Rum köyüdür.

Apollon Smintheus Tapınağı

Apollon Tapınağının bulunduğu yerin günümüzdeki ismi Gülpınar. Beldeye bu ismin konmasının nedeni Antik Çağ’da burasının Apollon Tapınağı için seçilmiş olmas ve bölgenin yer altı suları nedeni iledir. Apollon için adanan tapınaklar, yeraltındaki suların ya da gazların yeryüzüne sızdığı yerlere inşa edilirdi. Bu yönüyle bir kehanet merkezi gibi çalışırdı. Zaten Herodotos’un dediği gibi bütün gizleri ve sırları Apollon bilir. Fakat onun sözleri, çoğunlukla anlamı kapalı, kimi zaman şaşırtıcı, şiirsel sözlerdir.  Apollon, yeraltı (öte dünya) ile yerüstü (hayat) arasındaki bir aracı gibi görülebilir. Suyun etkisi ile kendinden geçen rahip/rahibe, kendisine başvurmuş insanlara Apollon’dan öğütler, mesajlar ve geleceği anlatan sözler getirir. Yani tapınağın kurulduğu yer iki dünya arasındaki bir geçiş iken, tapınağın kendisi, Apollon ile insanların bağ kurduğu bir köprüdür.

Miletos’ta yunuslara hükmeden Apollon, burada Apollon Smintheus, yani ‘Fare Apollon’ adıyla tapılır. Hikâye İlyada’da anlatılmaktadır. Troia’yı fethetmeye gelmiş Akhalar, kent dışındaki Apollon’un Tapınağı’na saldırır, Apollon rahibinin kızını kaçırır, tapınağı yağmalar. Çok kızan Smintheus Apollon Akhalara yayıyla cevap verir. Ama yayından çıkan oklar değil farelerdir; farelerin taşıdığı ölüm ise veba dır. Veba günlerce, Akha ordusunu kırıp geçirir. İnsanlar salgınların nedenini Apollon’un öfkesine bağlar. Salgınların çözümü de onun sözlerinde gizlidir. Yani ölümü ve hastalığı yayma ve ikisini de engelleme gücüne sahiptir. Zaten oğlu da hekim[77] olacaktır

Kehanet, falcılık ve hekimlik, bütün ilkel kabilelerde, suyu kullanarak kendinden geçen büyücünün işidir. Üstelik bütün bu kabilelerde, büyücü, kabile şefinin otoritesinden bağımsız; saygın niteliği olan ve korkulan, çoğunlukla kabileden biraz uzakta yaşayan biridir. Smintheus Apollon Tapınağı da 32 km kuzeyindeki Aleksandria Troas kentine bağlıdır. Didyma Apollon’un 18 km kuzeyindeki Miletos’a; Klaros Apollon’un da 13 km kuzeyindeki Kolophon’a bağlı olduğu gibi. Apollon, ok ve yay kullanmaktaki hünerlerini yaylı çalgılar kullanırken de gösterir. Zaten müzik aletleri kithara ve lyra’yı da insanlara o vermiştir. Kehanet, hekimlik ve müzik birbirlerini bütünleyen parçalardır. Oğlu Asklepios da hastaları suyun ve müziğin sesi ile iyileştirecektir.  

Apollon

Chevalier, Alexandria Troas’a doğru seyahat ederken tapınağa ait kalıntılarla karşılaştı. 1853’te ise İngiliz Amiral Spratt bölgeyi gezmiş, İon düzeninde yapılmış tapınağın Apollon’a adandığını anlamıştır. Tapınağın adının dünyaya 1785’te Jean Baptista Le Chevalier duyurmuştur. Yeraltı sularının beslediği Gülpınar’da, Apollon’un Evi, estetik ve mühendisliğin ahengini yansıtır. En alt zemin, suya uyum sağlayan dayanıklı tüf taşından yapılmıştır. Tüf döşemenin üstü depreme karşı dirençli bazalt taşıyla, en üst kat ise mermer ile kaplanmıştır. Tapınağın etrafı, su kanalları ve su çeşmeleri ile bir su dünyası gibi planlanmıştır. Tapınağın etrafını zarif bir şekilde çeviren sütunların en üst kasnağı kabartmalı bir şekilde yapılmıştır. Dönüşümlü olarak çelenklerle süslü bir boğa başı[78] ve mitolojik sahneler betimlenmiştir. Tapınağın frizlerinde ise, İlyada ile ilgili sahneler tasvir edilmiştir. 

 


Resim 5-8 Yüksek oranda tuz içerdiğinden bazen kırmızıya dönen ve Tuz Gölü olarak adlandırılan bu göl Alexandra Troas antik kentinin bir parçası konumunda.



[67] Osmanlılarda Rum deniz eşkıyasına verilen ad.

[68] Hydra ya da İdra, Yunanistan'ın Attika Bölgesi'nde bulunan bir ada.

[69] Spetses, Atina yakınlarında bir ada.

[70] Rumeli ve Anadolu'da yaşayan Oğuz/Türkmen boylarından biridir. Karadeniz bölgesindekiler çoğunlukla Sünni olmakla birlikte, diğer bölgelerdeki Alevidir.

[71] Denizli, Muğla ve Aydın bölgesinde büyük bir nüfuza sahip olan Ayan ailesi

[72] Mehmet Sait Halet Efendi (1760-1823), ulema sınıfından Osmanlı devlet adamı. II. Mahmud zamanında Rikab-ı Hümayun Kethüdası unvanını alarak önemli bir konum elde etmiştir. Asıl adı Seyyid Mehmet Said idi. Çocukluğundan itibaren "Meşihat Kalemi"ne devem etmiştir ve burada "Halet" ismini aldı. Geleneksel ulema eğitimi olan medrese eğitiminden geçmedi. Fakat belagat, kitabet ve şiirde özel çabalarla kendi kendini yetiştirdi. Babıali ve paşa kalemlerinde çalıştı. Önce rikab-ı hümayun kethüdası Mehmed Reşit Efendi'ye mühürdar yamağı olup bu görevde efendisine kendini beğendirdi. Bu görevde iken Mehmet Raşit Efendi'nin konağında yapılan gece toplantılarında gazeller okuyarak ve tarihi konularda konuşmalar yapıp dikkatleri çekti. Sonra Manastır'a gitti. Burada önce Rumeli valisi Ebubekir Sami Paşa dairesinde ve sonra da Mirmiran Ohrili Ahmet Paşa dairesinde çalıştı. Daha sonra Yenişehir Feneri mollası kethüdası oldu. Sonra İstanbul'a döndü. Galata Mevlevihane’sinde ünlü şeyh ve şair Şeyh Galip'in yanında dervişlik yaptı Sonra zahire nazırı Rasih Mustafa Efendi; takiben kasapçıbaşı Hacı Mehmed Ağa dairelerinde kâtiplik yaptı. Buradan derya tercümanı Kalmaki yanına katıp oldu. Bu görevde Fenerli Rumların ileri gelenleri ile dostluklara kurdu. Yanında çalıştığı ilk efendisi olan Mehmed Raşit Efendi'nin iltiması suretiyle Hacegân sınıfına alındı. Bu sınıf mensubu olarak beylikçi kasadar maiyetine verildi. 1802'de başmühasip payesi ve orta elçilik unvanı ile Paris’e büyükelçi Mehmed Said Galip Paşa’nın yanına ikamet elçisi olarak tayin edildi. 1803-1806 döneminde Napolyon Bonepart'ın konsüllük ve imparatorluk dönemlerinde, Osmanlı Devleti Fransa elçisi olarak Paris’te kalmıştır. 1806'da İstanbul'a döndü. 1807'de Divan-ı Hümayun beylikçisi görevine getirildi ve hemen sonra da rikab-ı hümayun reisi oldu. Bu arada Fransa'ya karşı savaşa giren İngiltere'nin elçisi ile gizli ilişkilere girdi. Bunu öğrenen Fransız elçisinin ihbar etmesi nedeniyle Mayıs 1807’de III. Selim'e karşı Kabakçı Mustafa isyanı çıktığı ay Kütahya'ya sürüldü. Bir yıl sonra IV. Mustafa tahta geçmiş iken affedildi, ama İstanbul'a gelmesi önlenmek için Bağdat'a gönderildi. Burada kendisine rütbesi dışında ağır bir görev verildi. Bağdat Valisi olan Süleyman Paşa yıllardır bu görevde bulunmakta idi ve kendine özerk olarak ve devlete karşı kafa tutan bir idare uygulamakta idi. Halet Efendi'ye verilen ağır görev Süleyman Paşa'yı makamından indirerek idam ettirmek ve yerine valilik kethüdasını vezirlik rütbesi ile Bağdat valisi olarak oturtmaktı. Halet Efendi bu görevi başarmak için bölgede bir yıldan biraz daha uzun zaman kalmak zorunda kaldı. Fakat sonunda Musul'daki ileri gelen sülalelerle ve Baban sülalesi destekleri ile bu görevleri başardı. 1810'da İstanbul'a geri döndü. Bu sırada İstanbul'da Mayıs 1807'den beri devam eden gayet karışık Kabakçı Mustafa isyanı ve Alemdar Olayı sona ermiş ve sultan II. Mahmut devlet idaresini tam olarak eline almaya hala çalışmakta idi. II. Mahmut Halet Efendi'nin Bağdat'ta başarılı görevinden haberdar olarak 1811'de Halet Efendi'yi tekrar rikab-ı hümayun kethüdası yaptı ve kendi maiyetine alarak onu gizli yazışmalarla görevlendirdi. 1815'de Halet Efendi nişancı görevini, yani padişahın başkâtibi sıfatını aldı ve büyük bir nüfuz kazandı ve Sultan üzerindeki bu özel nüfuzunu 1823'e kadar devam ettirdi. Bunu yeniçeri ocağını koruyup askeri ıslahatın yapılmasına engel olarak ve Fenerli Rumları memnun etmek için Tepedelenli Ali Paşa'yı ezerek kötüye kullandı. Benzer şekilde sadrazam Benderli Ali Paşa'nın Yunan İhtilali ile ilgili önerilerine muhalefet ederek gözden düşmesine neden oldu. Politikaları sonucu olarak Mora ihtilali alevlendi, ihtilalciler Yunan Bağımsızlık Savaşı'nı kazandılar. II. Mahmut Halet Efendinin zararlı olduğunu anlayarak onu Konya’ya gönderip başını kestirdi. Halet Efendi kinciliği ve acımasızlığı ile isim yapmıştır. En basit nedenlerden bile insanları öldürtmekten çekinmediği ve hatta halk arasında terör saçıp korku yaratmak için masum kişileri idam ettirdiği; bu öldürücü sadizmi doğal saydığı belirtilmiştir. Bu tutumu ve mizacını açığa vuran çok sayıda anekdot bulunmaktadır.

[73] Osmanlı maliye tarihinin en önemli konularından biri, devlet harcamalarında finansman aracı olan mukataa kurumudur. Osmanlı maliyecileri, bu kurum aracılığıyla devletin nakit ihtiyacını karşılama, iç borçlanmayı sağlama ve özel sektörü finansman sürecine dahil etme amacını öngörmüşlerdir. Hazinenin gelir kaynaklarından biridir. Devlete ait bir arazi veya vâridâtın (gelirin) bir bedel karşılığında kiraya verilmesi veya geçici olarak devredilmesidir. Devlete gelir getiren kaynakları kiralayanlara ise 'mültezim' ismi veriliyordu. Mukataanın önemine göre, mültezim, bir şahıs labileceği gibi, bir ortaklık da olabilmekte veya birkaç mukataa topluca bir mültezime verilmekteydi, ayrıca mukataa topraklarının gelirleri doğrudan hazineye aktarılmaktaydı.

[74] Celal Bayar, 16 Mayıs 1883 yılında Bursa’nın Gemlik ilçesi’nin Umurbey köyünde, 93 Harbi sonunda Bulgaristan Plevne’den göç eden muhacir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası ilmiye sınıfından Abdullah Fehmi Efendi, Annesi Emine hanımdır. Rüştiye yıllarında dayısı Mahmut Şevket Bey’in siyasi fikirlerinden etkilenen Bayar, sonraki yıllarda dayısının ilişkilendirdiği bazı kişiler vasıtasıyla İttihat Terakki Cemiyeti’ni (İTC) tanıyarak, yayınlarını takip etmeye başladı. 1900 yılında 17 yaşında, Ziraat Bankası’nda memur olarak göreve başlayan Bayar, 1905 yılında Bursa’da açılan Deutsche Orient Bank’ta çalışmaya başladı. Bu süreçte bankaya ulaşan yayınlar sayesinde Bismarck Almanya’sının millî iktisat politikasından çok etkilendi. II. Meşrutiyet’in ilanından 1912’ye kadar Osmanlı Devleti’nde liberal bir anlayış egemen oldu ve 1912’den sonra, özellikle İTC çevresi tarafından Milli İktisat öğretisi benimsendi. 1907 yılına gelindiğinde İTC’nin Bursa şubesine üye olan Bayar, II. Meşrutiyet’in ilan edilmesinden sonra, Cemiyet’in Bursa Şubesi’nin Katib-i Mesul’u olarak görev yapmaya başladı. Birinci Balkan Savaşı’ndan sonra iktidarı tamamen ele geçiren İTC, 1914 yılında Celal Bayar’ı geniş yetkilerle Aydın Katib-i Mesul’u (Ege Bölgesi) olarak görevlendirdi. Bayar’ın görevi, Alman Askeri danışmanların Çanakkale Boğazı’nın savunulması açısından Babıali’den talep ettiği İzmir ve Ege kıyılarındaki Rumların bölgeden sürülmesini ve Ege adalarına gönderilmesini sağlamaktı. Teşkilat-ı Mahsusa ile birlikte yaptığı baskılar sonucunda 130 bin Rum, Yunanistan’a göç etmek zorunda kalmıştır. Göçe zorlanan Rum nüfusun geride bıraktığı mallara ya bölgedeki nüfus sahibi Müslümanlar tarafından el konulmuş ya da bu mallar Ege Bölgesi’ne yerleştirilen muhacirlere dağıtılmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılması sonucu İTC kendisini feshetmiş ve yer altına çekilme kararı almıştır. Bu dönemde Bayar, Ege Bölgesi’ndeki efeleri örgütleyerek Yunanlılara karşı mücadeleye girişmiştir. İttihatçı kimliğinden dolayı sürekli aranan bir kişi olması nedeniyle ve hakkında tutuklama kararı çıktığından, bu dönemi ‘Galip Hoca’ takma adıyla İzmir, Aydın, Ödemiş, Torbalı ve Akhisar taraflarında sürekli hareket hâlinde geçirmiştir. Bayar’ın Ege Bölgesi’nde Galip Hoca takma ismiyle yürüttüğü propaganda faaliyetlerinden sonraki durağı, birçok eski İttihatçı gibi Ankara’daki Milli Mücadele’ye katılmak olmuştur. 10 Ağustos 1920’de İktisat Vekilliği’ne atanmıştır. 6 Mart 1923 yılındaki II. İsmet Paşa hükümetinde Mübadele, İmar ve İskân Vekili olarak görev alan Bayar, Türk-Yunan Mübadelesi sürecinin yürütücülerindendir.

1924-32 yılları Bayar’ın İş Bankası Umum Müdürü olarak çalıştığı yıllardır. Bu yıllar, iktisadi açıdan İTC’nin hedeflediği devlet desteğiyle yerli ve millî bir burjuvazi oluşturulması politikalarının devamı şeklinde olmuştur. Bayar yönetimindeki İş Bankası, bu dönemde yerli ve yabancı sermaye ile siyasi iktidar arasındaki bütünleşme sürecinde fevkalade aktif bir rol oynamış ve çeşitli iktisat politikası kararlarını sermaye çevrelerinin istekleri doğrultusunda yönlendirmede çok etkili bir baskı grubu oluşturmuştur. Bu dönemde meydana gelen 1929 dünya ekonomik bunalımının yansımaları Türkiye’de de kendini hissettirmiş ve iktisadi politika devletçiliğe doğru evrilmiştir.

Bayar’ın İktisat Vekilliği ve Başvekillik yaptığı 1932-39 yılları iktisadi açıdan devletçiliğin rayına oturduğu dönemdir. İktisat Vekilliği görevini sürdürdüğü 1932-37 yıllarında Şark Bölgesi’ne gerçekleştirdiği gezi sonucu hazırladığı rapor, izleyen dönemde Kürt bölgesi ekonomisinin kaderini belirleyecektir. Türkiye’nin batı bölgelerinde sanayinin geliştirilmesinin tasarlandığı devletçi ekonomi sürecinde, Kürt bölgesi ekonomisinin tarım ve hayvancılık ile maden kaynaklarından faydalanılması temelinde şekillendirilmesini sağlamıştır. Ayrıca, raporun girişinde, bölgeye devletin hâlâ tam manasıyla yerleşemediği ve devletin bölgedeki varlığının ağırlıklı olarak ordu ve jandarma gücüne yaslanması gerektiğini belirtmiştir. Kürtlerin sistem içerisinde asimile edilmesi gerektiği fikrini ifade eden Bayar’ın diğer bir önerisi de Kürt bölgesindeki nüfuslu ailelerin, aileleriyle beraber yerlerinin değiştirilerek iç bölgelere sürülmesi olacaktır.

 

Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü ile birlikte 1946 yılında CHP’den ayrılarak Demokrat Parti’yi kurarken İkinci Dünya Savaşı sonrası yerel ve uluslararası dinamiklerin yeni bir partiyi iktidara taşıma olasılığının farkındaydı. 14 Mayıs 1950 seçimlerini açık farkla kazanan Demokrat Parti iktidara geldiğinde, Celal Bayar Türkiye’nin yeni cumhurbaşkanı oldu. DP iktidarının sürdüğü 1950-60 yılları boyunca Türkiye’nin kapitalist dünya ekonomisine göbekten bağlanmasında ve Soğuk Savaş atmosferinde Türkiye’nin emperyalizm ile saf tutmasının yolunu açan hamlelerin hemen hepsinde Celal Bayar önemli roller oynadı. DP’nin uyguladığı popülist ekonomi politikaları, baskıcı siyaset ve Kemalist kadroları siyaset mecrasının dışına itmesi sonucu 27 Mayıs Darbesi gerçekleşti. 1960 darbesinden önce, Bayar’ın istifa etmesi, Menderes’in cumhurbaşkanı olması ve erken seçimlere gidilmesi temelinde TSK’nın yaptığı öneriyi kabul etmeyen ve DP’yi daha baskıcı politikalar uygulamaya sevk eden Bayar’dı. Her ne kadar 27 Mayıs 1960 yılında yapılan askerî darbe sonunda Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan ile beraber ölüm cezasına çarptırılmış olsa da cezanın infazı Milli Birlik Komitesi tarafından onanmayacak ve Bayar, Kayseri Cezaevi’ne nakledilecektir. 1964 yılında hastalığından dolayı tahliye edilen Bayar 1986 yılına kadar sıhhatli bir şekilde yaşayacaktır. Türk ulus-devletinin inşa edilmesi sürecine İttihatçılığın ne kadar içkin olduğunu göstermesine ek olarak; Anadolu’nun gayrimüslimlerden ‘arındırılması’, Türk burjuvazisinin yaratılması, Kürt bölgesi ekonomisinin az gelişmişliğe mahkûm edilmesi ve Demokrat Parti’nin kaderinin belirlenmesi gibi konularda Celal Bayar nezdinde bir ulus-devletin adım adım nasıl adalet ve eşitlikten yoksun bir şekilde vücuda geldiğini izlemek mümkündür.

[75] Bu operasyondan Ayvalık yöresinde yalnızca Küçükköy etkilenmiştir.

[76] Eşref Sencer Kuşçubaşı ya da bilinen adıyla Kuşçubaşı Eşref (1883-1964), Harp okulunun son sınıfında iken Jön Türkler'le ilişkisi yüzünden II. Abdülhamid tarafından Hicaz'a sürgün gönderildi. II. Abdülhamid meşrutiyeti ilan etmek zorunda bırakılıp, aralarında Kuşçubaşı'nın da bulunduğu pek çok kişiye af çıkarmasıyla birlikte etrafına topladığı kendisine bağlı silah arkadaşlarıyla beraber, kurulan Teşkilat-ı Mahsusa adlı istihbarat örgütüne katıldı. 1911 yılında Trablusgarp'ta Enver Bey ile birlikte direniş hareketlerini örgütledi. 1912 yılında İkinci Balkan Savaşı’na katıldı. I. Dünya Savaşı'nın çıkmasıyla birlikte 1914-1915 yılları arasında Teşkilat-ı Mahsusa'nın Arap Yarımadasından sorumlu başkanı olarak görev yaptı, Süleyman Askeri Bey'in ölümünü takiben Teşkilat-ı Mahsusa başkanı olmuştur. 1915-1918 yılları arasında bu görevi sürdürdü. I. Dünya Savaşı sırasında İngilizlere karşı girişilen İkinci Kanal Harekâtı'nda öncü birliklere komutanlık etti. 1917 yılında Hayber'de Faysal'ın (sonradan Irak Kralı olacaktır) 20 bin kişilik birliğine karşı 40 kişilik Teşkilat-ı Mahsusa birliği ile beş saatten fazla savaştıktan sonra yaralı olarak ele esir düştü. Bir savaş gemisi ve bir denizaltı eşliğinde Malta'ya sürgüne gönderildi. İngilizlerle imzalanan esir değiş-tokuş anlaşması gereği serbest bırakıldı. Deniz yoluyla Anadolu'ya döndü ve hemen Türk Kurtuluş Savaşı'na katıldı. 1920 yılı boyunca kendi yetiştirdiği Çerkez Ethem'le beraber Kuva-yi Seyyare'de Yunan işgaline karşı savaştı. Özellikle Adapazarı civarındaki Kuvâ-yi Milliye'nin başarıları ona mal edildi. Çerkes Ethem'in Türk kuvvetlerine isyan edip yenilmesinden sonra onunla birlikte Yunan kuvvetlerine sığındı. Lozan Antlaşması'ndan sonra Yunan ve İngiliz iş birlikçisi olması iddiasıyla, Çerkez Ethem'le birlikte Yüzellilikler listesinde yer alarak vatandaşlıktan çıkarıldı. Türkiye'ye girişi 1936 yılına kadar yasaklandı. 1936 affıyla yurda girişi serbest bırakıldığı hâlde "Hiçbir zaman af dilemedim, hain değilim ki affedileyim." dedi ve yurda dönmedi. 1950 yılında Demokrat Parti'nin iktidar olmasından sonra Türkiye'ye döndü. Yurda dönene kadar Mısır'da İskenderiye şehrinde ikamet etmiş olup bu zaman içerisinde herhangi bir istihbarat faaliyetine katılmamış olduğu tahmin edilmektedir. 1950-1964 yılları arasında Türkiye'de yaşadı. 1964 yılında vefat etti.

[77]  Apollon’un oğlu Asklepios.

[78] Kurban için götürülen boğayı simgeler

Comments