1 - AYVALIK

 Ülkemizin ilk turizm beldelerinden olan Ayvalık, Ege kıyılarındaki yerleşim yerlerine göre oldukça genç bir kent. Antik dönemdeki kısa süreli yerleşimi dikkate almazsak ilk yerleşim 1700’lü yıllarda olmuştur. Bu tarihten 1919 yılına kadar ahalisi tümüyle Rum olan Ayvalık, ticaret burjuvazisi gelişmiş, zeytin ve zeytinyağı üretimi ağırlıklı bir tarım kentiydi. Ayvalık’ın Cumhuriyet döneminde gelişimi, Ege’nin diğer kıyı kentlerine oranla oldukça yavaş olmuştur. Kısa süren yaz sezonu ve nispeten soğuk olan denizi nedeniyle 1980’lerden sonra Muğla ve Antalya ilinin tatil beldeleriyle yarışta geride kalmıştır. Oysa doğal güzellikleri ve yazın insanın içini serinleten rüzgarlarıyla çok daha fazlasını hak ediyordu. Ayvalık turizm konusunda geriye düştü ama rekabet halinde olduğu beldelere göre nispeten hızlı büyümenin ve betonlaşmanın da uzağında kaldı. Bu sürede toplumun bilinçlenmesi ve gördüğü kötü örnekler de Ayvalık’ın avantajına dönüştü. Günümüzde Ayvalık güney sahilleri gibi sadece yaz turizm merkezi olmak yerine tüm yıl aktivasyon içerecek bir kültür beldesine dönüşme yolunda. Doğaldır ki daha yapılacak ve gidilecek çok yol var. Ama Ayvalık’ın geleceği güneydeki beldelerde yapılanları yapmamaktan geçiyor.

Resim 1-1 Ayvalık merkezde denize doğru uzanan burun.

Tarihçe

Ayvalık’ın bulunduğu bölge antik dönemde Aiolis ya da Eolya adıyla anılmaktaydı. Aiolis genel olarak Ayvalık’ı da içerisine alan Edremit’ten İzmir’e kadar olan kıyı bölgesini kapsıyordu. Aiolis’in kuzeydeki komşusu Troia güneydeki komşusu ise İonia Konfederasyonu’ydu. MÖ 2000’lerde Anadolu’da biri Hititler diğeri Troia olmak üzere iki uygarlık öne çıkmıştı. Troia Krallığı’nın sınırları güneyde Pergamon devletine kadar uzanmaktaydı. Ayvalık’ta zaman içerisinde iki komşu egemen devletin etki alanına girip çıkmıştır.

Ayvalık, Antik Çağ'da bir tür yabani ayva anlamına gelen Kidonia adıyla anılıyordu. Bölgeye ilk yerleşenlerinin Midilli'nin Kydona köyünden ya da Girit'in Kydonies bölgesinden gelmiş olabilecekleri düşünülmektedir.  Bazı görüşler de Ayvalık'ın Eolya'nın bozulmuş şekli olduğudur. Ayvalık anlamına gelen Kydonie ismi ise, MÖ 330'dan beri kullanılmaktadır. Bölgede antik çağlarda yerleşimler olmuşsa da zaman içerisinde yok olup gitmiştir. 1800’lerde Midilli’nin tarımsal hinterlandını oluşturan Ayvalık, Midilli’nin kıyısı olarak da bilinirdi. Korsanlığın çok yaygın olduğu bu dönemde Midilli kıyılarından korsanların baskınlarından kaçanlar 1750-1760 yılları arasında Ayvalık’ta Hondramo’ya[10], Küçüköy’e ve Eğribucak[11] Burnu’na yerleştiler. Korsanların bölgeye her gelişinde canlarını kurtarmak için Şeytan Sofrası’nın dış tarafından derin bir tünel kazmışlar ve korsanlar geldiklerinde buraya sığınmışlar. Korsanların saldırısı buralara kadar genişleyince daha iç taraflara Ayvalık’ın ilk kurşun tepesi sırtlarına taşındılar ve 1580’e doğru Ayvalık’ın ilk yerleşimini[12] oluşturdular.

Ege Denizi’nde faaliyet gösteren korsanlar, 16. yüzyıldan itibaren ganimetlerini Anadolu’ya taşımak ve bunları satıp gelir elde etmek amacıyla, günümüzde Ayvalık olarak bilinen bölgeyi kullanıyorlardı. Burası aslında, kaçakçıların ve korsanların, ticari alışverişlerini rahatlıkla sürdürebildikleri bir buluşma noktasıydı. Ayvalık’a ilk yerleşenlerin korsanlardan kaçanlar olmasıyla çelişen bir şekilde bölgedeki korsanlar da ganimetlerini 1500’lü yıllardan beri Ayvalık Adaları’nda saklıyorlardı. Ayvalık ilk kurşun tepesi sırtlarında yerleşimler artınca korsanlar da kendi evlerini buraya taşıdılar. Böylece hem korsanlardan kaçanlar hem de korsanların aileleri birlikte iç içe Ayvalık’ta yaşamaya başladılar. Günümüze dek gelen bitişik nizam eski evlerde kaçışı kolaylaştıran gizli geçişler hala gözlenmektedir. Zamanla artan gayrimüslim nüfus, yerleşimin de büyümesine yol açmış ve 1774 yılında Levanten Baltazzi Ailesi’nin itibarı ve Ayvalıklı Papaz Oikonomos’un çabaları sonucu Sultan III.Selim döneminde Osmanlı üst yönetiminden alınan muafiyet beratı[13] ile kasaba yalnızca gayrimüslimlere bırakılıp bir de belediye kurulması kararlaştırılmıştır. 1773 yılına gelindiğinde Ayvalık’ta kiliseler etrafında şekillenmiş, Taksiyarhis, Agios Yannis, Agios Dimitrios ve Messi Panagia olmak üzere dört mahalle bulunmaktaydı. Elde edilen beratla Ayvalık hızla gelişti ve Papaz Oikonomos’un 1780’de, bugünkü Hayrettin Paşa Camisi’nin bulunduğu yere okul, hastane ve Kato Panagia Kilisesi’ni inşa ettirmesi kısa zamanda Ayvalık’ta beşinci büyük mahallenin oluşmasını sağlamıştır. Bu imtiyazlı statü, Osmanlı İmparatorluğu’nun her yerinden Rumları Ayvalık’a çekti. Çok geçmeden, 600 öğrencinin kendi matbaalarında basılan kitapları kullanarak edebiyat ve beşerî ilimler, bilim ve matematik alanlarında klasik eğitim gördüğü Hellen Akademisi ile Batı Anadolu’da İzmir’den sonraki en gelişmiş ve kültürlü kenti haline geldi. 1820’de Viyana’daki Yunanca bir süreli yayın buradan, ‘Tüm Küçük Asya’nın eğitim başkenti, yeni Miletos’ olarak bahsediyordu. XIX. yüzyılda İstanbul’daki İngiliz sefaret rahibi R. Walsh, Ayvalık’ı aşağıdaki gibi anlatmıştı:

‘Servette, ruhta ve bağımsızlık anlayışında, vaktiyle İyonyalı atalarına denk, faal ve zeki Rumların özgür cumhuriyeti’

Amerikan bilgin Charles N. Eliot’a göre:

 ‘Ayvalık güzel sokakları, halka açık parkları, üniversitesi, kütüphaneleri ve belediye binalarıyla, sakinlerinin refahı kültürü ve inceliğiyle tanınan bir tür Şark’ın Boston’u.’

 

Arnold Toynbee burayı ‘Modern çağlarda özgür Yunan toprağının ilk parçası’ olarak adlandırmıştı.

Hızla gelişen şehirde 1821 yılına kadar üç yeni mahalle daha eklenmişti: Agios Yorgos, Agios Basileos ve Agios Nikolaos. Şehrin nüfusu yaklaşık 15.000 olmuştu. Ayvalık’a bağlı bir köy olan Küçükköy’ün (Yeniçarohorion) nüfusu yaklaşık olarak iki bin olup Agios Athanasios adında bir kiliseye sahipti.

 

Resim 1-2 Sakarya tepesinden Ayvalık’a bakış. 

Mora yarımadasında Mart 1821’de patlayan Yunan isyanının başlangıcından üç ay sonra, 3 Haziran 1821’de Ayvalık, Cunda ve Küçükköy’de yaşayan Rumlar, Yunanlıların yanında olduklarını ilan ederek isyan başlattılar. İsyana Osmanlı kuvvetlerinin sert müdahalesi ile çatışmalar çıkmış ve neredeyse kentteki binaların tümü yakılıp yıkılmıştır. İsyancı halkın bir bölümü Adalara ve Yunanistan’a kaçmış, isyana katılan 20 bin Ayvalıklı Rum, Balıkesir, Bursa ve Bilecik şehirlerine sürülmüştü.

Yunan isyanına yardımcı olduğu gerekçesiyle 1821 Paskalya Pazarı’nda, İstanbul Patrik’i VI. Gregorios, Fener Patrikliği’nin ana kapısına asılmış; cesedi Haliç’e atılmadan üç gün boyunca orada kalmıştı. Ertesi yaz, Ali Paşa’nın komutasında bir Osmanlı birliği Sakız adasında nüfusun dörtte birinin öldüğü, yarısının esir[14] alındığı bir saldırıya girişti. On bir yıl sonra 1832 yılında çıkan bir ferman ile Ayvalık’tan sürgün edilen Rumlar affedilerek kentlerine dönmelerine izin verilmiş ve bu süre sırasında korunan malları da iade edilmiştir. 1832 yılına kadar harap durumda kalan yıkılan evler ve kiliseler Ayvalık’a geri dönen Rumlar tarafından 1850’ye kadar onarılmış ve yenileri inşa edilmiştir. 1830’lu yıllarda yöreye gelen seyyahların anlattıklarından, kentin bu yıllarda harabe görünümünde olduğunu öğreniyoruz. Kentin yeniden imarı 1840’lı yıllara doğru başlamış olmalı. Bugün Ayvalık sokaklarında dolaştığınızda 1840 tarihinden daha eski bir yapı göremeyiz. Bu yıla tarihlenen yapıların sayısı da pek fazla değildir. Kentin yeniden kuruluşu sırasında enkazın denize döküldüğü, bu nedenle kentin denizin içine doğru yüz metre kadar genişlediği söylenir. Yıkıntının büyüklüğünü siz tahmin edin. Bu yıllarda Cunda[15] belediyesinin Grek harfleriyle oluşturulmuş özel bir mühürü vardı. Ayvalık sancağı yönetimsel olarak, 1847 yılında Saruhan[16] ilinden, aynı yıl Hüdavendigar[17] iline, 1867 yılında ise Karasi[18] (Balıkesir) iline bağlanmıştır. Sancağa Türk Müslüman yerleşmesi ise çok yavaş oldu. Müslüman nüfus ancak Islahat fermanından sonra arttı.

Ayvalık 1800’lü yılların başlarından itibaren Osmanlı Devleti’nde uluslararası ticaret faaliyetlerinin ve sanayileşme sürecinin etki alanına giren yerleşimlerinden biri haline gelmiş, 1850 yılından itibaren ise, Batı Anadolu kıyılarının İzmir’den sonraki en önemli kenti olmuştur. Ayvalık’ın ekonomik ve sosyal anlamdaki gelişiminin başlangıcı birçok kaynakta 1773 yılı olarak kabul edilir. Bu kaynaklarda, yerleşimin gelişimi, Papaz Oikonomos’un girişimleriyle Ayvalık’a otonomi fermanın verilmesi bu sebeple siyasi ve ekonomik alanlarda birtakım ayrıcalıklar elde etmesiyle ilişkilendirilir. Fakat son dönemde yapılan çalışmalar, Ayvalık’a özgü böyle bir fermanın olmadığı, Osmanlı İmparatorluğu tarafından Ayvalık’a verildiği ileri sürülen özerklik konusunun bir papazın olağanüstü iletişim becerisi ve ticari zekasından çok, Küçük Kaynarca Antlaşması’nın sonuçlarından biri olarak değerlendirilmesi gerektiğine yöneliktir. Bazı araştırmacılar Ayvalık’ın kuruluşunda bazı ayrıcalıklar tanındığına dair efsaneler anlatırlar ama Osmanlı arşivlerinde böyle bir belge henüz bulunmamıştır. Buna karşın o dönemde Ruslarla imzalanan antlaşmalarda Ayvalık’ta yaşayan neredeyse tümü Ortodoks Rum olan halka bazı ayrıcalıklar tanındığı da açıktır.

Resim 1-3 Ayvalık körfezinde günbatımı

İngiliz bilgin Charles Wilson’a göre, Yunan ihtilalinden yaklaşık yarım yüzyıl sonra, Yunan ana karasından Rumların azınlıkta olduğu adalara Rumların göçü, Müslüman nüfusun neredeyse tümüyle yerinden edilmesiyle sonuçlandı. Ayrıca her yıl adalardan Anadolu’da hızla gelişen tarım çiftliklerinde çalışmak için yeni Rum göçmenler geliyordu; Assos’tan Scala Nuova’ya (Kuşadası) kadar tüm sahil, çoğunlukla Rumlara aitti ve Maiandros (Büyük Menderes) ile Hermos (Gediz) nehirleri arasındaki vadilerin bereketli toprakları yavaş yavaş Hıristiyanların eline geçmeye başlamıştı. Yeni Rum göçü, İzmir’in Türk-Rum nüfus oranında çarpıcı şekilde kendini gösteriyordu. Kentin nüfusu 1830’da yaklaşık 80.000 Türk ile diğer azınlıklarla birlikte 20.000 Rum’dan oluşuyordu. Otuz yıl sonra, oranlar tersine dönmüştü ve artık İzmir’de 75.000 Rum’a karşılık, 41.000 Türk yaşıyordu.

Ayvalık için Yunan kaynaklarında hem ‘Ayvali’ hem de ‘Kidonies’ isimleri kullanılmıştır. Rum döneminde, kentin gelir seviyesi yüksek kesimi kente Kydoniai[19] derken dar gelirli kesim ve az sayıdaki Müslümanlar Ayvalık diyordu. Yunan bağımsızlığının ardından Ayvalık’ta çıkan 1821 isyanı öncesi Ayvalık nüfusu 25-40 bin arasındayken 20. yüzyılın başında nüfus 30.000-35.000 olmuştu. 1915 Ermeni tehcirinin daha küçük boyutta da olsa bir benzeri iki yıl sonra Ayvalık’ta yaşandı. 14 Mart 1917’de I. Dünya Savaşı henüz devam ederken 18-45 yaş arası tüm Rum halk, Bab-ı Ali tarafından çıkarttıkları karışıklıklar nedeniyle mal ve mülkleri devlet tarafından korumaya alınarak, Anadolu içlerine sürüldüler. Sadece orduya hizmet etmek amacıyla 256 kişi Ayvalık’ta kaldı. Bu zorunlu sürgünün nedeni Gelibolu’daki Osmanlı Ordusu’nun komutanı Alman General Liman von Sanders’in Osmanlı hükümetine gönderdiği, Rumlar kıyıdan uzaklaştırılana değin, ordunun emniyetinin sorumluluğunu almayacağını belirten yazısı olmuştu. Ayvalık’a gelir gelmez Rumları kovmak istediğini belirterek ‘Bu kafirleri dosdoğru denize dökmemiz mümkün değil mi?’ diye sormuştu. Bunun sonucunda, Ayvalık’taki neredeyse bütün Rum erkekleri Orta Anadolu’ya gönderildiler. 30 Ekim 1918 Mondros mütarekesinin hemen ardından Osmanlı Hükümeti tehcir edilen Rumlara geri dönüş izni vermişti. Zaten önemli bir kesimi küçük gruplar halinde daha öncesinde sessizce kente dönmüştü. 1919 yılında Yunan ordusu Ayvalık’ı işgal edince Anadolu’ya göç eden halkın geri kalanı da geri döndü ve şehir yeniden canlandı. Ama bu durum çok uzun sürmedi. 1922 yılında Kurtuluş savaşında Yunan Ordusu kaybedince Rumların Ayvalık’ı terk etmesiyle şehrin gelişimi yeniden durdu. Kentte kalan 18-45 yaş arası erkekler Yunan ordusuna yataklık ve yardımdan gözaltına alındılar. Yol inşaatlarında çalıştırılan bu tutukluların bir kısmı çeşitli şekillerde trajik şekilde katledildi. Bir kısmı da ABD Kızılhaç’ın denetiminde Yunanistan’a göç etti. 1922 öncesi Ayvalık’ta çoğunluk halk Ortodoks Hıristiyan olmasına karşın 25-30 Osmanlı memur ailesinden oluşan Müslüman bir kesim ve şehrin Atsigangaria (Melekler) adı verilen bölümünde yaşıyan on çingene ailesi mevcuttu.

Ekonomi

Ayvalık ve Edremit yöresinde zeytin üretimi 1560’lı yıllardan itibaren yabani zeytin delicelerinin ıslahı (aşılanması) ile gerçekleşmiştir. Bu tarihten önce bölgenin başat yağ sektörü susam yağından oluşuyordu. Günümüzde zeytinciliğin hâkim olduğu ve susam tarımının yok denilecek kadar az görüldüğü Kuzey Ege’nin büyük kesiminde 16. yüzyılda susamın tartışmasız egemenliği hüküm sürüyordu. Zeytinin zahmetli uğraşlarının yanında susam ve susam yağı çok daha az zahmetliydi. Kaz Dağlarından başlayarak Ayvalık’a kadar uzanan zeytin ormanlarının büyük bir bölümü 1663 yılında ibadete açılan İstanbul Yeni Cami vakfına aitti. Bu nedenle kimi kişiler Ayvalık’a yerleşim 1663’ten sonra başladığını belirtirler.

Midilli ve Ayvalık başta olmak üzere bölgede görülen önemli ekonomik değişim, buğday ve üzümün egemen olduğu bir tarım yapısının yerini, yavaş yavaş zeytinyağına bırakması şeklinde yaşanmıştır. İstanbul’dan sonra bölgeden zeytinyağı temin eden ikinci büyük kent Marsilya olduğu için Fransa önce Midilli’de ardından Ayvalık’ta konsolosluk açmıştır. Ege bölgesinde tarım sektöründe yaşanan değişim demografik yapıyı da etkilemiş, Ege Adalarından ve Mora’dan Ege bölgesindeki çiftliklerde çalışmak için gelen Rum nüfusta artış olmuştur. Böylece kıyı kesimlerde Rum nüfus artarken, iç bölgelerde de Türkleşme görülmüştür. 16. yüzyıldan itibaren Kuzey Ege bölgesinde Karaosmanoğlu ailesinin geniş toprakları vardı. Ailenin yükselişinin kökenleri tımar sistemi ile başlamış ve ekonomik faaliyetler her dönem iç içe olmuştu. Kaymakamlık ve voyvodalık gibi idari görevler, vergi depoloma, limanlardan mal satın alımı, mültezimlik gibi ekonomik faaliyetlerle yan yana yürütülmüştü. Buna ek olarak ailenin İstanbul sarrafları ile hem kredi hem de pazarlama konularında iş ilişkileri mevcuttu.

1700 ile 1710 yılları arasında bölgeyi ziyaret eden misyoner François Tarillon’a göre Ayvalık’ta 600 ev vardı. Kuruluştan sonra eski Taxiarhis mahallesine iki yeni mahalle daha eklenmişti.

Ayvalık’ta hayvancılığa yönelik üç büyük işletme, Trikoupis, A.Iliopoulos ve K.Pantazopoulos ailelerine aitti. Çiftliklerde tarıma ayrılan araziler genelde üç kısma bölünürdü. İlk üçte birinde tahıl, ikincisinde mısır, sebze vb yetiştirilir ve geri kalan arazi de hayvan otlatmak için kullanılırdı. Aynı zamanda verimliliği artırmak için her yıl bölümler değiştirilirdi. Ayvalık’ta tahıl üretimi yanında, dışarıdan buğday alınarak kasabadaki yel değirmenlerinde öğütülürdü.

1750’li yıllarda Sakarya tepesi eteklerinde dört kilise etrafında kurulu dört mahalleden oluşuyorken zeginlik ve refahın artmasıyla göçlerle güney yönünde büyümüş ve 1821 yılında sekiz kilisenin etrafında oluşmuş sekiz mahalleye çıkmıştı. 1821 isyanına dek yabancı konsolosluklar ile çeşitli ülkelerin kolonilerinin yaşadığı Çamlık kesimi ‘Şarkın Boston’u’ olarak tanımlanırdı.

1821 isyanından sonra ekonomik yönden uzunca bir süre durgunluk gösteren ilçe, 1880 yılında limanının ve boğazının genişletilmesiyle eski canlılığını yeniden kazanmıştı. Limana yılda yaklaşık 600 gemi gelmekteydi. Bu gemilerin sayısı ileriki yıllarda aşağıdaki sayılara ulaşacaktı.

·       1898 yılı 985 Buharlı gemi ve 3.965 Yelkenli

·       1899 yılı 1.156 Buharlı gemi ve 3.868 Yelkenli

1884 yılında bir İngiliz tarafından Ayvalık’ta zeytinyağı tesisi kurulmuştu. Karasi Vilayeti Salnamesine göre bu tarihlerde Ayvalık’taki zeytin alanı arazisi 90.000 dönüm ve bu araziden yılda 12.400.000 okka zeytin elde edilmekteydi. Ayrıca bu alanlarda 20.000 kıyye[20] üzüm, 13.000 şinik[21] buğday ve 2.200 şinikte arpa elde edilmekteydi.

Hıfzı Erim[22] ve Cemal Kutay[23] kitaplarında Ayvalık’ın ekonomisi hakkında detaylı bilgiler vermişlerdir.   1821 ayaklanmasından önce Ayvalık’tan yağ, sabun, tuz ve balık ihraç edilirken, tahıl ve tekstil ithalatı gerçekleşiyordu.  Kentte bağcılık yaygınlaşır, şarap yapımı hız kazanır. Ayvalık için asıl pazar Konstantinopolis idi. 1880’lerde Fransa’ya şarap, 1919’dan itibaren Almanya’ya domuz, keçi ve kuzu eti ihracatı yapılıyordu. Ayrıca hemen her bölgeye sarımsak taşı ve taze meyve sebze ihraç ediliyordu. Ayvalık’ta 1.000 ticarethane ve imalathane, 22 buharlı zeytinyağı fabrikası, 22 at arabası imalathanesi, 3 tane zeytin üreticilerinin çalışmaları için zeytin çekirdeği fabrikası bulunmaktaydı.  O dönemin gezginleri Ayvalık’ı doğunun Boston veya Manchester’ı olarak nitelemekteydiler. Pirina   yağı   çıkarmak   üzere   üç   tane   de   Pirina   fabrikası   kurulmuştu. Sabun sektöründe önemli ölçüde artış görülmekteydi. On beşi büyük, diğerleri küçük olmak üzere birçok sabunhane kaliteli sabunlar çıkartıyordu.  

Ayvalık geniş bir denizcilik potansiyeline sahip olduğu için gemi yapımında da ilerleme göstermişti. Kuzey kesimlerde gemi yapım yerleri, tersaneler mevcuttu. Trakakis, Ayvalık’ta 6 tane tersane bulunduğunu belirtmektedir.  Batı Anadolu’daki en önemli tabakhane merkezi Ayvalık’tı. Şehrin, kuzey tarafında yaklaşık 80’den fazla tabakhane faaliyet göstermekteydi. Ayvalık limanının yeterli derinlikte olmaması nedeniyle büyük gemiler uzunca bir süre rıhtıma yanaşamadılar. Açıkta demirliyor ve küçük tekneler ile yolcular ve yükler limana taşınıyordu. Osmanlı yönetiminden alınan izin ile 1880 yılında başlanıp 1882 yılında bitirilen proje ile rıhtım büyük gemilerin yanaşmasına olanaklı hale getirildi. Böylece Ayvalık’a ticaret trafiği hızlandı.  1860 yılından sonra hızla gelişen ekonomik büyüme neticesinde Bank of the East, Athens, Lyoniki (Credit Lyonnais), Georgika ve 1907 de Bank of Mytilene Ayvalık’ta banka şubeleri açmaya başladılar. Ticaretten elde edilen gelir 1920’de 1,5 milyon altın liraya ulaşmıştı. İhracattan elde edilen gelir 800 bin lirayı, ithalattan elde edilen gelir ise 700 bin lirayı buluyordu. Yani Ayvalık’ta dış ticaret dengesi 1920’de 100.000 lira artmış ve Ayvalık, ekonomik yaşamda seçkin bir konuma sahip olmuştu. 

Ayvalık’ın karşısında yer alan Cunda (Ali Bey) adasında ise zeytinyağından yaklaşık   700.000   okka   sabun   üretilmekteydi ve gemilerle İstanbul’a gönderilmekteydi. Ayrıca, Ayvalık tepelerindeki un değirmenlerinin sayısı da oldukça fazlaydı.  Cunda’nın yakın tepelerindeki yel değirmenleri yerine dört tane buharlı makina ile işleyen un fabrikası kurulmuştu.    Tuna nehri dolaylarından ve Trakya’dan getirilen buğday bu fabrikalarda öğütülürdü.  Cunda Adası’nda oturanlar balıkçı veya çiftçi idi. Balıkçılık alanında oldukça büyük bir ilerleme kaydedilmişti.  400 adet balıkçı kayığı ve sünger avına   mahsus   10   adet   makineli   kayık   vardı.   Yıllık   3.000   liralık   sünger çıkarılmaktaydı.  Sadece adadan, 1.000 ton ahtapot ve havyar elde ediliyordu.  Bunun dışında tuzlama balık ticareti de yapılmaktaydı. Cunda Adası’nda bulunan liman da önemli bir işleve sahipti.  Kaz Dağları’ndan gelen kereste Cunda Adası üzerinden ihraç edilmekteydi. Ayrıca eski ismi ‘Yeniçerahori’, şimdiki adı ile Küçükköy’de özel bir taş çıkartılmakta ve kiremit üretilmekteydi.  Bu bölgede çıkan kırmızı renkte bir özel taşa ‘Sarımsak Taşı’ denmekteydi. Ayvalık’a bağlı olan Sarımsaklı beldesi ismini bu taştan aldığına dair ihtimaller   bulunmaktadır.   Sarımsak   taşlarının   ticareti   Edremit   Körfezi’nde   ve Midilli Limanı’nda yapılmaktaydı.  Bunlar yurtdışına ihraç ediliyordu, yurt içinde de kullanılmaktaydı. Midilli Adası, İzmir ve Ege çevresinde evlerin duvarları bu taşlarla örülmüştü.    Midilli Adası’nda 1880 yılında inşa edilen Yalı Camii’nin duvarlarında kırmızı renkli sarımsak taşı kullanılmıştı. Günümüzde bile, Foça’daki eski Rum evlerinin taşlarında ve tuğlalarında Yunan alfabesinin karakterleri ile ‘Yeniçerahori’ yazısına rastlanılabilmektedir.  Ayvalık’ta yıllardır düzenli bir şekilde kurulan Perşembe pazarı ilk kez 18 Mart 1928’de kurulmuştur.

Islahat Fermanı’nın[24] ardından Osmanlı Hükümeti 1867’de büyük bir ödün vererek yabancılara Osmanlı İmparatorluğu’nda taşınmaz mal edinme hakkı tanıdı. Bu değişiklik ile yabancılar ciddi boyutlarda arazi almaya başladılar. Sadece İngilizler Batı Anadolu Bölgesi’nde 2.400.000-2.800.000 dönüm toprağa sahiptiler. Bu grup içerisinde Baltazzi ailesi öne çıkıyordu. Karaosmanoğlu ailesi Dikili ve Ayazmend (Altınova) deki altı çiftliğini 1862 yılında Baltazzi ailesinden Smaragda Baltacı’ya satmıştı.

Yönetim Biçimi

Ayvalık   kasabası başlangıçta, Yukarı[25], Orta   ve   Aşağı   olmak   üzere   üç   mahalleye ayrılmaktaydı.  Aristokratlar, zengin toprak sahipleri, tüccarlar Yukarı Mahalle’de ikamet etmekteydiler. Orta Mahalle’de gemi kaptanları, küçük esnaf gibi orta halli kimseler oturmaktaydı. Aşağı Mahalle’de ikamet edenler balıkçı gibi işçi kesiminden insanlardı. Ayrıca, Ayvalık’ın batısında yer alan Çamlık mevkii önemli bir sayfiye yeriydi. Kilise organizasyonu gereği Ayvalık kiliseleri Efes Metropolüne bağlıydı. 1908 yılında Ayvalık bağımsız bir metropol oldu.  Şehir 11 dini bölgeye ve üç mahalleye ayrılmıştı: Agios Dimitrios, Taksiarhis, Agios Yannis, Mesi Panagia, Kato Panagia, Agios Georgios, Agios Nikolas, Agios Vasilis, Profitis İlias, Agios Haralambos ve Aya Triada. Büyük kiliseler, Yukarı Mahalle’de Agios Demetrius, Aşağı Mahalle’de Kato Panagia ve Orta Mahalle’de Agios Georgios kiliseleriydi. Aşağı mahallenin Panagia ayazması yakınındaki kilisesi 1780’de Ioannis Oikonomos tarafından yaptırılmıştı.  Burası aynı zamanda Virgin of the Orphans (Bakireler Manastırı) olarak da bilinir. 18. yüzyılın sonunda Orta Mahale’de Saint Georges kilisesine bitişik metropolitan[26] binası yapıldı. Ayvalık ve çevresinde ayrıca 65 şapel mevcuttu.

Ayvalık’ta   Belediye   seçimleri   dört   senede   bir   yapılmaktaydı, Bab-ı Ali, seçilen   belediye   azalarından   uygun   gördüğünü   belediye   başkanı   olarak   tayin etmekteydi. Bununla beraber, bölgenin idaresi kaymakam tarafından yürütülmekteydi.   Kaymakama   bağlı   olarak   çalışan   idare   heyetinin   metropolit dahil beş azası Rumlardan, Kaymakam, Kadı, Müftü, Mal müdürü ve Tahrirat[27] katibinden ibaret olan beş azası ise Türklerden oluşuyordu. Ayvalık’ta   görev   yapan   memurların   tamamı   Türk   kökenliydi.  Belediye İdaresi    ve    Ziraat    Odası    üyeleri    ise    Rumlardan oluşuyordu. 19.  yüzyılda yaşanan ekonomik canlılıktan Ayvalık Rumları yeterince yararlanmışlardır. Bu dönemde kanunlaştırılarak yaşama geçirilen Osmanlı reformlarının da etkileri küçümsenmemelidir.  On dokuzuncu yüzyıl Osmanlı reformları, cemaatlere hem din temelli etnik meşruluk hem de yönetsel bağımsızlık sağlamıştır.  Bu reformlar, Gayri Müslim Osmanlı tebaasının ekonomik alanda da kazanımlar elde etmesinde etkili olmuştur. Kent içerisinde Ziraat Bankası, Ticaret ve Sanayi Odası, Telgraf ve Posta İdaresi, Liman   ve   Karantina İdaresi   ve   Belediye’ye   ait   binalar   yapılmıştı. Osmanlı Arşiv belgelerine göre Ayvalık 1790 -1791 yıllarında kasaba haline gelmiş olup voyvodası[28] bulunmaktadır.

Ayvalık’ta Mübadele’den sonra Rumca olan mahalle adları yerlerine Kurtuluş Savaşı komutanlarının ya da mekanlarının isimleri verilmiştir. Gazi Kemal Paşa Mahallesi, İsmetpaşa Mahallesi, Fevzipaşa-Vehbibey Mahallesi, Kazım Karabekir Mahallesi, Ali Çetinkaya Mahallesi, Sakarya Mahallesi. Bazı mahallelere de Osmanlı paşalarının ve ileri gelenlerinin adları verilmiştir: Hayrettinpaşa[29] Mahallesi, Mithatpaşa Mahallesi, Namık Kemal Mahallesi gibi.

Resim 1-4 Ayvalık mahallelerinin yıllar içerisinde kiliselerin çevrelerinde gelişmesi.

 

Ayvalık Belediye Başkanları

Belediye Başkanı

Görev Başlama Tarihi

Görev Bitiş Tarihi

Nisli Hakkı Bey  

 

 

Namık (Esmen) Bey

 

1926

Halit Remzi Bey

1926

1928

Muhip Özyiğit

21.05.1928

26.06.1932

Kadri Aral

06.07.1932

30.11.1934

H.Basri Akın

01.12.1934

30.11.1937

Ali Komili

01.12.1937

30.04.1939

Şevket Osman Karaca

01.05.1939

30.10.1942

Muharrem Onursal

01.11.1942

03.09.1950

Avni Baskın

05.09.1950

13.07.1954

Fahrettin Katrinli

23.11.1954

05.05.1955

Fadıl Yanyalı

10.05.1955

30.10.1955

Mümtaz Yereli

01.11.1955

23.12.1955

Avni Baskın

23.12.1955

10.02.1956

Reşit Ertekin

14.02.1956

23.12.1956

Kemal Güler

24.12.1956

02.01.1957

Faruk Saylam

03.01.1957

03.05.1960

Yrb. Ekrem Gökselmen

31.05.1960

13.06.1960

Alb. Faik Kararözbek

14.06.1960

23.06.1960

Kaym. Zekai Gümüşdiş

24.06.1960

25.07.1960

Kaym. Nejdet Enünlü

26.07.1960

31.10.1963

Kaym. Adnan Ergün

01.11.1963

21.11.1963

Turan Tuncer

22.11.1963

02.06.1968

Mustafa Karal

03.12.1968

09.12.1973

İzzet Aygüner

10.12.1973

12.09.1980

Kaym. Rahim Yıldız

14.09.1980

27.10.1980

Arif Başaran

28.10.1980

05.05.1981

Ahmet Kelebekli

06.05.1981

11.03.1982

Kaym. Alaeddin Alpaydın

12.03.1982

14.06.1983

A. Bedri Bayraktar

15.06.1983

02.02.1984

İzzet Aygüner

27.03.1984

30.03.1989

Ali Nedim Güreli

31.03.1989

23.03.1994

Ahmet Tüfekçi

28.03.1994

18.03.2004

Hasan Bülent Türközen

28.03.2004

30.03.2014

Rahmi Gençer

01.04.2014

31.03.2019

Mesut Ergin

31.03.2019

 

 

Eğitim

Ayvalık ekonominin güçlü olduğu yıllarda eğitim açısından da hızlı gelişmeler gerçekleşti.

  • 1839 yılında iki erkek okulu açıldı,
  • 1860’da temel eğitim veren Yukarı Mahalle Erkek Okulu ve Agios Georgis (Aziz Yorgos) Kız Okulu kuruldu. Böylece okul sayısı dörde çıktı.
  • 1873 yılında Hayırseverler Derneği Yukarı Mahalle Kız Mektebini kurdu.
  • 1880 yılında Stratis Panadavos tarafından erkek mektebi kuruldu.
  • Üçüncü kız mektebinin kurulması ile beraber Ayvalık’ta 3 tane erkek, 3 tane kız mektebi oldu. 1880’den sonra lise dersleri kademeli olarak Kızların Agios Georgios Okulu’na eklendi. Ardından Merkezi Kız Okulu açıldı.

1900 senesine kadar 1.700 talebesi olan bu okullardaki öğrenci sayısı 1914’te 2.400’e ulaştı.  Erkek İlkokulunda 1.100, kız ilkokullarında 850, orta kız okulunda 150, lisede 300 öğrenci eğitim görmekteydi.  Öğrenci sayısının artışı eğitime verilen önemin bir göstergesiydi. Aynı dönemde okullarda kırkın üzerinde eğitmen görev yapıyordu.

Demografik Yapı

Ayvalık’ın demografik yapısını incelediğimizde yerli ve yabancı eski kaynaklar, Ayvalık’ta Rum nüfusunun yoğun olduğunu belirtmektedir.  1889 tarihli Karesi Salnamesine göre nüfusun tamamı Rumlardan oluşmaktaydı. Bu yıllarda Ayvalık’ta bulunan Rumların sayısı 19.846’dır. Genel olarak 19. yüzyılda   Anadolu’nun iç kesimlerinde   Müslüman   nüfus   artarken   Ege Bölgesi’nin Ayvalık, Urla Yarımadası gibi sahil kesimlerinde Rum Ortodoks nüfusun oranı yükseliyordu.  Ayvalık’ta ticari faaliyetlerin yoğunlaşması, buradaki nüfusun da artmasına neden olmuştur. 19. yüzyılda Batı   Anadolu   Bölgesini   gezen   yabancı   araştırmacılar, kendi   gözlemleri doğrultusunda nüfus sayılarını eserlerine yansıtmışlardır. M. Notaras ‘İonya, Eolya ve Lidya’da’ adlı eserinde aşağıdaki nüfus verilerini vermektedir.

Yerleşim yerleri

Rum

Türk

Ayvalık

20.000

0

Küçükköy

2.500

0

Yahyaköy

100

350

Gömeç

800

600

Karaağaç

340

800

Keremköy

150

200

Cunda Adası

5.000

0

Pelitköy

50

605

Dağlıdena

130

307

Toplam

29.070

2.862

Çizelge 1-1 Rum ve Türk nüfusun yerleşimlere göre dağılımı (M. Notaras ‘İonya, Eolya ve Lidya’) 

Notaras’ın ortaya koymuş olduğu nüfus verilerinin bilimsel gerçekliği tartışmaya açıktır.  Ancak tahmini de olsa bölge hakkında bilgiler vermektedir. Ayvalık sürekli göç alan bir yerdi.  18.  yüzyılın sonlarına doğru Ayvalık’a Mora Yarımadası, Epir, Tesalya’dan yerleşenler olmuştur. Özellikle 19. yüzyılda gelişen ticari hareketlenmeler nüfusun artışında etkili olmuştur.

 

Rum

Türk

Vitali Guinet’e göre 1894 yılında Ege Bölgesi’nde[30] nüfus dağılımı  

208.893

1.093.334 

Vitali Guinet’in göre 1894 yılında Ayvalık’ta ikamet eden nüfus dağılımı 

21.486

180

Sotiriadis’e göre 1912 yılında Ayvalık nüfus dağılımı  

46.212  

89

1914 yılı Osmanlı nüfus sayımına göre Ayvalık’ta yaşayanlar

31.445

454

1917 Osmanlı istatistiklerine göre Ayvalık’ta yaşayanlar

8.052

3.215

1917 yılı Osmanlı verilerine göre Ege Bölgesi nüfus dağılımı

329.653

1.802.698

Çizelge 1-2 Tarihlere göre Rum ve Türk nüfus dağılımı

Vitali Guinet’in 1894 yılına dair verdiği istatistik bilgileri ile 1917 Osmanlı istatistikleri arasında farkın temel nedenleri arasında Balkan Savaşları sırasında yaşanan demografik hareketlilikler yer almaktadır. Osmanlı Devleti’nin 14 Mart 1914’de hazırlattığı istatistikler, Barış Konferansında kullanılmak üzere düzenlenmişti. Dört büyük devletin temsilcilerine 1919 Şubat’ında verilen muhtırada Anadolu Vilayetlerinin nüfusu şöyle gösterilmiştir.

 

Vatandaş

 

Müslüman

9.291.346

%85

Rum Ortodoks

1.014.612

%9

Ermeni

542.572

%5

Musevi ve diğer

93.364

%0,8

Çizelge 1-3 Cemaat mensuplarının sayısı ve yüzdesi

 

Trakya

İstanbul

Müslüman Türk

360.417

480.432

Ortodoks Rum

224.680

242.559

Ermeni

19.888

 

Diğer

26.109

 

Çizelge 1-4 Cemaatlerin İstanbul ve Trakya’daki dağılımı

Yukarıdaki tablolar incelendiği zaman Batı Anadolu’da Rum nüfusun yoğun olduğu görülmektedir. Özellikle Urla, Ayvalık ve Erdek’te Rumlar Türkler’den fazlaydılar. Bu üç ilçenin 23 bin Türk nüfusuna karşılık Rum nüfus 60 bin den fazlaydı. Stanford Shaw’un elde ettiği verilere göre Karesi Sancağı’nda Müslüman nüfus sayısı 1885 yılında 257.954 iken 1914 yılında 359.804, Rum sayısı 1885 yılında 67.386 iken 1914 yılında 97.497 olmuştur. Her araştırmacı farklı nüfus verileri ortaya çıkarmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nu araştıran pek çok Avrupalı, İmparatorluğun Rum nüfus tahminini yapmıştır. Nüfusu saymak mümkün olmadığı için Avrupalılara ait verilen rakamlar güvenilir olmamıştır. Sonuçta gözlemlere dayanan nüfus verilerinin bilimsel değerleri olduğunu söyleyemeyiz. Birçok kaynakta ilgili dönemdeki Ayvalık nüfusunun 30 bin civarında olduğu belirtilmektedir. Bölgede Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı sırasında yoğun nüfus hareketleri görülmüştür. Dönem istatistiklerine bakıldığında Patrikhane ve Osmanlı istatistikleri farklı veriler ortaya koymaktadır. Cumhuriyetten önceki Ayvalık nüfusuyla ilgili diğer bilgi Genel Kurmay Başkanlığının yayınladığı 1914 senesine ait istatistik verilerdir. Türkiye Cumhuriyeti Genel Kurmay Başkanlığının yayınladığı 1914 senesine ait istatistik verilerine göre;

Müslüman Kadın

Müslüman Erkek

Müslüman Toplam

Ortodoks Kadın

Ortodoks Erkek

Ortodoks Toplam

204

250

454

15.384

18.056

33.440

Çizelge 1-5 Genel Kurmay Başkanlığı istatistik sonuçları (1914 yılı) 

Türkiye'nin nüfusu 1927-2008 yılları arasında %424’lik bir artış gösterirken Ayvalık’ta aynı yıllar itibariyle artış %107 olarak gerçekleşmiştir. Ayvalık'ta nüfusun artışı Türkiye nüfus artışının gerisinde kalmıştır. Ülkemizde nüfus artışının hızlandığı 1950 sonrası dönem değerlendirildiğinde ülke nüfusu %241 oranında artmış, bu oran Ayvalık’ta %166 olarak gerçekleşmiştir. Diğer bir ifade ile 1950'den sonra Türkiye nüfusu 2008 yılında 3,4 kat büyürken Ayvalık nüfusu 1950 yılına göre 2,6 katına ulaşmıştır.

Çizelge 1-6 Yıllara göre Ayvalık nüfus artışı

Çizelge 1-7 Yıllara göre Ayvalık nüfus dağılımı

 Kültürel Etkinlikler

Ayvalık’ta kültürel   faaliyetlerin   ilerlemesiyle yayıncılığın ilerlemesi paralel olmuştur. 1819   yılında   Konstantinos   Tombras   tarafından   bir   matbaa tesis edilmişti.  Matbaanın kurulması ile beraber yerel düzeyde yayınlar basılmaya başlandı.  Ardından Akademi’nin ihtiyaçlarıyla matbaa sayısı üçe çıktı. Ayvalık’ta Krikis (Halka) adlı bir gazete, Aiolikos Astir (Eolya Yıldızı) adlı edebiyat dergisi yayınlanmaktaydı.  1906 senesinden itibaren Aiolikos Spor Kulübünün genç kurucuları Kidoniakos Astir (Ayvalık Yıldızı) adlı bir gazete yayınladılar. Ayvalık’ta 20. yüzyılda edebiyat ve sanat alanında önemli kişiler yetişmiştir. Bunların   en   önemlileri   arasında    Fotis    Kondoglou, Ilias Venezis, Panos Valsonakis, Georgios Sakkaris ve Cunda Adası’ndan Startis Dukas, Stratis Drakaos, Sitsa Karaiskaki yer almaktadır. Özellikle Fotis Kondoglou ve Ilias Venezis vermiş olduğu eserler sonucunda Çağdaş Yunan Edebiyatı’nın 1930 Kuşağı edebi akımının önemli yazarları arasında yer almışlardır. Fotis Kondoglou’nun (Vatanım Ayvalık) ve Ilias Venezis’in (Eolya Toprağı) adlı eserleri Ayvalık hakkında önemli bilgiler içermektedir. Ayvalık’ta 19.  yüzyılın son çeyreğinden itibaren farklı amaçlarla dernekler kurulmaya başladı.  1895 senesinde iki musiki kulübü kuruldu. 1905    senesinde    kadınların sanatsal yönlerini geliştirmek ve fakir kızlara yardım etmek amacıyla Fukaraperver    Uhuvvet    Cemiyeti    faaliyete geçti. İki katlı bir binanın birinci katında dokuma tezgâhları vardı, ikinci    katında    nakış    bölümü    faaliyet gösteriyordu. 1907 senesinde Ziraat Birliği kuruldu. Bu arada eğlence amaçlı cemiyetler de kurulmaktaydı. Bunlardan biri Tüccar Memurları Cemiyeti idi.  Sahilde büyük bir yer kiralamışlardı.  Söz konusu salonda mandolin, gitar konçertoları veriliyor, gençler tarafından konferanslar düzenleniyordu. Cemiyet, 1917’de Ayvalık tehciri nedeni ile feshedildi. Ayvalık’ta ayrıca iki tane lokal bulunmaktaydı. Siyasi örgütlenmeyi incelersek, daha 1908 yılında II. Meşrutiyet’in özgürlük ortamında, Ayvalıklı Rumların siyasi faaliyetleri artmaya başladı.  20 Eylül 1908 tarihinde ‘Yunan Siyasi Cemiyeti’ adı   ile   bir   örgüt   kurdular.   Meşrutiyetin   özgürlük   ortamını suiistimal ederek ayaklanma çıkarmaya kalkışsalar da bunda başarılı olamadılar. Bu olay söz konusu cemiyetin kapanmasına neden oldu. Ayvalık’ta sağlık ve hayır kurumlarının kurulmasına da önem verilmiştir. 1780 senesinden itibaren Öksüzler Meryem’i Kilisesi avlusunda hastane ve çocuk yuvası faaliyete   girdi. 1880 senesinde hastane açıldı.  Hastanenin içinde huzurevi, çocuk yuvası ve öksüzler yurdu işlev görmekteydi. Ayvalık’taki Hastane, İzmir’den sonra bölgenin en önemli tıp merkeziydi.  

Türk Ocakları

Türk Ocakları, kurulduğu 12 Mart 1912 yılından kapandığı 1931 yılına kadar geçen sürede yürüttüğü sosyal ve kültürel faaliyetler, açtığı kütüphaneler, yaptığı yayınlarla geniş kitlelere seslenmiş, kendisinden önce kurulan kuruluşlardan daha etkili bir konuma sahip olmuştur. Türk Ocakları, işgal güçlerince kapatılmasının ardından millî uyanışı sağlamak için düzenlenen mitinglerde ve cephede ön safhada savaşmış, Millî Mücadele boyunca Mustafa Kemal Paşa’nın çevresinde toplanmış Cumhuriyetin ilanından sonraki dönemde yönetim ve halk arasında devrimlerin yerleşmesi, ülkede millî birlik ve beraberliğin sağlanması gibi konularda önemli görevler üstlenmiştir. Ayvalık’a yerleşen mübadillerin toplumsal yapıya uyum sağlamaları ve ulusal bilinç kazanmaları aşamasında Ayvalık Türk Ocağı etkili bir şekilde çalışmış, Ayvalık halkı yeni Türkiye’nin yurttaşı kimliğiyle bir bütün olmuş, ilçe yeni baştan onarılarak ekonomik ve sosyal canlılığına kavuşmuştur.

Anadolu’da kazanılan zaferden sonra açılan İzmir Türk Ocağı’nın ardından, 1923 yılı ocak ayında Afyon, Aydın ve Sivas Türk Ocakları ile birlikte Ayvalık Türk Ocağı da açılmıştır. 10 Ekim 1924’de toplanan Ocak Kongresi'nde yapılan seçimde başkanlığa Doktor Fazıl Doğan seçilmiştir. Devrimlere sahip çıkan Ayvalık Türk Ocağı, 1925 yılında meydana gelen Şeyh Said ayaklanmasına bir miting ile tepki göstermiştir. Ayvalık Türk Ocağı, mübadele gereğince Ayvalık’a yerleştirilen halkın ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak Türkçe kurslar açmış ve etkinlikler düzenlemiştir. Kasım 1923’den başlayarak iki yıl süreyle gece dersleriyle sağlık, ziraat, ticaret, muhasebe, hukuk, sanayi, elektrik ve musiki dersleri verilmiştir. Ayrıca yeni usul muhasebe konusunda çıkan kanun sonrasında yaşanan sorunları en aza indirmek amacıyla şirketlerin tutması zorunlu hesap defterleriyle ilgili tüccar ve ticaretle uğraşanlara hem teori hem de uygulamalı dersler verilmiştir.

Resim 1-5 1924 yılında kurulan Ayvalık Türk Ocağı Sanat Mektebi binası (23.2.1926). En son olarak Ayvalık Türk Ocağı Hususi Orta Mektebi olarak kullanılmıştır. 1944 yılında hasar alan yapı günümüzde yoktur. 

Türkçe Öğrenme Hizmeti: İçişleri Bakanlığı’nın ‘Her yerde Türkçe konuşulacak’ şeklindeki görüşü doğrultusunda Ayvalık Türk Ocağı ilçe de Türkçe konuşan ve okuma yazma bilmeyenler için ocak binasında ücretsiz kurslar açmıştır (31 Ağustos 1925). Yaygın eğitimin yanında örgün eğitime de önem veren Ayvalık Türk Ocağı, okullar açarak bu okulların binalarını ve donanımını kendisi yapmış, öğretmenlerin ücretlerini karşılayarak öğrencilerin aynı biçimde giyinmelerine yardımcı olmuştur.

Öksüzler Yurdu ve Sanat Mektebi Açılması: Ayvalık Türk Ocağı'nın eğitim konusundaki çalışmaları arasında Öksüz Yurdu Sanat Mektebi’nin özel bir yeri vardır. Savaş sonrası yardıma muhtaç kalan çocuklar 11 Ocak 1926 Cuma günü açılan okul ile hem barınabilmiş hem de meslek sahibi olarak yaşama daha güçlü atılma şansını yakalamışlardır.

Müzik Hizmeti: Müzik etkinliklerini yürütmek amacıyla, Ayvalık Türk Ocağı bünyesinde Musiki Yurdu adıyla bir bölüm oluşturulmuştur. Ayvalık'taki amatör müzisyenleri dernek çatısı altında toplayan Musiki Yurdu, Halk Partisi binasında kendilerine ayrılan bölümde çalışmaya başlamış, Türk Ocağı salonunda halka açık verilen konserlerde Türk ve Batı müziği seçkisi sunulmuştur (1927). Ayrıca müzik konusunda evlerde veya Türk Ocağı’nda piyano dersleri almak isteyenlere ders verilmesine yardımcı olmuştur (1928).

Kütüphane Hizmeti: Türk Ocakları kurulduğu tarihten itibaren kütüphanelerin toplumun gelişimindeki önemini kavramış, halkın aydınlatılmasında kütüphaneleri olmazsa olmaz kabul etmiştir. Ayvalık’ta da 30 Mart 1925’de Türk Ocağı binası içerisinde Kütüphane ve Okuma salonunu hizmete açmıştır.

Sağlık Hizmetleri: Halkla doğrudan ilişki kurmanın aracı şeklinde yorumlanan sağlık hizmetleri, Türk Ocakları'nda özellikle mesleği doktorluk olan üyeler tarafından dikkatle yürütülmüş, her pazar, salı ve perşembe günleri öğleden sonra doktorlar ücretsiz hasta muayene etmiştir.

Spor Hizmetleri: Ayvalık Türk Ocağı, sağlam nesil yetiştirmek amacıyla etkin bir spor teşkilatı kurmuştur. İlçede futbol takımı olarak Türk Ocağı İdman Yurdu ve Ayvalık İşçiler Spor Kulübü vardı. 1926 yılı şubat ayında da İttihat Spor kurulmuş ve fahri başkanlığına Meclis başkanı ve Karesi Milletvekili Kazım (Özalp) Paşa getirilmiştir (8 Şubat 1926).

Sinema Hizmetleri: Türk Ocaklarınca halk eğitiminde etkin bir eğitim aracı olarak kabul edilen sinemadan da yararlanılmıştır. Zirai ve sanayi hayatı tespit etmek ve elde edilen görüntüleri halkla ücretsiz paylaşmak amacıyla bir film ve projeksiyon makinesi getirtilmiş, bu makine ile ilk kez Türkiye’de deve güreşlerini filme alınmıştır (1926).

Resim 1-6 Ayvalık Türk Ocağı binası bir dönemde Ayvalık Türk Ocağı Hususi Orta Mektebi olarak kullanılmıştır. 1944 yılında hasar alan yapı günümüzde yoktur. 

Türk Ocakları’nın 10 Nisan 1931 tarihinde feshedilmesi ile birlikte Ayvalık Türk Ocağı da kapatılmış, menkul ve gayrimenkulleri CHP’ye devredilmiştir. Türk Ocaklarının cumhuriyet döneminde faaliyette bulunduğu 1923-1931 yılları, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak amacıyla bir dizi reformu yaşama geçirdiği yıllardır.

Spor Faaliyetleri

Ayvalık’ta 1906 yılında kurulmuş Aiolikos[31] Spor Kulübü vardı. Cumhuriyet ile birlikte yeni kulüpler kuruldu. Ayvalık ilçesinin bağlı olduğu Balıkesir’de 19 Şubat 1924 tarihinden itibaren merkez ve ilçelerdeki kulüpler bölgede resmi spor hareketlerine başladılar. Ayvalık Türk Ocağı’nda, faal bir spor teşkilatına sahipti. İlçede futbol takımı olarak Türk Ocağı İdman Yurdu ve İşçiler Kulübü İdmancıları vardı. İşçiler Kulübü İdmancılarının ismi, alınan kararla Altınordu Spor Kulübü şeklinde değiştirildi. 1926 yılı şubat ayında gençler İttihat Sporu kurdular ve fahri başkanlığına Meclis başkanı ve Karesi Milletvekili Kazım (Özalp) Paşa’yı getirdiler. Ayvalık’ta düzenli müsabakaların dışında Türk Tayyare Cemiyeti, Zafer ve Tayyare Bayramı gibi özel günlerde İttihat Spor ve Altınordu arasında kupa ödüllü spor karşılaşmaları düzenlendi. Ayvalıklı gençler de çevre il ve ilçelerdeki takımlarla spor müsabakalarına katıldılar. Ayvalık’ta sporun gelişimi için çaba sarf eden Türk Ocağı, 1926 yılında gençlerin daha iyi şartlarda spor yapmasını sağlamak amacıyla 2.500 liraya hastane arkasındaki eski mezarlığın yerini düzenleyerek spor sahası haline getirdi. Sonradan seyirciler için tribün de inşa ettirilecekti. Yeni saha yapılmakla beraber maçların çoğu Çamlık’taki futbol sahasında oynandı.

Ayvalık İdman Yurdu sporcuları, 1930 yılında Pallez Viyakos takımından gelen davet üzerine bu takımla maç yapmak üzere Midilli’ye gittiler. Takımların 2-2 berabere kalması ise iki demokratik ve cumhuriyetçi ülke gençlerinin başarısı şeklinde yorumlandı. 1930 yılında gerçekleştirilen Mıntıka İdman Kongresine katılan Ayvalık İdman Yurdu, aynı zamanda Balıkesir federasyonuna dâhil oldu ve 1931 yılında mıntıka şampiyonluğunu kazandı. Mübadillerin büyük kısmının Girit ve Midilli adasından gelmesinin de etkisiyle, 1930 yılından itibaren futbol dışında halkın ilgisini çeken sporların başında deniz sporları yer aldı. Bu spor dalları yanında yelken ve bisiklet sporlarına da yer verildi. Türk Ocaklarının kapatılıp Ocak ile ilgili mal ve görevlerini CHP’ye aktarmasının ardından toplumsal kültür yaratma çabalarının halka yaygınlaştırılması amacıyla 19 Şubat 1932’de Halkevleri kuruldu. Ayvalık Halkevi ise 22 Şubat 1935 günü faaliyete başladı. Ayvalık Halkevi Spor Kolu, futbol, atletizm, denizcilik gibi üç spor bölümü ile faaliyete geçmiş, ayrıca dışarda İdman Yurdu Spor Kulübü ile çeşitli spor ve beden hareketlerine, toplu gezintiler gibi sosyal etkinliklere de yer vermişti. Ayvalık nüfusunun yarıdan fazlası mübadillerden oluştuğu için, farklı bölgelerden gelen mübadillerin bir arada yaşamayı öğrenmelerinde halkevi spor kolu faaliyetlerinden yararlanılması hedeflendi. Ancak gelenlerin farklı ekonomik, sosyal veya kültürel beklentileri nedeniyle birlikte hareket etmeleri düşünüldüğü kadar hızlı gerçekleşmedi ve hatta sorunlar yaşandı. İlçedeki sportif faaliyetler de bu durumdan olumsuz etkilendi. Yaşanan sorunun görünürdeki nedeni ilçede ikinci bir spor kulübünün faaliyete geçmesiydi. Ayvalık’ta sportif etkinlikler için İdman Yurdu adlı bir kulüp vardı. Kaymakam Hüsnü Bey ile ilçe CHP başkanı Dr. Fazıl Doğan Bey, kulübün faaliyetlerini yeterli bulmayıp meşru bir rekabet uyandırarak çalışmayı yükseltmek için 1937 yılında Akın Spor adıyla ikinci bir spor kulübü oluşturdular. Kulüp başkanlığına Dr. Fazıl Doğan’ın eşi Hüsniye Doğan getirildi. Bu ikinci kulübün teşekkülü ve özellikle başkanlığına Dr. Fazıl Bey’in eşinin geçmesi ile karşıt görüşler birbirleriyle çatışmaya başladılar.

İdman Yurdu’nun rengi çam ve zeytin dallarının rengini sembolize eden Yeşil-Beyaz, Akın Spor ’un ise Kırmızı-Beyazdı. Aradaki soğukluk ve karşıtlık öylesine büyüdü ki, Akın Spor kulübünün rengi kırmızı beyaz olduğundan karşıt taraf Türk bayrağından soğutuyor diye şikâyette bulunabildi. Gerginliğin ortadan kaldırılması amacıyla Dr. Fazıl Doğan halkevi başkanlığından ayrılsa da Ayvalık gazetesinde halkevinin istenilen oranda faaliyette bulunmadığı şikâyetleri devam etti. CHP örgütü soruna çözüm ararken iki kulüp arasındaki çatışma da gazete sayfalarına yansıdı. Ayvalık gazetesi, Akın Spor taraftarlarını ilçedeki Avcılık Kulübünü de ele geçirmekle itham etti. Olayları incelemek için ilçeye gelen parti müfettişi ise raporunda yaşananların baş sorumlusu olarak Ayvalık gazetesi sahibi Avni Baskın’ı gösterdi ve bu gazetenin kapanmasını önerdi. Çevredeki ilçelerde de birden fazla kulüp varken bu sorunun yaşanmamasına rağmen Ayvalık’ta sadece sporcular değil, akrabalar ve hatta bir evdeki kardeşler bile birbirine düşman bir vaziyet aldıkları görüldü. Öyle ki, şehrin sakinlerinin yarısı diğer yarısına karşı düşmanca bir tutum takınmış, şehir ekonomisini derinden etkileyecek geniş çaplı boykotlar başlamıştı. Spor sahasında iki kulübün futbol maçları oynanırken olay çıkmaması için jandarma ve polisten başka askerden de yararlanılmasına karar verildi. Buna rağmen oynanan maçta önce sahadaki sporcular, devamında seyirciler birbirine girdi. Süngü takan askerlerin müdahale etmesiyle daha olumsuz durumlar yaşanmadan olaylar önlenebildi. Yapılan incelemeler sonunda iki kulübün birleştirilmesine karar verildi. Her iki kulüp birleşmeyi kabul etti. Bununla birlikte her iki takım arasında yeni bir çatışma konusu ortaya çıktı. İdman Yurdu isminden ve renginden feragat etmemekte ısrar etti. Akın Spor ise bu öneriyi kabul etmemekteydi. İdman Yurdu yöneticileri bunun üzerine Genel sekreterliğe telgraf çekerek, kendilerinin 1924 yılında, Akınspor’un ise 1937 yılında kurulmuş olmasından dolayı kulüplerinin daha eski olduğunu ayrıca Akınspor yöneticilerinin başarısızlıkları nedeniyle kulübün borç içinde olduğundan dolayı, Akın Spor ‘un İdman Yurdu’na katılmasına karar verilmesini istediler. CHP Genel Sekreterliği ise şehrin asayişini bozdukları gerekçesiyle Ayvalık’taki her iki spor kulübünü de kapatma kararı alarak olaya son noktayı koydu.

İki spor kulübünün kapanması sonrasında gelen talepler üzerine 1938 yılı aralık ayında yeni bir spor kulübü oluşturma faaliyetleri başladı. Yeni spor kulübü iç tüzüğe göre Bozkurt adı ve forsu ile lacivert beyaz forması tespit edilerek resmi işlemlere başlandı. Ayvalık Gücü adını taşıyan kulüp başlangıçta halkevi içinde faaliyete geçti. İlçedeki çatışmalar ise bu olay sonrasında duruldu. 1948 yılında Ayvalık Gücü, Edremit Kümesi liginde oynuyordu. 1948 yılında düzenlenen deve güreşlerinin ilgiyle izlendiği belirtiliyor. Ata sporlardan güreşe Ayvalık’a Balkanlardan ve Rumeli’den gelenler ilgi duymasına karşın Midilli ve Girit adasından gelenler ilgi duymamıştır. O yıllarda Ayvalık’ta spor konusundaki bir diğer gelişme Tenis Kulübünün kurulmasıydı. Ayvalıklı Kenan Kaptan ve Cem Madra’nın önderliğinde Çamlık’ta tenis sahası yapıldı ve Ayvalık Tenis Kulübü 9 Nisan 1948 tarihinde kuruldu.

Resim 1-7 Midilli futbol müsabakası hatırası (1930)

Resim 1-8 Çamlık sahasında futbol müsabakası.

Eğlence Hayatı

Ayvalık gecelerini şenlendiren meyhaneler eskiden sahile yakın yerlerdeydi, şimdilerde tenekeciler sokağının dar sokaklarındalar. 1894’teki Servet-i Fünun’a göre Ayvalık’ta o tarihte üç gazino, beş meyhane ve 70 kahvehane vardı. O dönemde kahvehaneler ve gazinolar da da içki içilebildiğinden, içki içilebilen mekân sayısı 78 adettir. Ülkemizde bulunan 36 milli parkın en büyüğü 17.900 hektarlık alan ile doğal güzellikler ile bezenmiş Ayvalık sınırları içerisinde yer almaktadır. Ayvalık adaları tabiat parkında 750 bitki türü bulunmakta, bunlardan 4 tanesi endemik (başka ülkelerde olmayan) 17 tanesi de anavatanı Türkiye olan bitkidir. Bu potansiyelin değerlendirilmesi ve kullanımının kontrol altına alınarak koruma-kullanma dengesinin korunması amacıyla 1976 yılında Ayvalık ve çevresindeki 17.900 hektarlık alan doğal ve tarihi sit alanı olarak kabul edilmiştir.

Resim 1-9 Ayvalık meydanı hayatın en canlı olduğu bölgelerden birisi 

Ayvalık Adı Nereden Geliyor?

Ayvalık’ın adı birçok tartışmayı beraberinde getirmektedir. Bu tartışmalardan biri de Ayvalık isminin nereden geldiğidir. Ayvalık nispeten yeni bir yerleşim yeridir. Ayvalık kasabasının adının resmen ‘Ayvalık’ olarak tescil edilmesi ise oldukça geç bir tarihte 1914 yılında gerçekleşmiştir. Adı konusundaki tartışmalar Osmanlı Döneminden kalmadır. Bu topraklarda zeytin ve zeytinyağı hep öncelikli olmasına rağmen, ayva meyvesinin adı hiçbir yerde, hiçbir tarihi belgede geçmemesine rağmen neden adı Ayvalık’tı? Hayatını adeta Ayvalık’a adamış yazar Ahmet Yorulmaz kitaplarında bu konuya aşağıdaki gibi açıklamalar getirir.

Ayva-lık/Kidonie/Kydonia/Kydonea/Cydonea/Cydnia

Birinci sav, Ayvalık adının ‘Yabani Ayva Ağacı’ndan geldiğidir. ‘Türkiye’nin Ağaçları’ kitabında ayvanın Latincesi Cydonia Oblonga’dır. Gülgillerden (Rosaceae) ailesine mensup, iki çenekliler (Dicotyledonae) sınıfına ait bir ağaçtır. Kışın yaprağını döken, 6-7 metreye kadar boylanabilen bir ağaçtır. Vatanı orta ve güneybatı Asya’dır. Türkiye’de pek çok bölgede farklı türleri yetişmektedir. Ayva yüksekliğin deniz seviyesinden 10 ila 1000 metre arasında olduğu, kumlu ve geçirgen topraklarda yetişir. Ayva tarihini incelediğimizde Asya’da Kuzey-Batı İran ve Türkistan’dan Anadolu’ya gelmiş, MÖ 650 yıllarında Yunanistan’da yetiştirildiği kayıtlara geçmiştir. Daha sonra İtalya ve Avrupa’ya yayılmıştır. Günümüzde Avustralya haricinde dünyanın her ülkesinde ayva üretilmektedir. Türkiye ise ayva üretiminde dünya lideridir. Bir zamanlar Ayvalık’ta ayva yetişiyor muydu bilmiyoruz ama Rumların buradaki yerleşmeye birçok belgede Kidonia demelerinden ve bu adı kullanmalarından yola çıkarak buranın Türkçeleşmiş halinin daha 19. yüzyılın sonlarında Aivaly-Aivali olarak Rumlar tarafından da kullanıldığını ve buraya gelen fotoğrafçıların, gezginlerin eserlerinde rastlandığını belirtmeliyiz. Ayvalık adının, ‘Kidonia/ Aivaly/ Ayvalık’ şeklinde değişiminin Yunan İsyanından sonra kentte geri gelen Rumlarla birlikte, buraya yerleşen Türklerin bir arada yaşamasıyla gerçekleştiğini düşünmekteyiz. Rumlar hep Kidonia’yı kullanmalarına rağmen, Türklerin, Ayvalık adını kelimenin anlamından yola çıkarak Türkçeleşmiş olarak kullanmaları yanlış olamazdı diyebiliriz. Kentin tamamen Türk yönetimine geçmesinden sonra ismin değiştiği varsayılabilir. Aivaly adının hangi yıllarda kullanılmaya başlandığı önemli bir sorudur? Ayvalık mı, Aivaly mi, Kidonia mı? Mübadele döneminde Ayvalıklı Rumların Atina’da kurmuş olduğu derneğin adı ‘Ayvalıklılar Birliği’dir. Derneğin ayda bir çıkan gazetesinin adı ise ‘Kidoniakos Astir’ yani Ayvalık Yıldızı’dır. Ayvalıklı Rumlar göç etse de Kidonia ismini yerleştikleri yerlere götürmüş ve yaşatmaya devam etmişlerdir.

Ayvalık/Ayvada/Ayfada/Kidonya

Ayvalık’ta tur tekneleriyle adalar turuna çıkarsanız, gemiciler bazen dalıp kumun içinden Ayvada/Ayfada adında kalın kabuklu bir midye türü çıkarırlar. Bir çakıyla açtıkları Ayvada’nın üzerine limon sıkıp taze olarak yerler. Balıkçılara, tekne kaptanlarına sorarsanız Ayvalık adı Ayvada veya Ayfada’dan gelmektedir. Yine Ayvalık adalarında özellikle Cunda (Alibey) Adasının sığ yerlerinde, Badavut’ta kumun içinde yaşayan ve sadece Ayvalıklı büyüklerimizin ustaca manevralarıyla çıkardığı Kidonya adındaki midye türü, Ayvada gibi limon sıkılarak hemen tüketilmektedir. Bu iki kabuklunun Ayvalık adıyla alakası dikkat çekicidir. Ayvalık’ın tarihi iki adı, iki midye türüne isim babalığı mı yapmıştır, yoksa bu midyelerin ismi Ayvalık’a mı isim babalığı yapmıştır?

Resim 1-10 Solda Kidonya midyesi sağda istridye büyüklüğünde Ayvada midyesi

Kidona/Kidonia/Kidonias/Kidonies/Kidonion

Ayvalık doğumlu İlias Venezis, Ayvalık için antik Aiol yerleşimlerine ithafen ‘Eolya’nın Başkenti’ demektedir. ‘Eolya Toprağı’ ismindeki romanı onun dünya çapında tanınmasına sebep olmuştur. Eolya-Aeolis-Aiolis tabirleri aynıdır. MÖ 1200-800 yılları arasında tarihte Hellen Göçü ya da Hellen kolonizasyonu olarak anılan göçler gerçekleşir. Önce İonlar kitlesel göçlerini gerçekleştirir ve İzmir’in güneyinde İonya bölgesine yerleşirler. Daha sonra Aioller göç ederek, Çanakkale civarında ve Midilli adasında kentler kurarlar. Buradan da Batı Anadolu’ya geçerler. Aiol göçleri daha çok kıyı kısmında kalır. Bölgede yüzey araştırması yapan Prof. Dr. Engin Beksaç’a göre Aiolis Bölgesinin kuzey sınırı Gömeç-Ayvalık sınırından başlamakta, güney sınırı ise İzmir’in kuzeyinde kalan kıyı şeridi olarak belirtilmektedir. Dolayısıyla Ayvalık ve çevresi antik Aiolis Bölgesinin içindedir. Ahmet Yorulmaz, Ayvalık’ın veya Kydonia’nın, Midilli’nin Kidona köyünden veya Girit’in Kidonies bölgesinden gelenler tarafından kurulmuş olabileceğini bu yüzden bu adı aldığının varsayımlardan biri olduğunu belirtmektedir. 

Kitonion/Kytonion/Kertonos/Kimidenia/Kemente

Ksenophon[32] ‘Onbinlerin Dönüşü’ adlı yapıtında antik bir kentten söz eder, ‘Kitonion’ kentinden. Bilinen, ‘Onbinlerin Dönüşü’ yolunda bir kıyı kenti bulunmadığıdır. Antik Kitonion, Dursunlu köyüyle Yukarıbey köyü arasındadır. Dursunlu, Gömeç kazasına, Yukarıbey de Bergama'ya bağlıdır. Bu verilere göre antik kentin Ayvalık'tan uzaklığı, zamanımız ölçütlerine göre en az 35 kilometredir. Görülüyor ki bu açıklama pek tutarlı değil. Kytonion Kenti, günümüzde Bergama ile Edremit arasında, Kozak çayının yukarı kesiminde Asar (Kale) (Bürchner) denilen yerde olduğu düşünülmektedir. Kytonion sözcüğü Hellen dilinde, Çukur veya Çukur Nesne anlamına gelen Kytos ile bağlantılı olduğu sanılmaktadır.

Bilge Umar’ın ‘Türkiye’deki Tarihsel Adlar’ kitabında Kytonion olarak anılan kent, Ahmet Yorulmaz’ın kitabında Kitonion olarak anılmaktadır. Elimizdeki Ksenophon[33] çevirisinde ise durum farklıdır. Bu çeviriye göre Kitonion/Kytonion kenti Kertonos olarak geçmektedir. Kertonos için; ifadeden de anlaşılacağı üzere içinden geçilen bir yer anlatılmaktadır. Yine bölgedeki Kestel Çayının antik adının da Keteios olduğunu belirtelim. Onbinler muhtemelen Kestel çayının yarattığı vadiden geçerek Bergama’ya ulaşmışlardır. İlias Venezis ‘Eolya Toprağı’ isimli kitabında Madra dağına ve eteklerine Kimidenia demektedir. Dedesinin çiftliği de bu bölgededir. Günümüzde Dikili sınırlarında olan Gökçeağıl Köyünün eski adı Kemente’dir. Köyün yaylası halen Kemente adıyla anılmaktadır. Kemente, Kimidenia ismiyle bağlantılıdır. Ayvalıklı İlias Venezis kitaplarında ailesini ve çocukluğunu anlatırken neden Ayvalık demedi, Kydonie demedi Kimidenia dedi? Kidonion adının Kitonion ile benzerliği tartışılmaz. Ama en azından elimizdeki çeviride bu isim böyle geçmektedir. Yukarıda andığımız diğer yer isimleriyle kurulabilecek bağlantılarsa bir hayli zorlama olacaktır.

 Ai-vallin/Aivaly/Aivali

Ahmet Yorulmaz, bazı kaynaklarda Ayvalık adının, ‘Ai-vallin’ sözcüğünden gelmiş olduğunu söylemektedir. Ai-vallin’in anlamı ‘Oturanların silahla sürekli vurma tutkusunda olan yer’ demekmiş. Rum döneminde kaçakçılık faaliyetlerinin yoğun olduğu bir yer olan Ayvalık isminin böyle bir anlamla anılmasından doğal bir şey olamaz düşüncesindeyiz. Bu düşüncemizi Ayvalık adının anıldığı bir şarkının sözlerinde görmemiz bizi şaşırtmadı. Ayrıca 20. yüzyılın başında çekilen Ayvalık fotoğraflarında[34] Aivaly/Ai-valy veya Aivali adlarını görmekteyiz. Bu fotoğraflarda Contaxis, Ayvalık için Aivaly adını kullanmaktadır. Bu adların Ai-vallin ile alakalı olup olmadığını bilemiyoruz.

Eğri Bucak/Kafir Ağılı/Ayvalık Perekendesi

Ayvalık yöresiyle ilgili Eğri Bucak, Kafir Ağılı ve Ayvalık Perekendesi adlarının da Türkler tarafından kullanıldığını Fotis Kondoglou’nun ‘Vatanım Ayvalık’ kitabından öğreniyoruz;

‘Şehir Anadolu sahiline kurulmuştur, tam Dalyanın karşısına, başka bir deyişle yaz güneşinin batışını görür. Yunanca da Kidonya, Türkçede Ayvalık denir, yani ayva memleketi, zira o zamanlar evleri kondurmadan önce yabani orman hala vardı ve bu bölge silme yabani ayva ağaçlarıyla doluydu. Ayvalık’ın yarımadasından iki saatlik yol kadar güneyde, tuzla ile Dikili arasında denize yakın, Kabakum denen bir yer vardır. Hıristiyanlar ilk önce buraya kulübelerini yaptılar, daha sonra da oradan yarımadanın güneyine Eğribucak diye adlandırdıkları Sarımsaklı sahiline yerleştiler. Ama orada da huzur bulamadılar, çünkü korsanlar her gelişlerinde köylerini yakıp yıktılar. Korsanlar Berberiler, Maltalılar ve daha birçoklarıydı. Yerleşimciler Şeytan Sofrası’nın dış tarafından derin bir tünel kazmışlardı ve korsanlar kovaladıklarında oraya gizleniyorlardı. Rahat yüzü görmeyince, yeni memleketlerini yine bırakmaya karar verdiler. Ve boğazın içine girerek, güvenli bir yer aramaya başladılar sonunda bugünkü Ayvalık’ın yerini seçtiler, kulübelerinin temellerini attılar, 1580’e doğru. Yöre tamamen yabani ayva ve zeytin ağaçlarıyla kaplıydı, bunların arasında köylerini meydana getirdiler. Önce de dediğim gibi Ayvalık ayva olan yer demektir. Ayvalık kurulmadan önce, oradan bir saatlik mesafede, Yörüklerden içerde, bir sigara içimlik mesafede önceden yapılmış birkaç kulübe vardı. Bu kulübelerde Hıristiyan çobanlar oturuyordu ve Türkler buraya ‘Kafir Ağılı’ diyordu. Sonra kalabalıklaştı ve köy oldu ve oraya Yeniçarohori/Yeniçeri Köyü/ Küçükköy dediler. Türkler bütün bu çevreye ‘Eğri Bucak, Kafir Ağılı, Ayvalık perekendesi’ gibi adlar taktılar.’

 Gezginlere Göre Ayvalık Adı

19. yüzyılda Ayvalık ve çevresini birçok gezgin ziyaret edecektir. Bunların bir kısmı misyonerlik faaliyetleri için bölgeye gelecektir. 1818 yılında Ayvalık Akademisini ziyaret için gelen İngiliz Evangelist Papaz William Jowett ziyaretini anlattığı notlarda şu bilgileri aktaracaktır:

Ayvalık, Midilli adasının kuzey kısmı ile kasaba (Ayvalık) arasında uzanan Muskonisi adası (Cunda) karşısında yer alan bir beldedir. Kentin Türkçe adı Ayvalık Rumca adı ise Kdonia’dır. Her ikisi de aynı ağaçları tanımlar. Bu ad kente neden verilmiştir, bilmiyoruz. Ancak burada, azımsanmayacak oranda ayva ağaçları yetiştirilmektedir. Zeytin ve zeytinyağı başlıca üretim kaynağıdır.

Jowett 1818 yılında bölgede ayva ağacının olduğunu söylemektedir. Sanırız gelişen zaman içinde zeytin ve zeytine bağlı diğer ürünlerin ticareti gelişince ayva ağaçları sökülüp yerlerine zeytin ağaçları dikilmiş. Yine 1818 yılında bölgeyi bir başka misyoner ve gezgin ziyaret edecektir. Charles Williamson Efes, İzmir ve Menemen’i gezdikten sonra Ayvalık’a gelmiştir. Gezgin kenti şu şekilde aktarmaktadır:

Ayvalık küçük bir körfezin kıyısında verimsiz ve yüksek bir tepenin vadisinde yer almıştır… Kasabanın güneybatısına doğru aralarında yaklaşık bir saatlik mesafede manastır (Aya Nicholas Manastırı olmalı) yapılanmıştır. Ne kasabada ne de yakın çevrede antik yapı yoktur. Kasabanın nüfusu, yönetici (voyvoda), hâkim (kadı) ve aileleri dışında tüm halk Rumlardan oluşuyordu ve sayıları 15-20.000 civarındaydı. Kasabada sekiz kilise vardı, bazılarının iç düzeni iyi değildi. Ayvalık’ta peygamber Muhammed’in şerefine başlarını göğe yükselten minareler yoktu. Kasaba, zeytinyağının tamamının Padişahın saraylarında tüketilmesi konusunda zorlanıyordu. Saray, zeytinyağı değerinin ancak yarısını verecekti. Halk ağır bir yükümlülük altına girecekti.

Williamson, Ayvalık adı hakkında bir bilgi vermez ama bu devirde buranın ana gelirinin zeytin ve zeytinyağı olduğunu anlıyoruz. 1818 yılında kentte cami yoktur. Zeytinyağlarının tamamı saray tarafından hem de fiyatın yarısına satın alınıyormuş. Bu durum Rumların gelişen koşullarla birlikte başka ticaretlere yönelmelerine sebep olmuştur düşüncesindeyiz. Benzer örneği Osmanlı İznik çiniciliğinde yaşamıştır. Kaliteli çiniler üreten İznik, cami sayılarının artmasıyla beraber gelen talebe yetemez olmuş, bir de Osmanlı’nın tek fiyat belirlemesiyle üretim yapmak anlamsızlaşmış, önceleri kalite aşağı düşmüş, ardından çini fırınları tek tek kapanmıştır. Ahmet Yorulmaz’ın bu konudaki son sözleri ise aşağıdaki gibi:

Filozofların da bu yerin adı konusundaki görüşlerini vermek gerekir: Aioliki'nin (Eolya'nın) tahrif edilmiş biçimidir; Aiolik kelimesinden türetilmiştir Ayvalık. Türkler buraya daha Ayvalı ya da Ayvalık demeden önce, bu kent için yazan yazarların tümü de Kidonie diye söz etmişlerdir bölgeden. Eolya: Mitolojiye göre, Edremit Körfezi'nden İzmir'e kadar uzanan ve Midilli'yi de içine alan kıyıya yerleşmiş bir soyun ülkesi. Bu soydan olanlara Eoller ya da Eolyalılar denirdi. Ayvalık anlamına gelen Kidonie ismi MÖ 330'dan beri süregelmekte. Ancak ismin nereden kaynaklandığına dair bir yanıt bulamıyoruz. Antik Çağ'da buralar gerçekten ayvalıktı da oradan mı aldı? Bilemiyoruz.

1824 tarihli bir seyahat kitabında kenti adı Aivali yerine Haivali olarak yazılmıştı. Bilindiği gibi ana Türkçe’de bulunmayan h sesi, İslamiyetin kabulüyle Türkçe’ye girmiş ve genellikle kelimelerin başında yer aldığında ise düşmüştür (hep-ep, haydi-aydi gibi).



ZEYTİN BÜTÜN AĞAÇLARIN İLKİDİR

 Bazı alfabelerin son harflerinin bir kaderi vardır. Rusça’da ‘ben’ anlamına gelen ters R harfi ‘ya’ olarak okunur ve Kiril alfabesinin son harfidir. Bu nedenle Rusya’da kendinden sürekli söz eden ve hep ‘ben/ya’ diyenlere, ‘unutma alfabenin son harfisin’ denir. Yunanca’da ise alfabenin son harfi olan ‘Z/Zeta’ hem ölümsüzlük simgesidir hem de zeytini simgeler. Vassilis Vassilikos’un Z/ölümsüz romanının öldürülen milletvekili ‘Z’, ölümsüzdür. Filmin de başrol oyuncusu ‘Z’ harfidir. Arapça’dan Türkçeye geçen zeytin de Türkçe’de meyvelere verilen adlarda alfabetik olarak son sırada yer alır.

Zeytin, 500 yılı aşan uzun ömrü, neredeyse her yerinden yararlanılması ve semavi dinlerin doğduğu Ortadoğu gibi bir bölgede, insanlığa oldukça yararlı bir bitki olması nedeniyle her zaman belli bir kutsallık halesi[35] içinde değerlendirilmiştir. Zaman zaman da incir ve üzümle beraber uygarlık yaratan bitkilerden biri olarak nitelendirilmiştir. Yunan mitolojisi’nde de her zaman ölmez ağaç olarak nitelenen zeytin belki de evcilleştirilen en eski ağaçlardan biridir.

Olea europae ve Olea sativa bilimsel adlarıyla vaftiz edilmiş olan zeytin, son derece derin kültürel bağlar içerir.  Anavatanı Doğu Akdeniz olan zeytinin genetik çalışmalar sonucu olaster olarak adlandırılan ve günümüzde delice denilen, yabani zeytine benzeyen, yabani ve küçük bir ağaççık görünümündeki ilk atasından Ürdün Vadisi ve Doğu Akdeniz civarında evcilleştirildiği ileri sürülür. Bu ilksel yabani ata(oleaster) Ege ve Doğu Akdeniz’de yaygındır. Dar bir iklim kuşağında yetiştirilebilen zeytin için uygun bir alandır burası. Bir Ege adası olan Santorini’de volkanik alanlarda yapılan çalışmalarda ortaya çıkarılan fosilleşmiş yabani zeytin yaprakları ve bu yapraklar üzerinde rastlanılan zeytin zararlısı Aleurolobus olivinus’a[36] ait larva fosiller günümüzden 37.000 yıl öncesini işaret etmektedir. Kısaca yabani ata için anavatan Doğu Akdeniz, Ege, Anadolu’nun güney kıyıları ve doğuya doğru da olasılıkla Kuzey Suriye ve belki Güneydoğu Anadolu gibi gözükmekte. Ancak adı üstünde bu yabani zeytin. Peki bu durumda zeytin nerede ve ne zaman evcilleştirildi? Bu sorunun yanıtı kesin olarak bilinmemekle birlikte Suriye, Ürdün Vadisi ve Doğu Akdeniz civarından gelen arkeobotonik veriler içinde Olea europae ile ilgili kalıntılara rastlanılması zeytinin bu bölgelerde ve olasılıkla MÖ 6000 gibi evcilleştirilmiş olduğunu göstermekte. Suriye’de Halula’da, Doğu Akdeniz’de Carmel Dağı’nın Akdeniz’e uzanan batı eteklerindeki Kfar Samir ve diğer yerleşimlerle, Anadolu’nun güney kıyılarındaki Mersin Yumuktepe’den elde edilen arkeobotanik veriler içinde rastlanılan Olea europae ait zeytin çekirdekleri yaklaşık olarak MÖ 6000 civarında ve söz konusu bölgelerde zeytinin evcilleştirilmiş olabileceğinin ipuçlarını taşımaktadır.

Evcilleştirilmesi Neolotik döneme uzanan zeytin neden evcilleştirildi? Zira meyvesi içerdiği oleoropein nedeniyle acıdır, yani çiğ olarak tüketimi kolay değildir. Üstelik yabani zeytinin meyveleri de küçüktür. Kısacası yenilebilecek bir meyve değildir. Bununla birlikte odunu sağlamdır ve Yakındoğu halkları odunundan ve yağlı tohumundan yararlanmak için evcilleştirmiş olabilir.

Yağ bitkileri içinde mısır ve ayçiçeği Amerika kıtası kökenli, keten ve pamuk ise Hindistan civarından gelme. Geriye üç bitki kalıyor Antep fıstığı, haşhaş ve zeytin. Peki yağ neden gerekli? Evet beslenme açısından esansiel yağ asitlerinin elzem olduğu açık ve bunlar değişik bitkilerde az miktarda da olsa bulunmakta. Yağ veya bir başka gıda maddesinin eksikliği önemli olsa da insanın yaşamını idame ettirebilmesindeki tek ölçüt değil. Bu durumda insan neden bitkilerden yağ elde etmeye çalışmıştır? Bu sorunun yanıtını beslenme dışındaki alanlarda aramak gerek. Bu alan da olasılıkla aydınlanma ve piroteknoloji[37]  ile ilgili. Hemen bütün klasik dönem kazılarında toprak kökenli çanak çömleklerden sonra belki de en çok ortaya çıkarılan buluntu, kandillerdir. Yani andınlatma için kullanılan araç gereçler. Peki kandillerin içinde yakıt olarak ne kullanılmakta? Bu sorunun yanıtı da büyük bir olasılıkla yağ olarak verilebilir. O zaman hangi yağ? Yanıt açık. Olasılıkla bitkisel veya hayvansal yağlar.

Resim 1-11 Anadolu toprakları çok sayıda kadim delice[38] ağacı ile dolu.

 Yaklaşık 400 bin yıl önce ateşte çalı çırpı ve odun dışında başka maddelerin de yanabileceği bilgisini doğal zekâsı sayesinde edinen insanın ilk farkına vardığı nokta, çam, zeytin ve benzeri çıralı/reçineli veya yağlı bazı bitkilerin diğerlerine göre daha iyi yandığıdır. Benzer şekilde avladığı hayvanların bazı parçalarının daha iyi yandığı veya eridiğini farketmiş olmalıdır. Bu farkındalıkla beraber, özellikle başlarda yani Üst Paleolitik Çağ’ın başlarında önce çalı çırpı ve odunla başlayan yakıt gereksinimi sonrasında belki hayvansal yağlarla devam etse de asas olarak yerleşik yaşam ve tarımın ortaya çıkmaya başladığı Çanak Çöleksiz Neolitik Çağ ve sonrasında yerini yağ oranı yüksek bitkilere bırakmış olsa gerek. Başlangıçta yemek yapma, ısınma, aydınlatma ve benzeri amaçlarla kullanılan ocaklar olasılıkla Üst Paleolitik çağla birlikte işlevlerinden birini yani aydınlatmayı bir başka araca yani kandile bırakmış olmalı.

 Öncelikle ilk kandil ya da aydınlatma gerecinin Üst Paleolitik Çağ’ın mağara yaşantısında ortaya çıktığını belirtmek olasıdır. Bunun arkeolojik kanıtları Fransa’daki La Mouthe ve Lascaux mağaralarındaki kazılarda ortaya çıkarılmıştır. Kireçtaşının oyulması suretiyle yapılan bu ilk kandiller, yaklaşık olarak günümüzden 22.000-18.000 yıl önceki aralığa tarihlendirilmiş olup, bazılarının kaidesinde kazıma tekniğiyle yapılmış hayvan bezemeleri de bulunmakta ve yapılan kimyasal analizler bu kandillerin içinde hayvansal kökenli bir yağın yakıldığını göstermektedir. Dolayısıyla ilk kandillerin günümüzde yaklaşık 20.000 yıl önce üretildiğini ve içinde hayvansal bir yağ yakıldığını belirtmek olasıdır. Ayrıca bu türden taş kandillerin olasılıkla Çanak Çömlekli Neolitik Çağ’a kadar kullanılmış olabileceği çıkarması da yapılabilir. Yakındoğu kültürlerine bakıldığındaysa deniz kabuklarından üretilmiş kandillere Filistin civarında MÖ 8000-6000 yılları arasındaki değişik kazılarda rastlanılmış olup bunların içindeyse bitkisel ve hayvansal yağların yakıldığı araştırmacılarca saptanmıştır. Yakındoğu kandilleri için verilen bu tarihler zeytinin evcilleştirilmeye başlandığı tarihlerle uyumlu gibi gözükmektedir. İnsanlık zeytinin yağını aydınlatmada kullanmak için evcilleştirmiş olmalıdır. Ancak bu demek değildir ki zeytinyağı yemeklerde kullanılmadı. Elbette zeytinyağı yemeklerde kullanıldı, fakat bu zeytinyağının ikincil faydası olarak kabul edilmeli.

Yakındoğu’da özellikle Neolotik Dönem’den itibaren zeytin ya da zeytinyağına Sümer ya da Mezopotamya uygarlıklarına bakıldığında zeytinin adına, Akkad’ca da ‘zeirtum/zertum’ olarak rastlanılmakta ve bu sözcük daha sonrasında Hititçe’de Zertum ya da Sırdu/Serdu olarak karşımıza çıkmakta. Ayrıca Akkad’ca gibi Semitik bir dil olan Arapça’daysa ‘zaitun’ olup, bu dilsel olgu kültürel süreklilik açısından son derece heyecan vericidir. Mezopotamya kökenli bu ‘z’ ya da ‘zeta’ bağlantısı Yunanca’da alfabenin son harfine adını verme olarak okunan ‘Z’ harfi aynı zamanda ölmez ağaç olarak nitelenen zeytinin uzun yaşamasından esinlenilerek simgesel biçimde zeytini niteler hale gelmiştir. Ayrıca sözcüklerden anlaşılacağı gibi Türkçe zeytin de bu kökten gelmekte. Anadolu’nun batı ve güney kıyılarına yayılan zeytin ile ilgili Anadolu’dan bilinen ilk yazılı belgeler Hititler’den kalma olmakla birlikte, Hitit yazılı kaynaklarında zeytin ya da zeytinyağından söz edildiğinde, bu bitkinin tıpkı nar gibi Orta Anadolu’ya yabancı bir bitki olması nedeniyle, mutfak kültürü açısından akla Kizzuwatna[39], yani Çukurova mutfağı gelmelidir. Simgesel göndermeleri bir kenara bırakıp Yunancaya tekrar bakılacak olursa bu kez zeytin anlamına gelen ‘elaia’ sözcüğüyle karşılaşılır ki bu sözcük batı dillerinde ‘olea ya da olive’ sözcüklerine de kök olmuştur. Zeytin batıya doğru yol alırken bitkinin kendi adı değil ondan üretilen yağ sözcüğü isim olarak geçmiştir. En eski iki yağ kaynağı olan zeytin ve susam karşılaştıkları MÖ 2300’den itibaren çoğu zaman birbirlerinin ikamesi olarak görülmüşler ve yemekte ya da aydınlatmada kullanımları koşullara göre değişmiş ve biri diğerine tercih edilmiştir. Hellenistik ve Roma dönemlerinde bir zeytinyağı üretim bölgesi olan Doğu Akdeniz ve Ege kıyılarında zaman içinde susamyağı daha fazla yaygınlık kazanmıştır. Bu durum Osmanlı’nın hakimiyetinde de 15. yüzyılın sonlarına kadar sürmüş ve bu tarihten sonra artan yağ talebi susam yağıyla karşılanamaz hale gelince 16. yüzyıldan itibaren tekrar zeytin ve zeytinyağı üretiminde bir artış yaşanmıştır. Bunun nedenini susam ekilen alanlarla tahıl üretimi arasındaki benzer toprakları kullanma durumu ve aşılama yoluyla yabani zeytinden evcil zeytin elde edilmesi arasındaki ilişkide aramak gerekir. Evcilleştirilecek delice sayısı azaldığında ya da zeytinde yok yılı yaşandığında[40] zeytinyağı rekoltesi düşmekte ve artan nüfusun yağ gereksinimi için susama dönülmekte, ancak susam ekilen alanın artması ise bu kez tahıl üretimini tehdit etmekte ve bu döngü her iki yağlık ürün arasında dönemsel olarak değişiklik yapılmasını gerektirmiş olmalıdır.

Bilinen en eski yağhane ya da zeytinyağı işliği İsrail’deki kazılarda ortaya çıkarılmıştır. Anadolu’da ise günümüzden yaklaşık 2500 yıl öncesine tarihlenen ve bugün deneysel bir çalışmayla canlandırılan İzmir Urla ilçesindeki Klazomenai antik kenti zeytinyağı işliği Anadolu’nun en eski yağhanesidir. Eski çağda, Ege ve Akdeniz dünyasında yağının özellikle başta aydınlatma olmak üzere birçok alanda kullanılmasının yanı sıra tanelerinin tuza konularak tatlandırılması sayesinde yenilebilecek duruma gelen zeytin meyvesini, insanoğlu nasıl olmuş da fermantasyondan geçirmeyi akıl etmiştir? Bu sorunun yanıtı hurma zeytinde gizli olabilir. Bu konuya girmeden önce bir zeytin tanesini kısaca tanımak yerinde olur. Üzeri ince bir kabuk kısmıyla kaplı, içinde bir etli kısımla ile ortasında çekirdeği bulunan zeytinin, yeşilken ya da olgunlaşıp siyaha döndükten sonra da tadı acıdır. Acılığın nedeniyse oleuropein adı verilen bir glikozittir. Bu glikozit zeytinyağı elde edilirken kızıl su ya da kara su denilen kısımla birlikte ayrılırken, tanelerin yenecek hale gelmesi için bu maddeyi mikroorganizmalara parçalatarak dönüştürmek gerekir. İşte bu işlem için insanoğlunun kullandığı yöntem ise genelde saklama yöntemlerinde kullandığı tuzlamak olmuştur. Ancak bu aşamaya gelene dek doğada kendiliğinden olan fermantasyon olaylarını gözlemesi, bir başka deyişle doğal tarih zekâsı sayesinde elde ettiği bilgileri yine teknik zekasıyla yoğurarak bu yöntemi geliştirmesi gerekmiş olabilir. İşte burada devreye doğada kendiliğinden olan bir fermantasyon olayı sonucu ortaya çıkan hurma zeytin girmiş olabilir. Batı Anadolu’da özellikle de İzmir’in Urla-Çeşme-Karabarun Yarımadası’nda yaygın bir şekilde rastlanılan hurma zeytininin ayrıca Datça Yarımadası, Aydın, Kemalpaşa, Artvin Nizip, Kıta Yunanistan’ı, Girit, İsrail, Lübnan gibi yerlerde de oluştuğu bilinmektedir. Hurma zeytinin en önemli niteliği zeytin taneleri daha ağaçtayken, yörenin ekolojik koşullarının yardımıyla kendiliğinden yenecek duruma gelmesidir. Zeytin tanesinin rengi siyahtan sarımsı kahverengine dönmekte, tane buruşmakta ve koyu renkli bir hurma tanesine benzemektedir. Bu nedenle hurma denilen bu zeytinin renginin değişerek tatlanmasına neden olan ise Phomo olea adlı bir mikroorganizmanın zeytin tanesi üzerinde üreyerek acılığı veren glikozitleri parçalamasıdır.

Karaburun Yarımadası sakinlerinin çok iyi bildiği bu olay, ekim, kasım ya da aralık aylarında, hava koşullarının[41] uygun gitmesi halinde bir gecede meydana gelmekte ve zeytin tanesi yenebilecek duruma gelmektedir. Sonuç olarak burada gerçekleşen, mikro organizmanın yani Phomo elea’nın üremesi için gereken koşulların oluşması ve sonra da güneş açıp, sıcaklık yükselip, nem ortadan kalktığında da bu koşulların yok olmasıyla mikro organizmanın faaliyetinin sona ermesi ve elde yenebilecek kıvamda bir ürünün kalmasıdır.


Yunan Mitolojisi’ne göre Athena’nın bitkisidir zeytin. Athena ile Poseidon’un yarışmasının sonucunda tanrılar Poseidon’un atına karşılık Athena’nın zeytinin seçmiş ve böylece Attika’nın(Atina) kutsal koruyucu tanrıçası Athena olmuştur. Zeytinin ölmez ağaç olduğu inanışı da ağacın uzun yaşamasının yanı sıra belki Perslerin Atina’yı işgal ettiklerinde yaktıkları zeytinliklerdeki ağaçların bir süre sonra tekrar filizmesiyle ilgili olabilir. Aynı öyküyü Heredotos da sekizinci kitabında anlatır. Apollon’un Roia(nar) ile sevişmesinden doğan Anios, Dorippe ile evlenir ve üç kızı olur. Bunlar zeytin (Elais), Spermo(buğday) ve Oino(şarap) tır. Bu söylence aslında bir başka noktaya, uygarlık yaratan bitkilere işaret etmesiyle de önemlidir. Zira buğday uygarlığı başlatan ürünse, Ege uygarlığını yaratanlar da zeytin, üzüm ve incirdir. Tarihin babası Herodotos’da söz etmiştir zeytin ağacından. Herodotos yedinci kitabında Persleri anlatırken, Kserkeses’in rüyasından kendisini zeytin dalından bir taçla gördüğünden ve bunun bütün dünyanın kralı olacağı şeklinde yorumlandığından bahseder. Ayrıca yine sekizinci kitabında Olimpiyat oyunlarında kazanana zeytin dallarından yapılmış taç verilmesinden söz ederken, para ya da servet için değil onur için yapılan mücadelere vurgu yapar. Anadolu’da nefesli sazlar, örneğin klarnet yapımında zeytin ağacı kullanılır. Marangozluk açısından da zeytin ağacının yağlı odunu makbuldür.

(Ziraat Mühendisi ve Dokuz Eylül Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Ahmet Uhri’nin Boğaz Derdi adlı kitabından alıntıdır.)

 

ANADOLU KÜLTÜRÜNDE ZEYTİN AĞACI

Zeytin, çok uzun süre yaşayabilen, her zaman yeşil bir ağaçtır. Ülkemizde iki çeşit zeytin yetişmektedir. Bunlardan birincisi delice adı da verilen yabani zeytin Olea europaea var sylvestris’tir. Bu çeşit ancak aşılandığı takdirde verimli olur. İkinci çeşit ise Olea europaea var europaea, sıkça rastlanan kültür zeytinidir. Birçok zeytin ağacı yaşlandıkça kendi etrafında dönmeye başlar ve gövdesi bir vida görüntüsü kazanır. Yaprakları mızrak biçimindedir. Yapraklarının üst yüzeyi koyu-parlak yeşil, alt yüzeyi gümüşi renklidir. Zeytin çiçekleri çok küçük olup sarımsı beyazımsı renkte, güzel kokuludur. Eylül-Aralık ayında olgunlaşan meyveler, önce yeşil renkli, sonra mavi-siyah renkli olmaktadır. Zeytin, Akdeniz ikliminin görüldüğü, güneşli, sıcak ve ılıman bölgelerde yetişir. Toprak bakımından seçici olmayan zeytin, sıcaklığa, kuraklığa dayanıklı olup, aşırı soğuklara karşı hassastır.

Athena antik mitolojide ‘gök gözlü’ olarak anılır. Zeytin meyvesinin de hasat öncesinde gök(mor) rengini aldığı bilinir. Günümüzde ‘gözünün yağını yerim’ ‘zeytin gözlüm’ deyimlerinin Athena’nın gözü ile zeytin ilişkisinden kaynaklandığı düşünülebilir. Ayrıca zeytin yaprağının mızraksı görünümü de ikonografide Athena’nın elinde tuttuğu mızrağın kaynağını açıklayabilir. Anadolu’da Athena kutsal alanları ve tapınakları, zeytin ağacının yetiştiği bölgelerde kurulmuşlardır. Zeytin ağacı yetişmeyen iç bölgelerdeki antik Yunan kentlerinde Athena kültü ve tapınaklarına da rastlanmaz. Dolayısıyla bitkinin yetiştiği coğrafya, o bitkiden köken alan inanç ve kültürün de sınırını çizmektedir. Zeytinin evcilleştirildiği Neolitik çağda bu kültürel sınır, ülkemizin de bir bölümünü içeren Güneydoğu Anadolu ve Doğu Akdeniz’i kapsamaktaydı.

Bitkilerle özdeşleşen Tanrıçaların çıkış yerleri de aslında bitkinin dünyaya yayılış yeridir. Zeytinin anavatanının Adana’yı da içine alan Doğu Akdeniz sahili, Güneydoğu Anadolu ve Suriye olduğu görülecektir. Bronz Çağında Şanlıurfa’nın kuzeyindeki bir yerleşimin adının ‘Adena’ olduğu; günümüz Adana’sının kökeninde de yine Bronz çağındaki Adanava ismi ve Luvi Tanrıçası Atha/Ada olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla zeytinin ve zeytin kökenli kültür ve inançların çıkış yeri de Anadolu ve Doğu Akdeniz havzasıdır. Bundan ötürü Tanrıça Athena’ın çıkış yerinin Yunanistan değil, Anadolu olması ve Athena kelimesinin kaynaklarından biriside Adana olabilir. Nitekim Herodot ‘Bütün tanrı isimleri Yunanistan’a Mısır’dan gelmiştir’ diyerek Athena’nın kaynağının Yunan anakarası olmayıp Ortadoğu kökenli olduğunu teyit etmektedir. Mersin ilinde yer alan Elaiussa Sebaste antik kentinin adı Helenistik dönemde Elaiussa olarak biliniyordu. Elaiussa kelimesinin anlamı ise ‘zeytin’ idi. İşin ilginç yanı Athena adının kökeninde yer alan Geç Hitit (Luvi) Tanrıçası Ada’nın antik çağda bu kentin kurulduğu yarımadaya verilen bir isim olmasıdır. Dolayısıyla Egeli Athena’nın ilk işaretleri, Zeytin’in anavatanı olan Anadolu’nun Doğu Akdeniz bölgesinde kendini göstermişti.

Zeytin’in meyve vermesi için 15 yıl geçmesine ihtiyaç olması, bu sırada ağacın korunmaya ihtiyaç göstermesi nedeniyle zeytin yetiştiriciliğinin göçebe toplumları yerleşik hayata geçirmeye neden olduğu düşünülmektedir. Nitekim yerleşik hayatı başlatan tarım bitkilerinin Mezopotamya bölgesinde evcilleştirilmesine paralel olarak zeytin de Bereketli Hilal’in kuzeybatısından doğmuştur. Zeytinin MÖ. 5000’lerde bu yörede evcilleştirilmesi, zeytinin Neolitik devrim ve onun kültüründeki rolünü ortaya koymaktadır. 2009 yılı Mersin Yumuktepe kazılarında MÖ 5300 lere tarihlenen geç neolitik çağ mezarlarından birinde ölen kişinin mezarının başında zeytin çekirdeği bulunmuştur. Athena-Poseidon mitinden hatırlanacağı gibi zeytini insanlığa hediye eden Athena’nın bu hediyesi karşılığında Atina şehrine isminin verilmesi Atina halkının göçebeliğin sembolü olan at yerine yerleşikliğin sembolü zeytini tercih ettiğini açıklar. Bin yıllardır kutsal bir ağaç ve meyve olarak nitelenen zeytin birçok kültürde barışı temsil etmektedir. Yüzyıllar boyunca yaşayabilen zeytin ağacı Anadolu’da ‘ölmez ağaç’ olarak nitelendirilir. Zeytin meyvesi dünyanın en değerli meyvelerindendir. Bu nedenle eski uygarlıkların kültür ve mitolojisinde önemli bir yere sahiptir. Zeytin, sahip olduğu zengin yağ miktarı nedeniyle çok besleyicidir. Ayrıca zeytinyağı birçok hastalığın tedavisinde binlerce yıldan beri kullanılan bir halk ilacıdır. Hititler zeytine SERDU veya ZERTUM derlerdi. Hatti ülkesinde zeytinyağı lamba ve meşalelerin yakılmasında kullanılırdı. Dini ritüellerde, kült değeri olan nesnelerin ve tanrılara sunulan tören ekmeklerinin yağlanmasında zeytinyağı kullanılırdı. Zeytinin Akadcası da Zertum’dur. MÖ 2000-1200’lerde Çukurova’da zeytincilik yapıldığı Hitit metinlerinden anlaşılmaktadır. Hitit yazışmalarında zeytin ağacı Gış.Agis olarak da adlandırılmakta olup anlamı ‘Yağ ağacıdır’. MÖ 1300’lerde batan Uluburun batığında nar, üzüm, incir ve bademle birlikte zeytin de bulunmuştur. İlyada’da Homeros, genç erkeklerin giysilerini parlak göstermek için zeytinyağı ile yağladıklarını, ayrıca ölü yakma törenlerinde de bir küp dolusu zeytinyağı kullanıldığını belirtmektedir. Dört mevsim parlayan yeşil-gümüş yaprakları ile yerleşiklik, huzur ve barışın simgesidir zeytin. Yaprağının dışı koyu yeşil içi ise gümüşi tüylerden dolayı gümüşi renklidir. Zeytin, emek ve sabrın ürünüdür. Zeytin ağacı ve zeytin yağı iyilik, soyluluk ve azmin sembolüdür. Eski Romalılar zeytine ‘yedi canlı’ anlamına gelen ‘Vivax Olivia’ derlerdi. Yabani zeytin ağacı, orman yangınlarında yanan alanda birkaç ay içinde yeniden yeşerir. Bitkinin toprak üstü kısımları yansa da toprak altı kısımları ölmemiştir, yaşamaya devam eder. Günümüzde de zeytine ölmez ağacı denmesinin nedenlerinden biri ağacın hayata bağlanmadaki bu inatçı özelliği ile birlikte yüzlerce yıl yaşayabilmesidir.

Antik dönem dinsel törenlerde zeytinin meyvesi tanrılara sunulurdu. Yunanca Elaia kelimesinin anlamı zeytin olup kökeninde Samilerin ‘ulu’ kelimesi yatar. ‘Ulu’ Samilerde zeytini simgeler. Mısır piramitleri ve Yunan tapınakları zeytin yağının ışığıyla aydınlatılırdı. Zeytin ağacı öylesine kutsaldı ki tapınakları aydınlatmakta kullanılacak yağın elde edileceği ağaçları yetiştirme ve meyvelerini toplama işini bakire genç kız ve genç erkeklerden başkalarının yapması yasaktı. Troia savaşı kahramanı Akhilleus’un atlarının yelesine zeytinyağı sürülürdü. Yunanlılar zeytin ağacından tanrı ve tanrıça heykelleri yapmışlardır. Apollon ve Artemis’i doğuran Leto’nun yaptığı gibi tanrıçalar çocuklarını hep zeytin ağacı altında doğururlardı. Antik Yunan’da erkek çocuğun doğumu, evin kapısının üzerine asılan zeytin çelengiyle çevreye duyurulurdu. Roma İmparatorluğu’nda zeytin, hikmet tanrıçası Minerva’nın ağacıydı. Roma’da savaştan galip dönen imparatorun başına zeytin dalından bir taç konur, rakibini öldüren gladyatörün başına da benzer bir taç takılırdı. Roma askeri geçit törenlerinde de askerler başlarına zeytin dallarından yapılmış taçlar takarlardı. Antik Yunan’da evlenmeden ölen erkekleri kutsamak amacıyla onları gömmeden önce bedenlerine zeytinyağı sürülürdü. Diğer bir ifadeyle zeytin antik düşüncede adanmışlığın ve arınmışlığın da sembolüydü.

Antik dönem sikkelerinde de zeytin motifi sıklıkla kullanılmıştır. Sadece Ege-Akdeniz antik şehir devletlerinde değil, zeytin yetişen Karadeniz kıyı kentleri sikkelerinde de bu motif dikkat çekmektedir. Antik dönemde Bartın ırmağının suladığı alan zeytinliklerle kaplıydı. Bundan dolayıdır ki Amastris’liler kendi sikkeleri üzerinde nehir tanrısı Parthenios’un elinde zeytin ağaçlarını betimlemişlerdir. Kentlerin bereketliliklerinin sikkeler üzerinde gösterilmesi alışkanlığı Karadeniz’deki kentlerde kendisini göstermiştir. Antik çağda zeytin Athena’ya özgü bir ağaç olmasına rağmen, suyun ve ayın tanrıçası Artemis’in de en sevdiği ağaçlardan birisiydi. Bunun nedeni, zeytin yaprağının gümüşi rengidir. Geceleyin ay ışığının suyun yüzeyinde yansımasıyla oluşan gümüşi renk zeytin yaprağının da rengidir. Gümüş ve gümüşi renkler antik kültlerde hep tanrıçalarla ilişkilendirilmiş, özellikle de Artemis’in göstergesi sayılmıştır. Zeytinin Artemis ile ilişkilendirilmesinin diğer bir nedeni de bu tanrıçanın doğum günü olan 6 Mayıs’ta zeytin ağacının mis kokulu çiçekleriyle donanmış olması olmalıdır. Antik dönemin zeytinle ilgili en ilginç kültürel uygulamalarından biri felsefe uğraşının zeytin ağacı ile ilgisiydi. Antik çağ filozofları okullarını zeytin ağacı bahçelerinde kurarlar, derslerini ve felsefe söyleşilerini de zeytin ağaçları altında yaparlardı. Örneğin Platon tarafından kurulan Akademia, Atina şehrindeki bir zeytin bahçesi içerisindeydi. Bunun nedeni bu okulların Bilgelik Tanrıçası Athena’ya adanmış olmasıydı. Antik Yunan felsefe merkezlerine bakıldığında hemen hemen tamamı zeytin yetişen, Athena tapınaklarının olduğu kent ve bölgelerde kurulmuştur (Milet, Atina, Efes, Assos, İzmir gibi). Zekâ tanrıçası Athena’ya zeytinin olmadığı coğrafyalarda tapınılmadığı gibi, günümüz bilimi ve felsefesinin kökenlerinin de kaynağı zeytin bahçeleri idi. Ama zeytin neden bilgelik tanrıçasına adanmıştı?

Zeytin’in de köken aldığı Ortadoğu’dan çıkan üç semavi dinin kutsal kitaplarında da zeytinden bahsedilir: İncil ve Tevrat’ta zeytinden bahsedilmekte ve ayrıca zeytin kelimesi Kuran-ı Kerimde altı defa geçmekte ve ‘kutsal ağaç’ olarak zikredilmektedir. Tevrat’ta; Hz. Adem’in ölümünden hemen önce Tanrıdan merhamet yağını dilediği ve bunun için de oğlu Şit’i görevlendirdiği, Şit’in Cennet bahçelerindeki iyilik ve kötülük ağacından üç tohum aldığı ve babasının ağzına koyduğu, Âdem gömüldükten sonra tohumların yeşererek zeytin, sedir ve selvi ağacına dönüştüğü belirtilmektedir. Yumuktepe Neolitik kazılarında mezarlarda zeytin çekirdeği bulunması ile bu söylencenin benzer olması, zeytin merkezli güçlü bir kültürel sürekliliği de göstermektedir. Tevrat’ta; zeytinyağının kandillerde yakıldığı söylenir. İsrail oğullarının tanrılarına yaptıkları adaklarda, ince çekilmiş undan yapılan adağın üzerine zeytinyağı dökülmekteydi. Hıristiyanlıkta; Aramice Zeit denen zeytin, kimilerine göre işkenceyle öldürülen İsa’nın gözyaşlarını çağrıştırmaktadır. Hıristiyan adlandırmasının kökeni olan Christ sözcüğünün kökeni Yunan’ca ‘aziz’ ‘sevgili’ ya da ‘yağ’ demek olan khrisma’dan türetilmiştir. Hıristiyanlıkta zeytinyağı, yeni doğanların vaftiz töreninde kullanılan kutsal bir yağdır. Kiliseler zeytinyağı ile aydınlanırdı. Krallar, rahipler ve hastalar zeytinyağıyla kutsanırdı. Kur’an’ı Kerim Nur Suresi; ‘Allah gökyüzünün nuru olandır. Sanki minber üzerine konmuş çerağdır. Billur bir kandil üzerinde yıldız gibi parlamaktadır. O çerağın yağı mübarek bir ağaçtan çıkar. O mübarek ağaç zeytin ağacıdır. O çerağın yanına ateş dokunmasa bile kendi kendine uyanıp nur saçar. O, nurların üstünde bir nurdur. Allah insanları o nur ile doğru yola iletir’. Kuran’da Tin (incir) suresinde ‘And olsun İncir ve zeytin’ e denir. Müminun suresinde de zeytinyağından bahsedilir; ‘Sina Dağı’nda yiyenlere yağ ve katık olan zeytin ağacından var ettik’. Abese Suresinde; ‘Üzüm ve yoncalar, zeytin ve hurma ağaçları, nice çalılar bitirdik’ denilmektedir.

Bektaşilikte zeytin meyvesi insana, yetiştiren de Tanrıya benzetilir. Zeytin yetiştirmenin zorluğu nedeniyle onu yetiştirene verilen Zeyyad, Allah’ın isimlerinden biridir (Zeyyad: Bereketlendiren, çoğaltan, ziyade eden). Arapça’da Zeyyat ise ‘yağ çıkaran’ demektir. Anadolu Türk kültüründe insanın yağının tükenmesi, ölmesi mahvolmasıyla özdeşleştirilir. Ünlü deyişimiz ‘Haydar Haydar’ da ‘Tükendi fitilim, eridi yağım…’ sözleri ölümü ve hastalığı anlatır.

Zeytin, barış, bereket, güç ile dinsel inanışlarda ‘günahlardan arınmış olmanın’ sembolüdür. Tufanın sonunda bir güvercinin Nuh Peygambere bir zeytin dalı getirmesi her şeyin yeniden rahat ve huzura dönüştüğü anlamında yorumlanmıştır. Yahudi ve Hıristiyan geleneğinde zeytin ağacı sürekli bir barış sembolü olmuştur. Orta çağda zeytin ağacı altın ve aşkın da sembolüydü. İslam’da da peygambere ve evrensel insana adanan bir ağaç değerini taşımış ve dünyanın mihveri olarak kabul edilmiştir. İsa’nın üzerinde çarmıha gerildiği haçın zeytin ya da sedir ağacından yapıldığı sanıldığından bu iki ağaca Hıristiyanlar büyük saygı duymaktadırlar. Zeytin ağacının bereketin sembolü olmasının nedeni, onun gövdesinden tutun da meyvesinin çekirdeğine varıncaya kadar hemen her parçasından yararlanılmasından kaynaklanır. Zeytin yağının kandillerde yakılması dolayısıyla onun ışıkla ortak bir yönü de bulunmaktadır. Zeytin İslam’da kutsal görülen en önemli ağaçtır. Hem pagan tapınakları hem de üç semavi dinde tapınaklar zeytinyağı yakıtı kullanılan kandillerle aydınlatılırdı. Zeytin çekirdeklerinden tespih yapılması da zeytinin binlerce yıldan bu yana kutsallığının sonuçlarındandır. Osmanlı döneminde camiler zeytinyağı konulan kandillerle aydınlatılır, oruç da günümüzde yapıldığı gibi zeytinle açılırdı. Hatay insanı zeytine ‘Hz. Muhammed’in nuru’ der, İznikliler de ‘zeytin cennetten çıkmıştır’ derler.

Zeytinin kutsal sayılmasının ve derin kültürel etkilerinin temelinde, zeytin ağacı ve zeytinyağının tıbbi amaçla kullanımı ve insan metabolizmasına etkileri de önemli rol oynar. Zeytin ağacından Hititlerden bu yana ilaç elde edilmektedir. Zeytinyağı yara merhemlerinin yapımında kullanılır. Zeytinyağı, damar sertliği ve kalp krizine karşı etkilidir. Mide asitlerine ve ülsere karşı, mide çeperini yani mukozayı korur. Safra kesesini dinlendirir. Safra taşının oluşumunu önler. Karaciğeri ve idrar yollarını korur. Şeker hastalığına karşı etkilidir. Vücudun insüline karşı direncini azaltır ve tedavinin etkili olmasını sağlar. Bağırsak kanserini önleyici etkisi vardır. Tansiyona karşı zeytin yaprağı çayı içilir. Romatizma ağrılarına karşı dövülmüş kuru defne yaprakları zeytinyağı içinde dövülüp macunlaştırılır. Sonra da ağrıyan yerin üzerine konur. Deri yırtılmaları ve kesiklerde zeytinyağı yara merhemi yapımında kullanılır. Soğuktan dudakların çatlamaması için zeytinyağı sürülür. Zeytinyağı tentürdiyotla karıştırılarak piyasada satılan mevcutlarından çok daha ucuz ve sağlıklı bir güneş yağı elde edilebilir. Zeytin yapraklarından elde edilen kalsiyum elenolate virüs, bakteri ve mantarları yok etme özelliğine sahiptir. Zeytinyağının içerdiği E vitamini insan hücrelerinin yenilenmesine katkıda bulunmakta ve yaşlanmayı geciktirmekte, beyin fonksiyonları üzerindeki yıpratıcı etkiyi azaltmakta ve cildi güzelleştirmektedir. Zeytinyağının diyabetli hastaların kanındaki şeker oranını % 12 oranında azalttığı tespit edilmiştir. Yüksek tansiyonu tolere etmekte, kan damarlarındaki pıhtılaşma riskini azaltmakta, mide asidini azaltarak gastrit ve ülserlere karşı koruyucu özelliği bulunmakta, çocuklarda kemik ve diş gelişimini arttırmaktadır. Bu yağın yaşlılarda kemik erimesini azalttığı, kanser tümörlerinin oluşumunu engellediği, radyoaktiviteye karşı vücudu koruduğu, kandaki kötü kolesterolü azaltıp iyi kolesterolü yükselttiği, karaciğer ve kalbin dostu olduğu, sindirim sistemini düzenlediği, kandaki zararlı maddelerin vücuttan atılmasını sağladığı tespit edilmiştir.

Zeytin yaprağı çayı, halk hekimliğinde iştah açıcı ve idrar söktürücü özelliğinin yanısıra, aynı zamanda şeker hastaları için de kullanılmaktadır. Zeytin yaprağı çayı antibiyotik ve antioksidan özelliklere sahiptir. Zeytin yaprağı kan şekerini düşürmekte olup bunun etken maddesinin zeytin meyvesi ve yaprağına acı tadı veren ‘oleuropein’ adlı maddeden kaynaklandığı tespit edilmiştir. Körpe yaprakları zeytinyağı ile karıştırılıp elde edilen karışımdan merhem yapılarak haricen yara ve yanık tedavisinde kullanılır. Yapraklarından elde edilen mavimsi gri renk halı ve kilim ipliklerinin boyanmasında kullanılır. Athena’nın mavi-mor elbiseler giymesi ve gök gözlü olmasının nedeni mavi rengin, bilgeliğin, erdemin, güven ve huzurun rengi olmasıdır. Mavi, bağlılık ve vefa duygularını harekete geçirir. Güç ve asaletin rengidir. Koyu mavi bilgi, güç, bütünlük ve ciddiyet; açık mavi sağlık, iyileşme, maneviyat ve huzur anlamlarını taşır.

Hem pagan hem tek tanrılı dinlerde yoğun bir etkisi görülen zeytinin geçmiş Anadolu uygarlıkları ve günümüz Anadolu insanının büyü uygulamalarında kullanılması da kaçınılmazdır: Anadolu uygarlıklarında zeytinin büyü amaçlı kullanılmasını ilk kez Hititlerde görmekteyiz. Hitit Bereket Tanrısı Telipinu’nun hiddetinin teskini ve onun tekrar dönmesi için yapılan büyüde hoşa gidici ve yumuşatıcı meyvelerden zeytin sunusu yapılmaktadır. Zeytinyağının yumuşatıcı etkisinin, kızan ve hiddetlenen Telepinu’yu da yumuşatması beklenmektedir. Anadolu’da kötülükleri etkisiz hale getirmek için zeytin ağacının dalı evin bir yerine konur. Zeytin dalı ayrıca nazar değmesine karşı kullanılır. Birine gönlünü kaptıranlar, kırk zeytin yaprağının üzerine sevdiğinin anasının ismini yazar, bunu yaparken dua okunur, okunan yapraklar bir tasın içine konur ve birer birer ateşin içine atılır. Fethiye dolayında, evlilik çağında kızı olan anne, deniz kenarında bin zeytin yaprağına dua okudukça denize atar ve niyet eder. Yine zeytin ağacının dünyaya yayıldığı çekirdek coğrafyada bulunan Kıbrıs’ın Türk kesiminde zeytin yaprakları tütsü olarak kullanılmaktadır. Misafir olarak gidilen bir evde, ev sahibinin zenginliğine göre gümüş, bakır veya toprak buhurdanlıklar ve bazen de bir yemek kevgiri üstüne konan ateş üstüne atılan zeytin yapraklarıyla misafirler tütsülenir. Osmanlı döneminde, 16. yüzyılda yaşamış Zembilli Ali Efendi’nin mezarını ziyaret edenler de mezara zeytinyağı dökerlerdi. Kıbrıs’ın kadın ve kızlarınca zeytinin nazar değmesi için kullanılması ile antik mitolojide gök gözlü olarak adlandırılan Athena’nın sembolünün zeytin olması, ayrıca semavi dinlerde zeytinyağının gözyaşıyla özdeşleştirilmesinin de bir bağlantısı olmalıdır. Günümüzde de insanların gözleri zeytinlere benzetilerek ‘zeytin gözlüm’ veya ‘gözünün yağını yerim’ deyimlerinin hep zeytinle göz (nazar) özdeşliğinden kaynaklanmış olabileceği düşünülebilir. Yine zeytinyağından yakılmasından elde edilerek tapınakları aydınlatan kutsal ışığın (nur) da günümüzde gözle ilgili bir deyim olan ‘gözümün nuru’ ile bir bağlantısı olmalıdır.

Günümüzdeki zeytinle ilgili inanç ve büyü uygulamalarından da görüleceği gibi zeytin hala kadın ve kızlarla ilişkilendirilmektedir. Aynı antik dönemde bu eşsiz ağacın Athena ile özdeşleşmesi, Artemis’in gözdesi olması, kadınların zeytin ağacı altında doğum yapmaları gibi. Anadolu’da kültürel süreklilik yine zeytin ağacı dallarına tutunarak binlerce yıl öncesinden günümüze kadar gelmiştir. Zeytine bağlı kültürel sürekliliğin bu kadar güçlü olmasında onun yüzlerce yıla ulaşan, toprağa ve yerele bağlılıkla özdeşleşen, yerleşikliği ve kültürü besleyen özelliklerinin olduğu şüphesizdir. Binlerce yıl önce dikilen ve Athena ile özdeşleşen zeytin ağacımız hala yaşıyorsa, Tanrıçamız mutlaka bu ağacın bir yerlerindedir hala. Geceleri Artemis çiğ damlası şeklinde gümüş şebnemler saçıyorsa onun gümüşi yapraklarına, insanlarımızın hayalleri ve inançlarında da antik/arkaik koku ve renkler mutlaka olacaktır. Zeytin neden barışın sembolüdür? Yukarıdaki etnobotanik uygulamalardan da görüleceği üzere zeytinyağı ve yaprağı günümüz halk hekimliğinde yatıştırıcı, tansiyonu ve kan şekerini düşürücü olarak kullanılır. Bütün bunlar insanların sinirlerini yatıştıran, savaşmayı düşüneni fikrinden caydıran, sakin düşünerek sükuneti ve barışı getiren uygulamalardır. Savaşı başlatan hiddeti engelleyen bir ağaçtır zeytin. Mitolojideki hikayesinin ve barışçıl nitelikler atfedilmesinin kökeninde aslında bilimsel ve tıbbi nedenler bulunmaktadır. Gelelim felsefe ve bilgelikle olan ilişkisine; bilgi ile özdeşleşen ışık kaynağı amacıyla kullanılmasının verdiği sembolizminin yanı sıra, sakinleştirici, yatıştırıcı ve zeytinyağının beyin fonksiyonlarını düzeltici etkileri filozofların daha içe dönük ve derin düşünebilmelerine zemin hazırlamaktadır. İşte böyle sihirli bir ağaçtır zeytin. Mümkünse bahçenizden zeytin ağacını, mutfağınızdan zeytinyağını, kitaplığınızdan ise bilimi ve felsefeyi eksik etmeyin, sükûnet ve bilgelikle bekleyin, bilgi ve cesaretin gücüyle karanlıklar mutlaka çıkacaktır aydınlığa.

(Hasan Torlak; ‘Anadolu Kültüründe Zeytin Ağacı’, Yolculuk Dergisi, Kamilkoç Yayını, Ekim 2011)

 



[10] Kabakum

[11] Badavut’un en batı ucu

[12] Bu tarihten 50 yıl kadar önce Fatih Sultan Mehmet döneminde Osmanlı Devlet Ege sahillerine yakın adaları fethetme stratijisi ile önce Sisam, Bozcaada, Semadirek, İmroz, Taşoz adalarını, Limni (1456), ve Midilli’yi 1462 yılında fethettikten sonra Ayvalık bölgesinin savunmasında görevlendirilen Karadeniz kuvvetlerine mensup Türkleri önce günümüzün Küçükköy mevkisinde ardından da Ayvalık içinde İsmet Paşa mahallesi namıyla anılan limana hâkim bir tepeye yerleştirmişlerdi. Aslında bu adalara hâkim olma çabaları Fatih Sultan Mehmet’in babası II. Murat döneminde başlamış 1430’larda II. Murat’ın fermanıyla Cunda adasında bir deniz üssü inşaa etmişlerdi. Bu tersaneye gemi yapımında kullanılacak tahtaları temin etmeleri için de Toros boylarından getirdikleri Tahtacıları, Kazdağına yerleştirerek, onların ürettiği tahtalardan tekneler yaptılar. Sonunda Fatih Sultan Mehmet 1462 yılında 200 gemi ile Midilli adasını kuşattı ve kentin teslim olmasını istedil. Midilli’nin red cevabı üzerine Padişah Fatih Sultan Mehmet, Edremit Körfezi üzerinden Ayazmand’e geldi ve muhasarayı yönetti.

[13] Berat Osmanlı arşivinde bulunamamıştır.

[14] Esirler arasında İstanbul’daki köle pazarından sonradan veziriazamlığa yükselecek kaptanıderya Hüsrev Paşa tarafından satın alınan dört Sakızlı erkek çocuğu da vardı. Oğlanlardan, Müslüman olduğunda İbrahim Edhem adını alacak olanı, Hüsrev Paşa’nın korumasına girdi ve Osmanlı yönetiminde bir kulun yükselebileceği en yüksek rütbeye 1877’de Sadrazamlığa yükseldi. O dönem padişah tahtında oturan Sultan Abdülhamit, Sadrazam İbrahim Edhem’in torunlarından biriyle evliydi.

[15] 1800’lü yıllarda Ayvalık’ın karşısındaki Cunda adası Midilli Sancağına bağlı bir kaza idi ve burasının neden Midilli’ye bağlı olduğunu o dönem Sultan Abdülhamid tarafından Midilli’ye sürgüne gönderilen Mutasarrıf Şair Namık Kemal (1879-1884) bile anlamakta güçlük çekiyordu.

[16] Manisa

[17] Bursa vilayetine bağlı beş sancak vardı; Bursa, Ertuğrul, Kütahya, Afyon, Karesi

[18] Balıkesir

[19] Ayvanın Rumcası

[20] 1300 gramlık ölçü birimi

[21] Tahıl için kullanılan 8 kg ölçek

[22] Ayvalık Tarihi kitabında yazdığına göre 1905 yılında Ayvalık’ta, küçüklü büyüklü 80’e yakın tabakhane ile 2 deri fabrikasında 700 işçi çalışıyordu. Hindistan’ın Bombay ve Afrika’nın Kop kentinden getirilen ham deriler burada işlenip, Fransız   köselesi   ayarında   köseleler   üretilip   ihraç edilmekteydi. Deri fabrikalarında, o dönemin şartları değerlendirildiğinde modern yöntemler kullanılmaktaydı. Yıllık ihracat 800 bin altın, ithalat ise 700 bin altın civarındaydı.

[23] Cemal Kutay’ın, ‘Ege’nin Türk Kalma Savaşı’ adlı kitabında yazdıklarına göre yine bu dönemde ilçede 22 zeytinyağı, 1 prina fabrikası, 15 büyük sabunhane, 6 un değirmeni, 80 tabakhane, 6 eczane, 20 doktor, 10 avukat bulunmaktaydı. Yine aynı kitapta Ayvalık nüfusunun 1914 yılında 30 bin olduğu ve bunun sadece 184 adedinin Türk olduğu yazılmaktadır.

[24] Islahat Fermanı veya Islâhat Hatt-ı Hümâyûnu Tanzimat’ın ilanından sonraki uygulamalarla ilgili olarak özellikle gayrimüslimlere yeni haklar tanıyan 18 Şubat 1856 tarihli hatt-ı hümâyun

[25] Sakarya tepesi etekleri

[26] Dini yönetim merkezi

[27] Yazıişleri

[28] Voyvoda, Osmanlı döneminde hazineye ait arazi ile padişah, kadın efendi, sadrazam, vezir, beylerbeyi ve sancakbeyi haslarının gelirlerini tahsil etmek üzere görevlendirilen memurlardı. Bunların aynı zamanda hası bulunduran yerin düzen ve güvenliğini sağlamak görevleride vardı.

[29] Denizci Barbaros Hayrettin Paşa’ya ithafen

[30] Düyun-u Umumiye Osmaniye idaresinin görevlendirdiği Vitali Guinet  ‘La Turquie d’Asia, Geograpique, Administrative, Statusque   Descriptive   et   Rasionne   de   Chaque Province’ adlı eserinde belirttiği nüfus,  İzmir, Çeşme, Foça, Menemen, Alaşehir, Kasaba, Aydın, Ayvalık, Manisa, Bodrum ve Sarayköy’de toplam 1.396.477 kişi.

[31] Aiolikos kulübü günümüzde Midilli Adası’nda   Amatör ligde faaliyetine devam etmektedir.

[32] Ksenophon (MÖ yaklaşık 432-MÖ 355): Atinalı yazar, tarihçi, komutan. Peloponnesos Savaşı'nda kentinin yenilgisini demokrasiden kaynaklanan disiplin eksikliğine bağlayarak demokratik yönetime karşı tavır aldı. MÖ 394'teki Koroneia Savaşı'nda Sparta saflarında Atinalılara karşı savaştı. Bunun üzerine ihanetle suçlanarak sürgün edildi ve bütün mal varlığına el kondu. Sokrates'in öğrencisi olan Ksenophon ilk eserini haksız ölümü üzerine hocasını savunmak için yazmıştır. Devlet adamlığı konusunda eserler vermiştir. En tanınmış eseri Anabasis-On Binler'in Dönüşü, Pers prensi Kyros'un iktidarı ele geçirmek için ağabeyi II. Artakserkes'e karşı açtığı sefere katılan Yunanlı askerlerin savaş ve yurda dönüş macerasını anlatır. Ksenophon'un anı ve deneyimlerini aktardığı Anabasis, çoğu Anadolu'da geçen büyük bir askerî seferin güncesidir.

[33] ‘Buradan Troia’ya yürüdüler ve sonra İda Dağını geride bırakıp ilk önce Antandros’a ve sonra da deniz kıyısından ilerleyerek Mysia’daki Thebes ovasına vardılar. Sonra Atramytteion ve Kertonos içinden yol alarak Mysia’daki Pergamon’da bulunan Kaikos ovasına ulaştılar.’

[34] Bu fotoğraflar bölgede belli bir dönem yaşayan Fransız Jean D. Contaxis tarafından 1900’lü yıllarda çekilmiştir.

[35] Bazı dinlere ait resimlerde, kutsal kabul edilen kimselerin başlarının etrafına nurlu olduklarını belirtmek için çizilen çember.

[36] Zeytin beyaz sineği.

[37] Ateş kullanımıyla ilgili teknoloji.

[38] Doğada kendiliğinden yetişen delice ağaçları zor şartlara, özellikle de kuraklığa dayanıklılığı ile biliniyor. Meyve açısından çok verimli olmayan bu ağaçlar aşılanarak verimli zeytin ağacına dönüşebiliyor.

[39] Kizzuvatna krallığı Çukurova bölgesinde hüküm sürmüş ve MÖ 1400'lü yıllarda Hitit krallığı egemenliğine girmiştir.

[40] Silkeleme/çırpma yoluyla zeytin toplanmanın çok daha fazla olduğu eski çağlarda daha da sık yaşanan bir olgudur.

[41] Sıcaklık 10 derecenin üzerinde olacak denizden tuzla yüklü bir rüzgâr esecek sabah zeytin taneleri üzerine güneş açacak.

Comments